28 Şubat 2014 Cuma

Direk

Bu gördüğünüz direk, yaklaşık olarak bir hafta kadar bu vaziyette kaldı. O yaslandığı ağaç var ya, işte o ağaç çürük. Bahsi geçen bir hafta var ya, işte o bir haftada yağmur yağdı. Yani zemin futbola müsait değil ve kaygan. Görünür bir kaza için tüm şartlar uygun. Bir arabanın haşat olması an meselesi...

Arabayı boş verin, burası sokak kültürünün hala yaşadığı bir sokak. Genç kardeşlerimiz hala bu sokakta top peşinde koşuyorlar. Ben çocukken bende oynardım. Aslında oynamaya çalışırdım. Pek beceremediğim için adam yoksa beni oynatıyorlardı. Sorun bakalım sokaktan topçu mu yetişti? Neredeeeee? Sanki hepsi Marodana, Messi bir ben Sabri'yim de beni oynatmıyorlar. 

Neyse efenim... Bu fotoğraf geçen marttan falan kalma. O direği bir hafta sonra düzelttiler ama ben daha yandığını görmedim. Elektrik bağlamadı adamlar. He bir de o var bak. Direğin yatık durduğu bir hafta kablolar dışarıdaydı. Elektrik çarpma riski de var sanıyordum, düzeltilince anladım yokmuş. Elektrik yok çünkü o kablolarda. Bir yıl boyunca bu elektrik fakiri sokak lambası boş boş dikildi sokakta. Az önce baktım, bir kaç görevli elektrik bağlıyor. Gittim sordum çalışacak mı artık bu? Bir yıldır dikiliyor burada gariban, bir işe de yaramıyor. "Be sene yanar" dediler. Adamlar dalga geçiyor bir de. Güldüm geçtim bende. 

Şimdi bir Kazım var efendim. Bizim mahallenin ben bildim bileli muhtarı olur kendileri. Eskiden seçim öncesi kapı kapı dolanırdı. Artık gelmeye yüzü yok herhalde. Bir gelse sokacağım adamı eve, kahve ikram edeceğim. Kahve de benim Nuri Alço silahım olacak. Adam uyuyunca bağlayacağım bu direğe, bir yıl dikilsin orada. Zaten muhtar olarak da farklı bir şey yaptığı yok. 

Bilir misiniz bilmem ama bu muhtarlık vekillikten daha kazançlı iştir. Kağıt başına 3-5 Allah ne verdiyse alıyorlar. Para direk cebe tabii. Geçen yerel seçimlerde sandık görevlisiydim, muhtar seçimleri sürekli kavgalara neden oluyordu. Her muhtarın adamları sandık başında işe karışıyorlardı. Kanlı biten olaylar olmuş. Bazı köyler ikiye bölünmüş. Doğuda aşiretle birbirine girmiş. Muhtar deyip geçmeyeceksin işte.

Futbola dönersek, Sabri muamelesi görmeme rağmen cam çerçeve indiren ben olmadım. Benim hıyar kanka oldu. Direk topuk yaptık tabii. Camı kırılan adam da, yanımızda olan arkadaşın dayısı. Adam aradı buldu bizi. Suçlu arkadaşı apartmana sakladık. Arkadaşın dayı terörle mücadele polisi. Bizi çözmesi için göz ucuyla bakması yeterli oldu. Kim kırdı dedi, ben kırdım dedim. Benim kanka da apartmandan bir Kara Murat edasıyla çıkarak, "hayır, ben kırdım" dedi. Sonra da "ama ödeyeceğim parasını" dedi. İlk cümle Kara Murat edasıyla söylenmişken, ikinci cümle daha çok kel oğlanın yanındaki Bicirik gibiydi.  Adamın yeğeni olan arkadaş pek bir şey demedi bu arada. 

Polis hep bir heyecan peşindeymiş. O gün anladım. Cam kırılınca içeri bomba atıldı sanmış, balkona çıkıp koşan bizleri görünce silahına davranıp nişan almış. Ciddiyim lan. Sonra kendi yeğenini tanıyınca durumu anlamış. Adama da pek mana bulamıyorum, çünkü HSPC saldırılarının falan olduğu günlerdi. Anlayacağınız ortam her zamanki gibi gergindi. 

Zeus

Zeus'un hayatını okuyunca, oğlancılığın kitabını(götos naslıos sikeleos) yazmış Atina'lı kardeşlerimize bile daha bir sempati ile bakar oldum. 

Yahu nasıl bir insan yada topluluk, sapıklığın en bilinen ismi "Sade"yi bile, "Saf'a" diye çağırmamıza neden olacak bu zata, baş tanrı diye tapar lan. Bak adamdan bahsederken cümle yapım kayıyor, anlaşılmaz cümleler yazıyorum.

Yahu baş tanrı olmuşsun, kurul Olimpos'taki tahtına, güzel güzel takıl. Zaten Hera gibi bir kadın ile evlisin. Takıl işte karınla. Yok anam, olur mu? Adam götünün üzerinde oturmuyor. Sürekli bir çapkınlık, sürekli bir kadın arayışı. Bir de şıp sevdi, her gördüğü kadını istiyor. Şu bir kaç yıl öncenin "idare edemem anne" konulu  videosundaki çocuk gibi adam. Bir türlü idare edemiyor, sürekli kadınlara atlıyor. Başarıyor da pezevenk.  İsteyip de alamadığı kadın olmadı. 

Bir söz vardır, "aşkta ve savaşta her şey mübahtır" diye. Bu Zeus işi baya abartanlardan. Bir eşek kılığına giriyor, bir kuğu kılığına giriyor. Yani emeline ulaşmak için gerekli görse bok kılığına bile girer affedersiniz. Kadınlar da bir değişik kafada. Kuğ ile şey mi yapılır lan? Eşeklerin altın dönemi olmuş galiba, kadınlar veriyormuş. Şimdi garibanların gözü hep o günlerin hasretiyle mi yaşlı yaşlı bakıyor? Eşeğe, boğaya, kuğa falan verenler öyle köylü kızları da değil ha. Bildiğin ya kraliçe, ya prenses oluyor bu kadınlar. Vah benim zavallı eşeğim. Ne oldum değil, olacağım diyeceksin. Kraliçelere atlarken, şimdi Maholar sana atlıyor gördün mü? Aklı çalışanlar için burada görülecek çok şey var.

Dönelim Zeus babaya. Aşık olup kılıktan kılığa girerek atladıkları sadece ölümlüler değil. Periler ve tanrıçalar da nasibini alıyor. Adam birde sağlam, mübareğin ceketini üzerine attığı hamile kalıyor. Bereket tanrısı olsa yeri diyeceğim, ama bereket tanrısını da boğa kılığına girerek halletiği için demiyorum. 

Şimdi kadınları düşünün. Oh lan tanrıların tanrısı bana atladı yaşarım artık, diyemiyorlar. Çünkü Hera var. Bu Zeus abimiz çapkın olduğu kadar pısırık da. Zeus size atladı, çocuğunu doğurdunuz, işte şimdi sıra Hera'nın size işkence etmesinde. Kocasına diş geçiremeyen Hera anında rotasını bu kadınlara çeviriyor. Kimini inek ediyor, kimini öldürüyor. Çocuklara da bi mukabele, aynı sonları hazırlıyor. Zeus Dionisus'u Hera'dan korumak için belli bir yaşa kadar kalçasında taşıyor. Zamanı gelince Dionisus'u kalçasından tekrar "doğuruyor."

Lan o dönemde kadınların tek vasfı  olan doğurmayı da, böylelikle erkekler masallarda da olsa çalmış oluyor. Ha daha önce de sanırım "Artemis"i Zeus abimiz kafasından doğurmuştu. 

Zeus'un cinsiyetçiliği bitti mi? Biter mi amk? Meşhur Pandora meselesi var. Olay kısaca şu; Prometheus ateşi insanlara veriyor. İnsanlar kibirleniyor. Kendilerini tanrılar ile bir görmeye başlıyorlar. Zeus da ceza olarak ne yapıyor dersiniz? Kadını yaratıyor. Sonra onu insanların (erkeklerin yani, kadın insandan sayılmıyor.) arasına yolluyor. Elinde bir kutu ile tabii... Birde dalga geçer gibi kadına sakın kutuyu açma demiş. Kadın bu durur mu? Hemen açmış kutuyu ve hastalıklar, kin, afetler(işte tüm kötülükler) kutudan çıkıyor. Pandora korkup kutuyu kapatıyor, umut kutunun içerisinde kalıyor.

Bir önceki paragrafın ana fikri nedir? Çok düşünme ben söyleyeyim, kadın baş belası ve salaktır. Sonra siz Türkler çok cahil ve kabasınız. La bir siktir git. Buram buram cinsiyetçilik kokan bu olaylara Avrupa medeniyetinin temeli diyen ben miyim? Neyse...

Zeus baba, at oldu, dana oldu ve son olarak su damlası oldu. Çüş lan, su damlası kılığına girip kadın şeyeden tanrı mı olur? Olur, o da Zeus'tur. 

Çok da hayırlı evlattır, babasını tahtan indirip zindanlara atmıştır. Müşfik bir dededir, bir kaç torununu kafasına yıldırım atmak suretiyle öldürmüştür. 

Serttir de, öyle samimiyetten hoşlanmaz. Tabii aşık olduğu bir kadın değilseniz. Aşık olduğu kadına yıldırımları bile verir bu am salak amiz.

Zeus'da bu kadar yüklenmemek gerek. Sonuçta adam kurgu karakter. İnsanın içinde sapıklık olunca tanrısıda böyle oluyor. Şimdi bana "Yunan Düşmanı" demeyin. En sevdiğim adamlardan biri Sokrates'dir.(gerçi o da cinsiyetçi) Hem sadece Yunan kardeşlerimizin değil, antik dönemin tüm tanrıları belli ölçüde sapıktır. Al Zeus'u, vur Sümerli İştar'a. İştar ablamız da ata, kediye, köpeğe, kuşa, insana, tanrıya veren cinstendir. 

Not: Verme etme atlama gibi tabirlerden dolayı bane cinsiyetçi demeye hazır olanlar, sözüm size, dönün aynaya bakın, sonra benim dilime mana bulun.

27 Şubat 2014 Perşembe

Şarapçı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir çocuk dalgın mı dalgın, neşeli mi neşeli geziyormuş. Adımları yavaş, kafası dalgınmış. Sanki yeryüzünde değil, yer çekiminin daha az olduğu ayın üzerindeymiş. Haliyle, etrafına da pek dikkat etmiyormuş. Bir parkın girişine gelmiş ve o da ne? Bir dağa çarpmış. Bir dağ gibi boyu olan, kocaman göbekli, kirli ve kıllı bir dağ. Sokaklarda yaşayan, parklarda uyuyan bir dağ. 

Bu dağ her zaman sinirli miymiş, yoksa çocuk ona çarpınca mı sinirlenmiş? Sorunun cevabını ancak her şeyi bilen Tanrı bilirmiş. Kızgın ve dağ gibi olan adamın, elinde bir değneği varmış. Kendi cüssesine uygun boyutlarda bir değnek. Çocuğun anlayamadığı bir homurtu çıkarmış ve değneği ile çocuğun göğsünü dürtmüş. Saf saf dağ gibi adama bakan çocuğun canı çok yanmış. Göğsüne aldığı sert darbe ile gerileyip göt üstü yere düşmüş. Dağ, fareye aldırmamış, çocuğun girmeye çalıştığı parktan çıkıp, yürüyüp gitmiş. Canı acıyan, yere düşmüş olan çocuk, dağın arkasından baka kalmış.

Aslında bu adamı alsam, temizlesem, üzerine başına yeni giysiler giydirsem, Oskar Törenleri'nin kırmızı halısında bile sırıtmaz. Beyaz saçları uzun, sakalı kim bilir kaç günlük. Ceketi yıllardır değişmedi. Kirli pantolonu ve gömleği de hep ayını. Ne ara temizleniyor yada hiç temizleniyor mu, bilmiyorum. 

Standart donanım, bir şişe şarap... Tıpkı yeni bir bilgisayar alınca size zorla satılan Windows gibi, bu adam şaraba zorlanmış gibi. Siz bir bilgisayar aldığınızda, ödediğiniz paranın içinde Windows'un parası da vardır. Başka bir işletim sistemi kullanıyor olsanız bile, o Windows size zorbaca satılacaktır. Şarap da bu adamın elinde öyle duruyor. Sanki buna zorlanmış gibi. Sanki elindeki o şarap olmasa, kendisi de olamayacakmış gibi. 

Sokaklarda yaşayıp, şarapçı olamayan bir yaşlı adam görmedim daha. Hatta şarapçı tabiri bu adamlar için üretilmiş gibi. Bir yandan sonsuz bir özgürlük sahibi gibi görünen bu adamların bile, aslında esaret altında olduğunu görüyorum. Şarabın esareti. 

Bir parkta oturuyorum. Bir kaç arkadaşım ile beraber bira içiyoruz. Yanımıza şarapçılardan biri ilişiyor. Bu adamlar gençlere hikayelerini anlatmaya bayılırlar. Çocukken babasından hortum ile dayak yiyenler psikopat katil değil, şarapçı oluyorlar, Holliwood'un aksine. 

Anlattıkları hikayeler hep acı yüklü oluyor. Sadece neden bu duruma düştüklerini anlatıyorlar. Hiç anlamazdım. Be adam ne ettiysen kendine ettin. Neden gelmiş bize ağlıyorsun? Açıktan olamasa da, hep hor görürdüm bu adamları. 

Benzerliğin farkına varan var mı? Buraya 70'e yakın yazı girdim. Sadece bir kaç kişinin tamamını okuduğunu biliyorum. Soruyu onlar üzerine alınıp devam etmeden bir süre düşünsünler. 

Düşündünüz mü? Tamam. Benzerlik şu ki, bende burada yazdığım yazılarda, tamamında olmasa da, büyük kısmında çektiğim acıları anlatıyorum. İnsanın anlatmak gibi bir derdi var. Anlattıkça, içinde bulunduğu duruma alışıyor mu ne? Bir şarapçı da olsak, bir askerde olsak, bir öğrencide, bir... Anlatmaya, anlattıkça alışmaya ihtiyacımız var. 

Sadece burada da değil. Şarapçılara daha benzer olduğum zamanlar, cuma geceleri içki içip insanlar ile tanışmaya başladığım anlar. Kimsenin canını sıkmadan onlara asılacağımı sandığım zamanlar da, ben bile anlamadan acı acı hikayeler anlatmaya başlıyorum. Aynı "oooo gençler muhabbetiniz ne güzel" diye yanımıza oturup, bir süre sonra kendi hayatını anlatmaya başlayan bir şarapçı gibi. 

Olaya bu şekilde bakınca, pek de hor görmüyorum onları. Şarapçılar bizden pek farklı değil. Bizden daha üstün de değiller. Onlar da en az bizim kadar esaret altındalar. Şaraba, anlatmaya esirler. 

Götümün üzerine öyle bir düşmüştüm ki, canım o kadar yanmıştı ki, arkasından bakarken sadece ölmesini istedim. Polis karakolu hemen yakındaydı. Ağlıya ağlıya gidip şikayet ettim o dağ gibi adamı. Polis bana su verdi, elimi yüzümü yıkadı. Adamın peşinden gitmediler bile. Uğraşmak bile istemediler. Olur öyle deyip geçtiler. Ama ben geçemedim. O zamanlar aklımda sürekli bir gün o adamı öldüreceğim vardı. Aptal saptal planlar kuruyordum. Herifi öldürmek en büyük fantezim haline geldi. Sonra, geçti gitti. 

Ya da...

26 Şubat 2014 Çarşamba

Yetenek(siz)

Şiir yazabilmek kadar okuyabilmek de önemlidir, derler. Derler, derler de, ben ne yazabiliyorum ne okuyabiliyorum lan. 

Güzel güzel kelimeleri yan yana diziyorsun, şiir olmuyor. Farklı bir ruh istiyor şiir. Demem o ki, parçaların tamamı, bütünü vermiyor. Sanki bir iksir bu şiir yazma. Ve sadece şair ruhluların bildiği, gizli bir malzemesi var. O olmadan olmuyor.

Cümle vurguları normal, ses tonu düzgün insanlar bile bazen şiir okumak da bocalayabiliyor. He, kaldı ki bende iki özellik de yok. Ses tonum konuşmalarda bile kulak tırmalıyor, vurgular Sabri'nin uzaktan şutları kadar isabetli oluyor. Ama kendimi geçtim, bu iki özelliği taşıyan insanlarda bazen berbat şiir okuyorlar. Demem o  ki, şiiri yazmak gibi, okumakta da bir gizli formül var. 

Belki olay denemededir. İşin gizli bir formülü yoktur, çoğu şeyde olduğu gibi deneyim gereksinimi vardır. Bazıları da şanslıdır, doğuştan yeteneklidir. 

Ya herhangi bir şeye doğuştan yeteneği olanlar ne kadar şanslı lan. Yada olmayanlar ne kadar şanssız. Bak Ronaldo götünü yırtıyor, genede Messi gibi olamıyor. Adamda doğuştan yetenek var. Sen ne kadar kendini geliştirirsen geliştir, o noktaya varamıyorsun. 

Şiire dönersek, daha önce yazmayı denedim, olmadı. Bir tane buraya da koymuştum. En başarılı olan şiirim o. Az önce okumayı denedim. Gene hüsran. Gerçi şiiri okuduğum kişi pek şiir sever olmadığından ne kadar berbat olduğumu yüzüme vuramadı ama kendim kaydedip dinledim. Biri gelsin beni siksin dedim. Allah'ın bu nasıl bir yeteneksizliktir? 

Sadece şiir mi? Yok. Spor alanında beceriksizliğim dillere destan. Futbol, basketbol, falan. Hiç yokum. Ancak en son "ben çok iyiyim" diyen bir kızı basketbolda yenebildim. O da mola ala ala. Çiğerler gitmiş tabii. 

Resin falan deseniz, lisede karneme bir geldi derim. Gerçi resim okuyan bir arkadaşım çizme becerisinin de çalışarak kazanıldığını iddia ediyor. Konudan uzak olsam bile, sikti çekerim. Lan çöp adam çizemiyorum, onu da geçtim düz çizgi çizmede, hatta latin harfleri ile yazı yazmada sıkıntılarım var. Adam bana çalışırsan olur diyor. Olmaz. Yetenek yok. 

Müzik  mi? Flüt çalamıyorum. Kulak fena değil ama parmak hakimiyeti yok. Hadi şan dersi falan alıp zorlasam, belki vokal çıkar. Ama daha diyafram nefesini tam çözemedim. Gırtlaktan konuşup duruyorum. Tiyatro kulübüne giderken bir ara bunlar beni linç edecek bu ses kontrolüm yüzünden diye korkardım. 

Dans? Şaka gibiyim. Yemin ederim dans ederek adam öldürebilirim. Hiç uzatmayayım. 

He bak rol yapmada az biraz yetenek var. Çünkü bu kadar yeteneksizlik arasında o kadar mutsuz oldum ki, süper yalancı oldum. E yalana kendi inanan başkasını da inandırır. Rol yapmak da bence yalan temeline kurulu. Ancak orada da anlamadığımı yapamam. Sözleri anlamıyorsam, yada tam kavrayamıyorsam, olmuyor. Acayip saçma hareketlerde bulunuyorum. Tam bir rezalet çıkıyor ortaya. 

Tek yeteneğim, emin olduğum, sevmek. Gayet temiz severim. Beklentim falan pek olmaz. Kafa yedirtecek kadar haksızlığa uğramıyorsam,  sevgim pek sarsılmaz. Çok zor vazgeçerim, gitmem zor olur. Gerçekten yetenek meselesi bu. Öyle sonradan kazanamazsınız. 


Karga

Teknoloji ne kadar hızlı gelişti değil mi lan? İlk defa bir internet cafeye girdiğim günü hatırlıyorum ben. Sahibi apartmandan komşumuzdu, - Allah rahmet eylesin - ona rağmen acayip çekingen bir şekilde girmiştim içeri. Olay ile yeni tanıştığım için, yol yordam bilmiyordum. Önce mekan sahibine iş anlatmıştım. Ben mal mal konuşurken, "çık yukarı sana fiş kesecekler, istediğin oyunu oyna, bilmiyorsan söyle açsınlar" gibi bir şey söylemişti. 

O dönemler Bill Gates'e "10 yıl sonra herkesin kişisel bilgisayarı olur mu? gibi bir soru sormuşlar. Adam cevap olarak her dizde bile olur demiş. Bu yazıyı kaç kişi masa üstünden okuyacak, kaç kişi diz üstünden, kaç kişi telefonundan? 

Neyse, biz bana dönelim. Bill abi emekli oldu zaten. 

Bir kaç yıl önce, normal bir kahvehaneyi internet kafeye çevirecek gerekli araç gerece ulaşmıştık. İki arkadaşım ile beraber oturmuş, online otun oynuyorduk. Oyunun en heyecanlı yerinde, olmaması gereken şey oldu, faremin pili bitti. 

Koşuyorum, bakkala yetişmek, pil almak gerek. Bakkala ulaşamadan duruyorum. Ellerimi kollarımı kafama siper etmek zorunda kalıyorum. Çünkü iki üç karga kafama pike yapmaya başlıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, sakatlanmış bir kargayı görüyorum. İki adım ötemde yerde çırpınıyor. Arkadaşları ona zarar vereceğimi düşünerek bana saldırıyor, en azından saldırı tehdidinde bulunuyorlar. 

Uğursuzluğun hayvanları diyoruz kargalara. Kötü sesli diyoruz. Gecenin karanlık yaratığı diyoruz. Hep böyle anlattılar bana kargaları. Kargalara hep olumsuz baktık. Ama ben arkadaşını böyle canla başla savunan, kendisini ona siper eden çok az insan gördüm. 

Sadece bir kere bar kavgasına karıştım. O da çok ilginçtir, her boku ben yerim, başım hiç belaya girmez. Neyse, bir kere kavga ortasında kaldım. Orada bu kargalar gibi bir adam görmüştüm. Arkadaşını korumak için tüm vücudunu siper etmişti. En büyük fiziksel hasarı almıştı. Ben mi? Ben ortamı düzeltmeye çalışan adamım. Kavgada bir silgiden fazla faydam olmaz. Kavgaya girmem bile saçma olur. 

Kargalara dönersek, ben pil almalıydım. Oyun beklemez. Bu kargalar ise yolumu kapatmış. Bir yandan da yerdeki için üzülüyorum. Her an bir araba çarpabilir. Sonra baktım, bir kaç karga gelen arabalara pike yapıyor, arkadaşlarını korumaya çalışıyor. Sürücüler olayı fark edip, yol ortasındaki kargayı ezmiyorlar. 

Bir süre önce, ufak bir martı, bizim apartmanın önünde dolanıyor. Volta atıyor sanki pezevenk. Sakat diye aldım hayvanı, eve götürdüm. Dışarısı kedi kaynıyor, almasam beş dakika sonra mama olur. Konu komşuya sordum, bir kaç sokak yukarıda avcılık derneği varmış, oraya götürürsem bir yol bulurlarmış. Kanadı sarmaya malzeme olurmuş. Av derneği? Yahu ne garip iş bu, hayvanları hem öldürüyorlar, hem sakat olanları tedavi etmeyi biliyorlar. 

Koydum bir kutuya götürdüm hayvanı. Sakat falan değilmiş. Yavruymuş. Çatıdan düşmüş. Çatıya bırak annesi alır dedi. Aldım hayvanı geri döndüm, hayatımda ilk defa apartmanın damına çıktım. Bir yandan da ya almazlarsa diye düşünüyorum. Anam ben daha hayvanı koymadan, ciyak ciyak bir martı kafamda dönmeye başladı. Bıraktım hemen oraya yavrusunu. İşte bunlar hep sevap...

Kargalar Cem Bey, kargalar...

Kafama eli kolu siper ede ede geçtim yanından yaralı karganın. Ben dönene kadar ufak ufak havalanma girişimlerine başlamıştı. Zaten yapacak bir şeyim yoktu. Eğer tedavi etmek için bile ellesem, diğer arkadaşları gözümü çıkarır ya da kafamı delerdi. 

Martıdan bir kaç gün önce, babamın kanaryaların birinin yumurtaları çatlamış. Kız arkadaşıma yumurtaları gösterirken fark etmiştik. Yumurta yok, yavru vardı. Ancak kız arkadaşım fark etti ki, kafesin zemininde can çekişen başka bir yavru daha vardı. Ellesem mi, ellemesem mi? Anası alır dedim, anası oralı olmadı. Dokunsam ölecek kadar küçük bir şey. Zor nefes alıyor. Kız arkadaşım panik içinde, ağladı ağlayacak. Dokunmadan peçete ile alıp yuvasına attım. 

Biz kız arkadaşımla ayrıldıktan bir süre sonra o kuş öldü. Kurtardığımız kuşun ömrü, bizim ilişkimizin ömrü kadarmış. Eski kız arkadaşıma söyledim, pek siklemedi. 

Babaannemin balkonu, mübarek botanik bahçe gibi. Her yıl en az bir kere bir güvercin ortamı güzel bulup yuva yapıyor. Bazı yavrular büyüyüp kendi yoluna gidiyor, bazılarını ise kargalar gelip yuvalarındayken yiyor. Kargalar karga olmayanların canlarına değer vermiyor.

Bir kargayı arkadaşlarını nasıl savunduğunu görüp sevebilirsiniz. Arkadaşını kurtarmaya çalışırken o karga tarafından yararlanabilirsiniz. Ufak bir güvercinseniz, bir karganın midesine afiyetle inebilirsiniz.

25 Şubat 2014 Salı

Ses Kaydı

Ülke kayıtlardan kayıtlara gündem belirliyor. 

Gündüzleri bu kayıtlar ile uğraşarak oyalanabiliriz. Bu sırada bazı düşünceler cehennem zebanileri gibi pusuya yatarlar. Sonra gece olur, uğraşlar biter. Pusuda bekleyen düşünceler insanın üzerine hücum ederler. Ruhumuzu kemirir, aklımızı bize zarar vermesi için kullanırlar. 

Ama bazen, farklı bir ses kaydı ortaya çıkar. Ülke gündemini ilgilendirmeyen bir ses kaydı. Size özel gönderilmiş bir ses kaydı... Gönderiminden dört saat sonra görürsünüz, dinlersiniz. Tüm o cehennem zebanilerini bir anda dağıtır. Yüzünüzde kocaman bir gülümseme getirir. 

Sabah ülke ses kayıtı ile karışır, gece siz bir ses kayıtı ile mutlu olursunuz. 

Kayıttaki sesi bir zaman makinesi yapar, onunla geçmişe gidersiniz. Baharın bahar olduğu zamanlara. Sanki bir lise hazırlık öğrencisisiniz ve son sınıftan bir kıza aşık olmuşsunuz. Aşık olmadığınızı bilirsiniz, ancak genede yalancı aşka kapılırsınız. Etraf yeşillenir, kocaman bir bahçede, yüzlerce öğrenci arasında bir onu görürsünüz. Olma şansı yoktur, ihtimali bile neredeyse yoktur. Zaten siz onun sizi sevebilme ihtimalini değil, içinizde yarattığı pırpırlanmayı seversiniz. 

İşte buna benzer duygular yaşadım dün gece. Aşık falan değilim, olmadım. Ama onun sesi bana bir şeyler hatırlatıyor. Eski bir baharın kalıntılarına götürüyor beni. Mutlu etmiyor belki, belki etrafı pembeye boyamıyor. Fakat umut veriyor. Her şeyin gene yeşil olacağının, tüm pembelerin kızıla boyanmadığı umudunu. Yeniden sevebilmenin umudunu. Gözlerimin yeniden parlamasının umudunu veriyor. 

Salak bir şarkı, köpekler ile yapılan bir kavga, ehehe diye biten cümle... Teşekkür ederim. Beni mutlu ettiğin için.

Bir başkadır benim memleketim.

Olum çok çılgın memlekette yaşıyoruz lan. "Bak şu da olmaz ama" diyebileceğimiz tek bir olay bile yok. Yarın öbür gün mollalar "Yeşil Devrim" yapsa kimse şaşırmayacak. Yeşilden 3 ay sonra devrimin rengi kızıla dönse "noluyor lan?" demekten öteye gitmeyeceğiz. Çok alıştık lan biz bu harekete. Yemin ederim sakin bir ülke haline gelsek, intihar etmede dünya rekortmeni olacağız. Sıkılırız çünkü. Olmadı agresif rock müziğe sarar, kızlı erkekli cami, kilise falan yakarız.

Yahu biz buralara bin yıl önce geldiğimizde, ortam gene böyleydi ha. Doğu Roma'da herkes herkesin altını oyuyordu. Bizans entrikası diye deyim boşuna çıkmadı. Biz Tayyip'e padişahlığa özeniyor falan dedik, haksızlık etmişiz. Adam direk Roma İmparatoru olmuş, haberimiz yokmuş. Bak iddia ediyorum, yakında papazlara, rahiplere laf atar. Sizin dininiz bu değil der. 

Cemaate yakın savcılar... falan filan... Ya kimse yadırgamıyor mu? Cemaate yakın savcı ne amk? Lan cemaat ne? Emekli müezzin ne ara bu hale gelmiş? Ya ülkenin başbakanı abilerden ablalardan bahsediyor meydanlarda. Şikayet ediyor, inanmayın bunlara diyor. Olm ben orta okuldayken, bu iktidar partisi daha kurulmamışken vardı bu abi  muhabbeti. Kendi aramızda dalga geçtiğimiz bir sistemdi. Yani ben hala öyle sanıyorum. Makbule yemeler, "kola çok güzel olmuş eline sağlık Hilmi abi"ler falandı muhabbet. Şimdi adamlar terörist muamelesi görecek. İki üç saf adamdan bahsediyoruz ha? Öyle cemaatin ileri gelenlerinden değil. E git onlarla uğraş, Sivas'taki ablaya ne takıyorsun kafayı? Biri gidecek evi basacak sonra. E tabii alıştın, kudurmuştan betersin. Paso sallıyorsun, bölüyorsun, galeyana getiriyorsun.
Öbür taraf daha komik. Biri televizyonda emekli müezzin dedi diye yayını terk falan ediyorlar. Adam emekli müezzin amk. Ne diyeceklerdi? Çok muhterem hoca efendi mi? Ne hocası olm bu adam? Ancak bağırırken gördüm, tabii daha çok ağlarken gördüm. Birde bu adamlar İslam İslam diyor, dünyada ne kadar müslüman ülke varsa anası belliyen ABD'nin eyaletinde kalan adama hoca diyorlar. Ne perhiz, ne lahana turşusu?

Lan elalemde mason var, illuminati var. Bizde cemaat var. Gücüme gidiyor yeminlen. 

Amerikan başkanını bile silahlar ile vurarak öldürüyorlar. Bizimkine telekinesis olsun, bed dua olsun. Ya geçenlerde Pakistana gitti, at hediye ettiler. Kesin suikast girişimiydi, bizim basın nasıl atladı anlamadım. 

Basın demişken, aloo Fatih var değil mi? Yahu bir de pişkin pişkin, "evet aradım." diyor ya. Ya olm, sayın başbaganım, afadersin ama sen bizle kafa mı buluyorsun? Sana ne olm elalemin televizyonundan ?  Senin işin değil o. 

CHP daha komik lan. Adamlar iktidar olmayalım diye mi uğraşıyorlar ne? E biliyorlar millet bir manyak, başımıza iş almayalım, böyle iyi diyerek takılıyorlar. Çünkü beceremezler. Bak mesala Mavi Marmara olayı CHP yönetimindeki ülkede olsaydı, durduk yere savaş çıkacaktı. Kıvıramaz çünkü onlar hem vatandaşlarının ölümüne sessiz kalıp, hem kendilerini fatih gibi göstermeyi. 

Bak vallahi kapatalım ülkeyi, gidelim. Gerçi çok kalabalığız lan, nereye gideceğiz ki? kimse almaz olm bizi. Geçen tv de bir adam gördüm. "Fransa'da 20 yıl kaldım, tek kelime öğrenmedim gavurun dilini" diye övünüyordu. Halimiz bu amk.

He birde izdivaç programında çok ilginç bir şey gördüm. Kadın adama talip olmuş, gelmiş. Ancak sorgulayan, seçici davranan da kendisi. Sanki adam ona talip gelmiş gibi davranıyor. Öbür garibim de o kadar doğal buluyor ki bunu, ağlarsınız haline. Lan olm, o sana talip geldi, beğenmediysen ne geldin falan desene. Yok. Vur enseye al lokmasını oturuyor. 

Öyle işte. Canım sıkıldı biraz yazacak bir şey bulamadım rast gele takıldım. 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Ahlaksız

Ben bu karikatür çok severim. Ahlak felsefemiz üzerine ciltlerce kitap yazsak, temel hatamızı bu kadar açık bir şekilde ortaya koyamazdık.

Edep bölgesi... Tabire bakarmısınız ya. Pipinin veya kukunun bulunduğu alana edep bölgesi diyoruz. Ahlakı
cinselliğe indirmiş olduğumuzun en güzel örneklerinden biri de bu tabir. Hangi sağlıklı felsefe, edebi bu kadar salt cinselliğe indirgeyebilir ki? Ama yaşamlar felsefeden kopuk işte. Dil sadece yaşanan gerçekleri yansıtıyor. Tüm ideallerimizi, düşüncelerimizi böylelikle boşa çıkarıyor. Bizim ahlak anlayışımızın temeli bu işte. Edep bölgesi.

Hayır birde pasiflik içeriyor. Edep bölgesi aktif olana edepsiz diyoruz. 

Başka kime edepsiz diyoruz? Küfür eden çocuklara, kadınların yanında cinsellik konuşan adamlara, babasının yanında bacak bacak üstüne atan evlada... Ben hiç bir hırsınız arkasından edepsiz, ahlaksız diye bağırıldığını duymadım.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni temelinden sarsacak kadar ahlaksız davranışlarından dolayı...

Dayımın resen emekli edilme nedenini okudunuz. Kurmay yarbay rütbesinden emekli edildi. Tüm kariyeri boyunca tüm üstlerince taktir edilmiş, iki yabancı dil bilen, sicilinde tek bir şikayet bulunmayan dayım, isimsiz bir mail ile ordudan atıldı. Hem de ne atılma. Tüm hayatını etkileyecek bir çizik ile, resmen artık öl sen denilerek. Öl dediler. 

Dayım değil ama, aynı gün atılan subaylardan Üsteğmen Nazlıgül Daştanoğlu kendi beylik silahı ile ertesi gün hayatını sona erdirdi. Devletin silahlı kuvvetleri ahlaksız dedi. Emekliye sevk etti. Ancak silahını ve kimliğini almadı. Evet, Nazlıgül çok ahlaksız, silahını ve kimliğini onda bırakacak kadar beyinsiz olan üstleri ahlak abidesi. 

Neyse pek yazmak istemiyorum, bilgisayarın tuşları lazım bana, kırılmasın. Dileyenler linkten haberi okuyabilir. Okuyanlar görecekler ki, subaylarımız kendi kendilerine ahlaksız olabiliyorlar. Zira Nazlıgül ile birliktelik yaşadığı iddia edilen 6 kişi hakkında kavuşturma yapılmamış. 



Herhangi bir ordunun ahlaktan bahsedebilmesi gerçekten çok komik. İşleri bir nevi profesyonel katillik olan insanlardan bahsediyoruz. Sonra onların ahlak adına hak hukuk dağıtmasını görüyoruz. Bahsettiğimiz insanlar deprem zamanı göçük altından hayat kurtaran Mehmetçik mi? Sanmıyorum. 

Zamanında irtica nedeni ile insanlar ordudan atılırdı. Onda bir mantık vardı. Üst - alt hiyerarşisinin bozulması. E ordunun temeli de budur zaten. Peki bu Nazlıgül nasıl bozdu bu düzeninizi? Altı ile gönül ilişkisi kurarak mı? E o zaman müdür yardımcısı ile evli müdürleri de kovalım. Yada eşit örnek olsun. Altıyla ilişkisi olan bir erkek subayı da kovun. 

Peki eşcinsellerin durumu? Eşcinsel subayımız olabilir mi? 

Benim dayım naptı la? 40 yaşına gelmeden kurmay yarbay olması mıydı sorun? Babasının da asker olması mı? Cumhuriyete bağlı olması mı? 

Uluderenin hesabını verdi mi silahlı kuvvetler? O olaya neden olanlar mı ahlaksız, yoksa Nazlıgül mü? Şerefli ordumuza sorarsanız, Nazlıgül. İnsan vicdanına sorun bence.

Şehit verdiğimiz gün kokteyli bölmeyen hava kuvvetleri mi ahlaksız, dayım mı? Yoksa bu kokteylden sonra hava kuvvetlerine lanet okumuş er arkadaşım hakan mı? Zira onunla da mahkemelik oldular. 

İnsanlar fişlemelerden, dinlemelerden konuşuyorlar. Silahlı kuvvetler tarafından ahlaksız olarak damgalanmayı denesinler. Kafanızın üzerinde Demokles'in Kılıcı gibi sallandığını görmüş olursunuz. 

Etraf hırsız dolu, ahlaksız olan biziz ama. Etraf katil dolu, edepsiz olanlar biziz.

Gölgeler

A şehrinden B şehrine, B şehrinden A şehrine birer araba hareket ediyor. Ben yolun ortasında bir yerlerde bekliyorum. Bu sırada C şehrinden A'ya doğru bir de tren kalkıyor. A, B, C şehirler, arabalar, trenler ve kazalar. Birileri ölüyor, birileri sakat kalıyor. Ben yolun ortasında duruyorum.

G şehrinde 30tl borç için adam en yakın arkadaşını bıçakla kesiyor. Arkadaş? F şehrinde adam kendisini terk etti diye sevgilisini öldürüyor. Sevgili? N şehrinde baba, kızına cinsel istismarda bulunuyor. Baba? L şehrinde bir kız annesini uykusunda boğuyor. Sebebi yok. Evlat?
Televizyondan haberler dönüyor. İzliyorum. Sanki dünya bu haberler ile dönüyor. Ben izliyorum. 

Z şehrinde ormanlar yanıyor, H şehrinde depremler oluyor, K şehrini sel vuruyor. Bizim buralar kurak, soğuk, sakin durumda. 

Anlatıyorlar, sadece yankıları duyuyorum. Gösteriyorlar, sanki gölge oyunu izliyorum. Derdimiz ne lan? Çabala çabala, eeee o hala senden çok kazanıyor. 

Kimin umurunda? Şehirler yanıyor, ülke çöküyor, dünya dönmeyi bırakmış, sanki batıyor. Hep mi böyleydi? Roma daha mı iyiydi? Yok yok, Bizim mayamız bozuk. 

İnsanlar değil, gölgeleri yaşasa ne kadar daha düzgün olurdu dünya değil mi?

Bizden önce her şey daha iyi gidiyordu sanki. Etçiller otçulları yiyordu, biz paso bir birimizi yiyoruz. Sonra Afrika'nın kabilelerine yüssüzce yamyam diyoruz.

Tsunamilere katil muamelesi yapıyoruz da, kendi santralimizi hala melek sanıyoruz. Dünyanın gücüne karşı zayıf kalırken, evreni fethe çıkıyoruz. Yani siz çıkıyorsunuz. Ben burada oturuyorum. İki metrekarede yaşamaktan memnunum. Belki değilimdir ama... Bilinmezlere ekler geçerim. 

A şehrinden B'ye gitmek varken, oturmayı tercih ediyorum. Ama gitsem araba kaza yapacak. Oturarak yaşamak mı? Giderken kaza geçirmek mi? Çok hoş seçimler. Ben oturayım, gölgem gitsin. Olmaz mı öyle? Olmaz değil mi? 

Komik

"Neden sürekli şaka yapmaya, komik olmaya çalışıyorsun?"

Peki bu soruyu bana neden hiç tanımadığım biri soruyor lan? Yahu meraklı adamım ben. Her şeyi sorar, sorgularım da, kendimle ilgili en önemli durumlardan birini nasıl bu kadar göz ardı etmişim lan?

Abartmıyorum, uzayda yaşam ile ilgili 300 sayfa kitap yazabilirim. Çok düşündüm ben bu konuyu. Ne bana ne astroloji bilimine bir faydası olur ama gene de yazabilirim yani. 

İzafiyet teorisine göre cinleri maddeleştirmişliğim var. Tek başıma da yapmadım, bir grup deli ile beraber lisede bunları konuştuk. 

Evden minibüse yol kaç adım diye saymışlığım var. 

Kedi kep mi dört ayak üstüne düşer? 

Lan ne bana, ne bir başkasına faydası olacak bilgilerin peşine düştüm hep, bir kere bile kendimi kurcalamak aklıma gelmedi. Sözde hayat felsefem "kendini tanı"mak üzerine kurulu birde. Neden üzgün olduğumu çok düşündüm de, bir kere bile neşemin peşine düşmedim. e gerek yok ki, insan neşeliyken bunu kurcalama ihtiyacı duymuyor. Altta yatan tehlikeleri göremiyor. 

Bakın, benim bir kıyamet teorim var. (Teorinin saçmalığını geçtim, bir teorim olması bile saçma değil mi lan?)

Şimdi dünyanın berbat bir hale geleceği ve bu nedenle tanrıların insanları cezalandırmak için bir felaket yollayacağı, kıyamet mitinin temelini oluşturuyor. Ancak insan gibi, toplumda ters giden şeyler felaket boyutuna erişince hızla tedaviye ihtiyaç duyar. yani berbat yapılarımız bizi rahatsız ettikçe, istesek de istemesek de bunu tedaviye başlarız. Büyük ihtimal ile de başarırız. 

Toplumlarda bağırsak temizliği yapar, kendini arındırmaya çalışır. Pis kanın akması gibidir bazen, bazen bir devrimdir, yıkıp baştan kurmaktır. Bazen farklı bir topluma teslim olmaktır. İşlerin berbat bir hal aldığı tüm toplumlar bir şekilde evrilmek durumunda kalır. 

İşte bu nedenden kıyamet her şeyin berbat olduğu anda değil, her şeyin mükemmel olduğu anda gelecektir. İnsanlar genel anlamda o kadar kusursuz bir topluma ulaşacak ki, çürümeyi göremeyecekler bile. Yozlaşma sıradan ve normal sayılacak, belki de geçerli etik olacak. İşte kıyamet, görüntüde her şeyin mükemmel olduğu bu anlarda gelecek.

Kişisel kıyametler de berbat anlarda değil, mükemmel olduğumuz anlarda gelir. 

Belki de tam da bu yüzden neşeliydim. Görüntüyü kurtarmak için, altta kalanları gizlemek için. Ne ben, ne bir başkası hoşlanır altta kalanlardan. Ancak hataları, çürümüşlüğü kabullenmeden, değişimi de bulamıyor insan. Bu nedenle kendime ufak çaplı bir kıyamet yaratmak zorunda kaldım. Yeniden doğmak için, bana iyi gelenleri yıktım. Kişisel kıyametim, kişisel kurtuluşum. 

Şimdi yazmabilmek ne hoş bir duygu. Tüm karamsarlığımı akıtabiliyorum. İçimde patlatacağıma, dışa vuruyorum. Kendi çürümüşlüğümü, üzüntümü, korkumu görebiliyorum. Belki bu sefer, neşeyi başka bir şeyi gizlemek için değil, neşe olduğu için yaşarım.

23 Şubat 2014 Pazar

Bebek

"Abini hiç anlamadım da, seni doğururken bir taraflarım çatmıştı." Annem hep der bunu. Neyin geldiği daha doğarken mi belli olur? Ne olacağımız, daha doğmadan belli olur. Yani bir kısmı... Karakterimiz daha ana karnındayken şekillenmeye başlar. Kader dediğimiz, daha o zamandan örülür. Bir kısmını da biz sonradan çizeriz. 

Daha memeden kesilmemiş bir bebekten bahsediyorum. Yani bahsedeceğim.  Dişleri çıkmaya başlamış, hala meme emen bir bebek. Emmek ile kalmıyor, memeyi dişliyor, sonrada dişlediği meme ile beraber kafasını geri çekiyor ve annesinin suratına bakıyor. Kadıncağız ağlar, ama veledini beslemeye devam edermiş. Tahmin edeceğiniz gibi bu bebek ben oluyorum. 

Benim doğduğum yıl, Berlin duvarı yıkıldı. Soğuk savaş sona erdi. Ülkemizde Özal dönemi vardı. Yığınla yabancı ürün ve marka ülkeye akıyordu. Benim payıma, hazır bez düştü. Annem bezi ilk defa bağladı. Arada bir işedim mi diye kontrol etti. Bende tık yok. Herhalde işiyor ve bez emiyor diye düşündü annem. Bravo. Üniversite mezunu kadınsın, üstelik hemşiresin. Bez ile imtihanı kaybediyorsun. Aradan saatler geçiyor, annem kıllanıyor. Doğru acile gidiyoruz. Zaten ben daha 20 günlükken, doktor 20 iğne yazmış hesabıma. Hastahanelere alışkın bir bebekmişim. 

Doktor karnıma dokunmuş, teşhisi koymuş. Bacağıma iğneyi saplamış ve... Suratı ıslanmış. Doktorun suratına işeyen bebekler, sadece filmlerde komedi unsuru değiller. Beni tanıyorsanız, onlardan birini tanıyorsunuz demektir.

Bezlere fazla para gömmedik. 1,5 yaşımda altıma etmeyi bıraktım. E bunu neden anlatıyorum şimdi? Çünkü ben 3 yaşına kadar konuşmayı çözemedim.Konuşamadan, işaretler ile derdimi anlattım. Yaşıtım olan kuzen, maşallahı var, şakıyor. Ancak altına yapmaya devam. "Sıçıcam işte, sıçıcam" diye etrafta dolanıyor. Benim konuşamazken ıh ıh ile dert anlatmamı gördükçe, rahmetli halamın sinirleri kalkarmış. 

Konuşamamamın sıkıntısını ise babam çekmiş. Adamcağız seyahate gider, tabii o zamanlar cep telefonu da yok. Postahaneden evi ararmış. Konuşamıyorum ben daha, ama illa konuşacağım babamla. Üh ürü üüüüü, hav hav hav, miyav miyav... Konuşma olayım buymuş. Bir postahanede bana cevap olarak aynı sesleri çıkaran babamı hayal edin. Hazır başlamışken, kendinizi Antalya'ya gelmiş bir turist olarak da hayal edin. Babama uzaylı gibi bakan bir turist oldunuz, tebrikler. 

3 yaşına kadar konuşamayınca, bir daha susmadım tabii. Hala acısını çıkarıyorum. 

5 yaşıma falan geldim. Abim "anne ben hep sizin yanınızda oturacağım" dermiş. Ben ise "ben teeee orada oturacağım." Bildiğim en uzak yer teee orası olduğu için teee orada oturmak istiyordum. Abim şimdi annemlere çok yakın oturuyor, ben hala teee oralara bakıyorum.

Gene 5 yaşımda falanım. Yahu nasıl bir bebek, huzur evi nedir falan bilir? Neden bilir? İzzet Baysal huzur evinin oradan arabayla geçiyoruz. Huzur evi olduğunu duyunca "anne, baba bakın sizi buraya kapatıcam" diyorum. Çok ciddiyim. Demişim bunu. Babam daha dün bile diyordu, ne şerefsizsin sen diye. İçine oturmuş adamın. 


Eksik bir şey mi var?

Bir şey olsun lan. Herhangi bir şey. Bir değişiklik, bir mutluluk, bir mutsuzluk daha, belki bir kayıp daha... Olmaz mı? Biri bir şey yapsın lan. Yapın bir şeyler. 

Soğumuyor, geçmiyor, bitmiyor. Bitti sanıyorum, kurtuldum sanıyorum. Bir anda geri geliyor. Bazen bir asansörde, bazen bir tabelada, bir gülüşte, biranın son yudumunda... Bambaşka bir ülkede, bambaşka bir şehirde, bir şekilde geri geliyor işte. 

Bir şey yapabilecek kimse yok mu? Sesi mi duyan var mı? 

Deniyorlar, çabalıyorlar. Kısa süreli çözümler, kısa süreli... Doktor gitti. Lokman neredesin? Bir şey yapamaz mısınız? Herhangi bir şey lan... Ufak bir şeyler. Deneme istemiyorum, olsun istiyorum. Çabayı değil, başarıyı istiyorum. Süreci değil artık sonucu istiyorum. Son bulsun istiyorum. Son. End. Fin. 

Bir şey yapamaz mısınız lan? 

Ne olur lan.

"Sen de acı eksikmiş kardeşim." Eksikmiş, çok eksikmiş. Şimdi istediğimden fazlası var. Yapmıyorum hiç bir şey. Olmuyor hiç bir şey. İstemiyorum. Işık yok, karanlık yok. Hiçliğin ortasında bir ben, ve bir ben daha var. Kendimle kavga etmekten yoruldum. Bir şey istiyorum. Herhangi bir şey. Yok mu cidden kimse? 

Dönüşü olmayan gidişler, her anımız onlar. Geri dönüş yok. İleride bir yol yok. Ortada bir yerlerdeyim. Geçmiş gelecek olmuş, gelecek geçmişe karışmış. Ne olur lan, biri çözsün bu düğümleri. Ben çözemiyorum. Yolu göremiyorum ki yürüyeyim. Yol var mı ki? Bir şey yapacak biri var mı ki? 

Sadece boşalmış içim mi var? Bin bir derdi olan insanlar bile bana bakıp haline şükrediyor. Boşalmış bir içim mi var? Elimde ne var? 

"Tek başarımdı"  dedim. "Bu sağlıklı mı?" dedi. "Şimdi kendini sorgula, insanı çok büyütüyor bu dönemler." 

Nasıl bilirsiniz? Kurgu karakteri gibi adam. Bu dünyadan değil sanki. Öyleyim galiba. Bu dünyaya ait değilim. Belki de bu yüzden ölüm takıntısı var bende. Bir sonrakini istiyorum. Göç etmek istiyorum. Ama gidemem. Şimdi değil. Daha tamamlanmadı burada işim. Yenik bir halde gitsem, pes etti derler. Pes etmeyi yediremem. Onlar değil de, ben bile yenildin derim. Bundan korkarım. Başarmadan gitmeyeceğim buralardan. Başarınca kimse tutmasın beni. 

Acı eksikmiş. Şimdi istemediğim kadar var. Bırakmıyor peşimi. Denedim her yolu, gitmedi içimden. Denemek istemiyorum artık. Tembel adamım ben. Bu kadarı bile fazlaydı. Benim adıma, bir şey yapamaz mısınız lan? 

Biri bir şey yapsın, sonra bahar gelir.

Anneanne

"Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?" 

Benim cevap "anneannemi seviyorum" olurdu. 

En son görüştüğünüzde sizinle güreş tutabilen bir kadının, bir daha ki karşılaşmanızda kendisine dokunulmasından korkar hale geldiğini düşünün. Ne olduğunu bile kimsenin tam olarak anlayamadığı bir hastalık tarafından, için için kemirildiğini, tüm gücünün emildiğini düşünün. Sadece fiziksel etkileri değil, psikolojik etkileri de düşünün. 

Bir doktorun, size 3 ay ömrünüz kaldı dediğini hayal etmeye çalışın.

Her şeyi içine atardı. Yani benim hatırladığım kadarıyla öyleydi. Hiç sinirlenip aşırı bit tepki verdiğini hatırlamıyorum. Kendi kızına karşı, torununu savunanlardandı. "Olur öyle kızma çocuğa. Ne olacak kırıldıysa, yenisi alınır." Torunun büyüdüğünü de pek kabullenemezdi ya. Orta okulda okuyan, vücudu kıllanmaya başlamış erkek toruna banyo yaptırmaya kalkardı. "Çocukken ben yıkardım seni." Tamam, eyvallah, ama ben artık  pek de çocuk değilim be anneanne. 

Kah ve kih... kah kah kih kih... Anneannemin hayatını özetleyen, aslında anlamsız gibi görünen, gerçekte hayatın anlamı olması gereken kelime yansımaları. Gülmeyi güldürmeyi sevmek bana anneannemden miras kalmış. Belki Trakyalı olmak da üzerime sos sürmüştür. Pek emin değilim. 

Hastalıklar bizi kemiriyor. Kendimizi kendimiz mi hasta ediyoruz? Yani aslında biz kendimizi kemirdiğimiz için mi bir hastalık peyda oluyor. Anneannem hep içine atardı. Üzüntüsünü sıkıntısını içinde yaşardı. Mideden yaşamak gibi bir şey. Zaten hastalık da midede gösterdi kendini. Ne olduğu hiç anlaşılamadı. Ama mide her geçen gün yok oluyordu. Sinirim, stresim hep mideme vurur. Belki anneannemde de durum aynıydı. Hep midesinde bir ağrı ile yaşardı. Bilemem. 

Melek gibi kadın, hastalığının son günlerinde, belki de yıllarında hızla değişti. Hiç yapamadığı kaprisler ortaya çıktı. tüm hayatı boyunca başkalarını düşünerek, başkalarına üzülerek, başkalarına sevinerek geçen hayatın, belki pişmanlığı, belki intikamıydı kaprisleri. Kök söktürmek deyiminin vücut bulmuş hali gibiymiş. -Miş diyorum, çünkü ben hiç görmedim. Hep kaçtım anneannemden. Son dönemlerini görmek istemdim. Onu kötü hatırlamak istemedim. Belkide bu yüzden, en güzel haliyle hala kafamın içinde. 

Son günlerinde yatağından pek ayrılmazdı. Yemeği bile yatağında yerdi. Bir şeyler oldu, İzmir'e, anneannemin yanına gitmek zorunda kaldım. Orada pek kalmayacağımı biliyordum. Ancak anneanneyi hasta yatağında bırakmak da istemiyordum. 

Banyoda elimi yüzümü yıkıyordum. Anneannem, kapris içerisinde, anneme öyle yap, böyle yap diye emrediyor. Oram buram ağrıyor diye konuşuyor. Banyonun kapısından anneanneme bakıyorum. Acı çeker gibi bir hali var. Hiç bir zaman şişman olmamıştı, ama hiç bu kadar zayıf da olmamıştı. Küçücük kalmış, sanki azala azala cenin haline gelecek gibi. Sürekli sağ tarafına yattığı için, kulakçağızı yara olmuş, bir sargı bezi ile sarılmış. Be kadın, üç yıl önce benimle güreş tutan kadın. Bu kadın, üç yıl önce dans ede ede salona gelip bizi de dans ettiren kadın. Bu kadın, kız arkadaşımla tanışmasını istediğim kadın. Bu kadın 3 yıl önce, 3 ay ömür biçilen kadın. Bu kadın benim anneannem. Dünya üzerindeki en sevdiğim insan. 

Anneannem beni fark etti. Dilini dışarı çıkarıp, sağ eliyle "yok bir şey" hareketi yaptı. "İyiyim, nazlanıyorum" demek istedi. Suratımda nasıl bir dehşet vardıysa, bu hasta kadına son yalanını söyletmeyi başarmıştım. Torununa son defa "olur öyle" dedirtmiştim. Beni nasıl mutlu ettiğini anlatmaya kelimelerim yetmez. Bile bile, hiç şüphe dahi etmeden balıklama atladım yalana. Anneannem iyi dedim, Aydın'a abimin yanına gittim. Bu anneannemi son görüşümdü.

Bir kaç ay sonra, bir cumartesi günü annemin telefonu ile uyandım. Daha telefonu açmadan ne diyeceğini biliyordum. Babama haberi verdim, o hazırlanırken halama gidip ona da haberi verdim. Halama doğru yürürken ve halamla babaanneme haberi verirken, biraz gözlerim doldu. Ağlamadım.

Babamla yola düştük, İzmir'e gittik. Eve girdim. Anneannem içeride, onu son gördüğüm yerde yatıyordu. Daha doğrusu ondan geri kalanlar oradaydı. 

Bir süre evde oyalandım. 

Evin mutfağında kiler gibi de kullanılan ufak bir balkon vardı. Sigara içmeye oraya çıkardım. Hazır kimse yok etrafımda, çıkıp bir sigara yaktım. Damlaları atık gözümde tutamıyordum. Kendi kendime orada ağlamak, iyi gelirdi beh. Sonra abim geldi, ağladığımı gördü. Göğsüne yaslandım. İlk defa bir abim olduğuna ve boyunun benden on santim uzun olduğuna şükrediyordum. O göğüste ağlarken, zaman ve mekandan soyutlandım. 

Abimle gidip, anneannemden kalanlara baktık. Oda da iki canlı, bir cansız beden vardı. En güzelimiz, cansız olanımızdı. Tabutu bile güzeldi. Çiçeklerle süslenmişti. Sıra gömmeye gelene kadar, her şey benim için "okey"di. Ah, bana okey oynamayı da anneannem öğretmişti. 

Gömemedim. Gene kaçtım. Biraz ağladım. Anneler günüydü, nasıl gömeyim anneannemi? 

21 Şubat 2014 Cuma

Cenaze

Nasıl bilirdiniz? 

İyi bilirdik(X3)

Hakkınızı helal  ediyor musunuz?

Helal olsun(X3)

Arkamızdan böle bir şeyler diyecekler, sonra hop, toprağa bırakacaklar bizi. Rahmetli dedem, hastahanede son günlerini yaşarken sırt ağrılarından şikayet ederdi. Halama söylemiş, sırtımı bizim köyün mezarlığının toprağına bir versem, geçecek demiş. Bir kaç gün sonra verdi sırtını, Sırt ağrılarını bize miras bıraktı. Onunkiler geçmiştir.

Dedemin ardından da, arkadaşımın babasının ardından da, hiç tanımadığım adamların ardından da aynı sorulara aynı cevapları verdim. "İyi bilirdik, helal olsun" dedim. Sonsuz eşitlik bu olsa gerek. 

Ama değil işte. Cenazelerde asıl muhabbet, cenaze öncesi cami avlusundaki dedikodulardır. Replikler dışında, sizi nasıl bildiklerini orada söyler insanlar. "Çok içerdi, kendine etti. Çok çalıştı, hiç kendine bakmadı tatil yapmadı. Yetimlere hiç bir şey bırakmadan gitti, hep hovardalık etti. Karısına çok çektirdi. Çok çekerdi kocasından. Baba şu kadar borç taktı da gitti rahmetli..."

Acaba insanlar o tabutun içinde, musallat taşında yatarken, bu söylenenleri duyuyorlar mı? Katıldığım cenazelerde ölünün arkasından öyle laflar edildi ki, ben o ölü olsam ve söylenenleri duysam, vampir olur geri gelirdim. Adam ölmüş, hala 50tl'lik borç peşinde olan insanlar var. 

Cenazelerde en hoşlanmadığım şey ise, ölen kişinin yakın erkek akrabalarının durumu. İki gece önce "kardeşim şerefine" diye kadeh tokuşturduğum adam, imdi musallatın ucunda, suratında bir kabız ifadesi ile duruyor. Her gelen başın "sağ olsun" diyor, "dostlar sağ olsun" diye cevap veriyor. İçinde kıyametler koparken, o metanetli görünme çabası, sadece sahte diye ifade edilir. Yedi kat yabancı gibi hissederim kendimi. Çünkü bende o sahteliğe dalarım. Sadece "başın sağ olsun" diyebilirim. "Dostlar sağ olsun" repliğini içimden tekrar geçerim. 

Bizde cenaze yemekleri, tavuklu pilav, gavurda şarap... Şarap daha mı iyidir? Sarhoş olmak bazen iyidir. İçinde tutamazsın, metanetli olmaya çalışmazsın. Doya doya ağlar, doya doya dökersin içini. Gerçek zayıflıklar, sahte metanetten iyidir. 

Ah bir de gömmek var değil mi? Beyaz kefenin içinde insan mı var? Sanki patates çuvalı var. Bir zamanlar beraber gülüp, ağlayıp, hayatı yaşadığın biri, şimdi bir patates çuvalı gibi. Sana hayat yolculuğunu öğreten baban, şimdi son yolculuğunu senin onu taşıman sayesinde yapıyor. Tabuta el verenler, sadece mezara kadar el verirler. O mezarın içine en yakın erkek akrabalar girer. Bir ailenin erkeklerin en yakın olduğu anlar bunlar. Amcan çökmüş olur, dayın dağılmış, herkes bitmiş, okeye dönüyor. Herkesin acısı ölenden daha büyük. Adam öldü, ama ortamdaki en şanslı kişi o sanki. O ilk toprağı atmak. Ya insan annesinin üzerine toprak atabilir mi? Atıyor işte. O anda biter işte o sahte metanet. Farkında olmadan akar gözden yaşlar. Anneannenin üzerine göz yaşı ile ıslattığın toprağı atarsın. 

Cenaze evinin her köşesinde fısır fısır konuşmalar. Cenaze sahiplerinden biri geldiğinde, dedikodular sona erer, az önce doların yükselişinden konuşan ağızlar, ah rahmetli ne iyi insandı der. Bir kaç şovmen en çok ben ağlayacağım, en üzgün ben görünmeliyim yarışına girer. Bir kaç kadın kendini yere atar, bayılır, yada bayılmış numarası yapar. Cenaze sahibi bir şova ev sahipliği yapar. Bitsin ister, ama sesini çıkaramaz. 

Elinde sonun da herkes gider, rahmetli kocanla yattığın yatağa tek başına yatarsın. İşte o zaman anlarsın yokluğunu. Oğlunun yatağında uyuyan anneler olur. Annesinin baş örtüsü burnunun ucunda uyuyan evlatlar. Cenazeler hala kalkmadı. Cenazeyi insanlar değil, zaman kaldırır.

20 Şubat 2014 Perşembe

Nerede başlar? Nerede biter?

Evrenin devasalığı karşısında düştüğüm dehşetten daha önce bahsetmiştim. Aynı devasalık hissi bazen kafamın içinde oluyor desem, "iyice delirdi bu", der misiniz?

Bazen bir şeyler düşünüyorum, sonra ucunu kaçırıyorum. Kafamın içinde başa dönmeye çalıştığımda, karşıma devasa bir boşluk çıkıyor. Sanki bembeyaz bir sayfa... 

Tüm evrendeki maddeler, uzay boşluğuna oranla, parçacık kadar yer kaplıyor. Sanki zihnimdeki fikirlerde öyle işte. Koca bir boşlukta, bir şeyler aramaya çalışıyorum. Yol yok, tabela yok. When you look at to the TABELA durumu. Sonuç ile süreç çok farklı oluyor. 

Boşlukta fikri aramak bu kadar zorken, cevapları bulmak imkansız gibi. Cevabı buldum sanıyorum, bu sefer soruyu unuttuğumu fark ediyorum. Yani bir arpa boyu yol almak için tüm hayatım süresince debelenip duruyorum. Ne kadar yol alabildiğim de tartışılır.

"Bak  gene aynı yerdeyiz" dedim. "Onu geç, insanlar bile hala aynı" dedi. Sanki bizim dışımızda herkes ilerledi. Biz buraya saplandık kaldık. Aynı yerler, aynı içkiler, aynı insanlar. Önemli olanlar eksilmiş sadece. bir süre sonra onların da yeri dolar. Ama hiç bir şey değişmez, yol almış olmayız.

Düşünmeyince fark etmiyor işte insan bunları. Fark edince de düşünecek gücü bulamıyor. 

Şimdi çok saçma gelecek ama bir çıkarım yapmaya çalışacağım. Diyorum ya soru da cevap da kayıp diye. saçmalıyorsam mazur görün.

Aşil asla kaplumbağayı geçemez hikayesini biliyor musunuz? Yada bir mermi insana asla ulaşamaz. Mermi yolun yarısını 1 saniyede alır. Kalan yolun yarısını 0,5 saniyede, kalanın yarısını 0,25, kalanın... bu matematik sonsuza kadar uzar gider. 

Evrenin büyüklüğü sonsuz ya, küçüklüğü de sonsuz. Atomdan küçük elektron var. Ondan küçük ne var? Yok bu son diyebilir miyiz? Her elektronun bir evren modeli olmadığını bilebilir miyiz? 

İşte zaman da böyle. Her an sonsuzluk demektir. Ve bir sonraki an'a ulaşabilmek için, aslında sonsuzlukta bir yırtık açıyoruz. 

Kafası karışan var mı? Benimki hep karışık. 

Şimdi bana dönersek, bir arpa boyu yol almak için, önümde iki yol görüyorum. Ya gözlerimi kapatıp, sahte bir gerçeklikte, inandığım her şeye ihanet ederek, yürümeye başlayacağım. Yada sonsuzu yırtmak için beyhude uğraşacağım. 

İlk yol, bir kere daha ölmek gibi. Kendime, inandıklarıma ihanet. Potansiyelime ihanettir. 

İkinci yol ise, karanlık bir tünelde koşmak gibi. Sürekli bir yerlere çarpıp canım acıya acıya koşmak. Büyük ihtimal ile, tünelden çıkamadan ölüp gitmek. Peki ya başarabilirsem? En ufak bir umut parçası bile ne kadar değerli bu anlarda. Sonsuzu yırtan bu anlarda. 


Yaslanmak

Hata insanlara mahsus.
Bazen yanlış duvarlara yaslanırız.
Sırtımızı ona dayar, güvende olduğumuzu düşünürüz.
Sallanır sallanır ama yıkılmaz deriz. Güvenin bir ilizyon olduğunu anlayamayız. Belki de biliriz, ama kendimizi kandırmadan duramayız genede.
Ve sırtımızı yasladığımız o duvar, yıkılmayacağını sandığımız bütün o hayaller, aniden yıkılır.

Uzayda, boşlukta sallanan nesnelerdir, gezegenler.
İçlerinde hayat olan.
Her şey bir boşluğun içinde.
Duvar, hayaller üzerimize yıkıldığı zaman, bir gezegen mi oluruz?
Boşlukta kalırız.
Yolların ortasında belki.
Olmadığını artık açıkça gördüğümüz duvar, olmayan duvar, üzerimizde yıkıntıyken var gibidir.
Ah bu kafa karışıklığı, ah bizi kandıran düşmanımız. 
Kendimiz varken, düşmana ne ihtiyacımız var ki bizim?
Boşlukta sallanmak, boşluğun içinde kaybolmak.
Bir doğru bulmaya çalışmak, beyhude çabalamak.
Sonunda kabullenmek, ama süreç boyunca direnmek. 
Gerçek olan ne? 

Sadece bu boşluk mu gerçek?

Sırtımız yaslayacak tek bir gerçek var. Kendimiz. 

Çünkü;

Var olan sadece sensin, gerisi mağara duvarındaki yansımalar.

Bazen

Bazen ne yazarsanız yazın, bir şarkı sizi sizden iyi anlatıyor.


Hep mi beni bulur.

La bitti mi la bu otobüsler? Cepte beş kuruş para da yok. Birazdan son tramvay kalkar şuradan, olmadı ona binerim. Saat kaç? 23.30. Tamam biraz daha bekleyip tramvaya yürüyeyim bari. 

Hiç yanaşma be abicim, ben yol bilmem. Bilsem bile tarif edemem. Alibeyköy mü? Ya abi valla emin değilim ama şöyle şöyle... Bak şu taksicilere sor istersen. 

Deli mi ne ? Ne demek tamam kardeşim sana güveniyorum. Ben dedim sana yolları bilmem ben  diye. Neyse amk, ufak ufak yürüyelim bu otobüsün geleceği yok. 

Lan bu tramvayda gelmezse gör götüm yolları. Para da yok, taksiye de binemem, buradan eve yürürüz. Lan bu yanaşan aynı arabamı? Abi ben sana dedim valla emin değilim diye, sor diye sakın bıdı bıdı yapma bana. Ha Alibeyköye değil gazi mahallesine gidecekmişsin. E abi böyle dümdüz git, tabela falan görürsün herhalde. Emin değilim bak gene başkasına sor istersen. Ha evet bende o tarafa doğru gideceğim.

Olur amk, ne olabilir ki? Zaten vasıta kalmadı. 


Demek akaryakıt istasyonun var. Demek inşaat işindesin ayrıca. Demek akaryakıt istasyonu açan arkadaşlarını ziyarete gidiyorsun. Yaaa demek araba senin müdürün, kendi arabanı almadın. Heee yani oradan birlikte çapkınlığa falan gideceksiniz. Eylenin abim, hakkınız. Nasıl değişik mekanlar be abi? Pavyon falan mı? E Aksaray'a gidin, ne işiniz var Taksim de. Yok abi bilmiyorum ben orayı, yok orayı da bilmiyorum. Abi ben pavyonları bilmem boşuna sorma. Köhne rakbar insanıyım ben. Pavyon değil mi? Clup falan mı?

Bu bir anda bastıran ter nedir la? Cevaba vücudun verdiği ilk tepki. İkinci tepki dur inecem ben. Adamın tepki ani fren. Biraz bağırmışım da.

Gay Club'a gideceğini nasıl bu kadar rahat söylüyor lan bu adam. En az 40 yaşında, kel ve Rize'li. Yok genç ve Londralı olsa da aynı tepkiyi verirdim de, rahatlığa bak ya. Korktum vallaha. Dedim bana yürür bu. Baktım frene basıyor hemen, lan dedim adamın günahını aldık. 

Zaten anladı günahını aldığımı, başladı ben şöyle adamım böyle adamım konuşmaya. Bir dakika içinde ineceğim yere vardık. Teşekkür ettim indim. 


19 Şubat 2014 Çarşamba

bla bla

Aslında hepiniz canavarsınız. Evet evet. Annem, babam, abim, kuzenim, en yakın arkadaşlarım, sokaktaki seyyar satıcı, öğretmenim, Metin, Ali, Feyyaz, Şener Şen, Kemal Sunal, herkes işte. Bir maske takıp bana insan gibi görünüyorsunuz. Ben yokken o maskeler çıkıyor. İğrenç uzaylı canavar suratlarınızı birbirinize gösteriyorsunuz. Dünyanın kandırılan zavallı tek insanıyım ben. Bir de, Neslihan insan. 

Yukarıdakileri henüz okula bile gitmeyen bir bebeyken düşünürdüm. 

Yahu daha ortada yaşanmış bir hayat yok, benim düşündüğüm şeylere bak. Ne oldu da böyle fantezilere garg oldum acaba? Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Bildiğim şey, yalnızlık hissimin ve sadece tek kişinin bu hissi giderebileceği hissi benimle beraberdi hep. 

Yalnızım lan ben. Sevdiğim biri olmayınca yalnızım işte. Ne arkadaşlar bozabiliyor yalnızlığımı, ne ailem. 

Mazur görün la beni, hatalarım hep yalnızlığımdan.

Siyah Güvercin

Aslında tam olarak siyah değil. Sadece rengi diğerlerinden daha koyu bir güvercindi. Bildiğimiz güvercinlerin boynunda olan o mor ve yeşil renkler bu güvercinde yoktu. Diğerlerinden tek farkı rengi de değildi. Tüm güvercinler son derece sağlıklı görünüyorlardı. Bu gariban ise bir kaç saniye sonra bir yana devrilse hiç garipsemezdiniz.

İnsanların pek duraksamadıkları Mecidiyeköy'deyim. Herkes hızlı hızlı bir yerlere yetişme peşinde. Ben ise bekliyorum. Bayadan beri bir bankta oturup birilerini beklemiyordum. Beklerken güvercinleri izledim. Orada gördüğüm güvercinden bahsediyorum işte. 

Ekmek kırıntıları ile beslenen güvercinlerin arasında dikkatimi çekti. Çelimsizliği, zayıf görünümü, hatta belki çekingen diyebileceğimiz karakteri. Güvercin insanları vardır. Güvercin falan bakarlar. Taklacı güvercinlerden bahsediyorum. İşte bu siyah güvercin, hiç bir güvercin adamının bakacağı cinsten bir güvercin değildi. Takla atmayı öğrenemeyeceği garanti zaten. Lakin bu salak görünüşlü güvercini besleseniz, sonra uçması için salsanız, dönmek istese bile dönemez size. O kadar beceriksiz bir görünümü var ki, kesin yuvasını bile bulamaz. 

On dakikadan fazla izledim o güvercini. Sevdim lan onu. Diğerlerinden farklı olduğu için midir, ürkek hareketlerinden midi, yoksa kısa süre sonra öleceği belli olduğu için midir, bilmiyorum. Keşke dili olsaydı, gelseydi oturduğum bankın ucuna, muahbbet falan etseydik. Aslında muhabbete de gerek yok ya, sadece banka gelip yanımda dursaydı.

Sonra kargalar geldi. En büyük ekmekleri onlar yedi. Bizim salak güvercin zaten büyük lokma yiyemeyecek kadar beceriksizdi. Şimdi korkudan kırıntılara bile yaklaşamıyor. Kargalar saldırmasa dahi, onların tehlikeli olduğunu biliyor, açıkça korkuyor. Bir süre kargalardan uzakta beslenmeye çalıştı. Sonra uçtu gitti. 

Lan hastalıklı dedim, tırsak dedim, birazdan yıkılır dedim. O bile uçup gidebiliyor lan ama. 

Başlıksız Yazı

Yazmak benim için meditasyon gibi bir şey oldu. Sağ olsunlar, yazdıklarımı okuyan arkadaşlarım da beni yüreklendirmekten hiç geri kalmadılar. Ancak ortada sorunlar var. Hala anlayamadığım, hala anlatamadığım sorunlar.

Hani biz çocukken, bir mandal ve biraz deterjanlı su ile baloncuklar yapardık. Sonra içi deterjanlı su ile dolu olan silindir kaplar çıktı. Silindirin kapağında bir çubuk, çubuğun sonunda bir çember olan. Daha kolay baloncuk üretebilmek için. Şimdi tabancaya benzeyen aletler var bu iş için. Bir anda bizim üfleyerek yapabileceğimizden çok daha fazla ufak baloncuklar üretiyorlar. Nasıl ki bir çocuk o baloncukları yakalamaya çalışıyorsa, öyle yakalamaya çalışıyorum kelimeleri. Hiç bir zaman başaramıyorum. 

Hikayemi, hikayemizi anlatıyorum çoğu zaman. İşte sorun da burada yatıyor. İnsanlar iki kişinin hikayesini sadece benim gözümden okuyorlar. Ne kadar karşı koymaya çalışsam da, bazen her kelimem bir intikamın ifadesi oluyor. Sonradan okuyunca fark edebiliyorum sadece. 

İnsanlar tek taraftan bakan ve oldukça yanlı olduğunu bilmedikleri yazılar ile yargılara varabiliyorlar. Onun hakkında yargılar veriyorlar. Canımı çok sıkıyor. Zarar veriyormuşum gibi hissediyorum. Oysaki zarar vermek istemiyorum. Buna hakkımda yok. 

Eğer içine düştüğüm durumun bir sorumlusu var ise, ortada bir suç var ise, tüm sorumluluk benim. Düğümü ilk ben çözdüm. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Farklı olabilirdi, olmadı. Olan bu kardeşler ve bir suçlu var ise yemin ederim o benim. Kimseyi yapamadıkları için yargılama hakkımız yok. Kimseyi kendini kurtarabileceğini düşündüğü şeyi yaptığı için yargılama hakkımız yok. 

Mutluluğu hak ediyor. Mutlu olmasını istiyorum. Bir zamanlar elimden geldiğince bunun için uğraşmıştım, artık böyle bir uğraşım olmamalı, ancak engellemek gibi bir amacımda olmamalı. 

Birini düşman ilan etmek ne kadar kolaydır. Kendimizi nefretin kollarına atmak. Yakmak, yıkmak. Hiç bir nefret bir yapı inşa edemez. Hiç bir nefret yaratıcı olamaz. Yaratım, güzel duyguların eseri olmalı. Öyledir de zaten. Nefret ile yapılmaya çalışılan her yapı, temelinden çürük olur. 

Ancak beceremiyorum. Gizlediğim öfke, içimde bir yerlerde sürekli kendisini nefrete dönüştürme çabasında. Başkası için istediğim mutluluk bana acı verdikçe, öfkemin dönüşüm hızlanıyor sanki. Düşünmemeye çalışıyorum, her yolu deniyorum. Olmuyor. Başarızılığın fizik bulmuş hali gibiyim. Kendi duygularıma hakim olamıyorum. 

Hani seri baloncuklar dedim ya. Ben hep tek ve en büyük baloncuğu yapmaya çalışırdım. Buradan saçma bir karakter analizi çıkar belki.

18 Şubat 2014 Salı

İki Kadın

Biri Ruth Morse, yemin ederim soy adını hatırlamak için internetten baktım. Aslında en sevdiğim kitabın en önemli kadın karakteriydi. Jack baba çok güzel bir burjuva kızı portresi çizmiş. Çizdiği bu kadına(kız kurusu da denebilir) çok uygun bir sevgi anlayışı  yerleştirmiş. 

Ruth kitap boyunca Martin'i törpülemeye çalışır. Martin'i değil, onun kendi istediği adam olabilme ihtimalini sever. Başlarda ailesine karşı gelen bir şövalye gibidir, sevgisi için çarpışır. Ancak işler zorlaştıkça, Martin onun yoluna evrilmekte direttikçe Ruth vazgeçer. Ve Martin'in en zor anlarında ondan ayrılır. 

Daha sonrası ise komedi filmi gibidir. Martin bu bir anda bomba gibi patlar edebiyat dünyasında. Artık her kelimesi para eden bir yazardır. En beğenilmeyen şiirleri için bile yayın evleri kapısında kuyruk olur. Martin hala Ruth'un onu terk ettiği adamdır. Buna rağmen Ruth geri döner. Ailesinin baskısıyla terk ettiği adama, bu sefer ailesinin ısrarı ile döner. Kendi sevgisi ile değil, tolumun kabulüne göre hareket eder.

Martin sevgiyle kendini baştan yaratırken, Ruth en zor anda pes etmiştir. Ruth için sevgi tek başına yetmez. 

Bu yüzden Ruth asla bir kitaba yada filme konu olamaz. 

Oysa başka bir kadın, düşmüş diye tabir edilen bir kadın, yazılmış en güzel romanlardan birinin ana kahramanı olur. Sevgisi uğruna her şeyi göze alıp, her engelle çarpışan, kaybedeceğini bile bile savaşan Anna Karanina.

Anna bedelini hayatıyla ödeyeceği yolculuğuna tek bir dans ile başlar. Evli bir kadın olmasına rağmen kendisini aşkın kollarına atar. Kocasını terk eder. Tüm cemiyetin gözünde rezil olur. Ailesi ile arası açılır. Üzerine sevdiği adamın ilgisini kaybeder. Ancak aşkına olan sadakatini asla kaybetmez. 

Anna'nın namusu her devirde tartışma konusu olacaktır. Ortada bir aşk olmasına rağmen, sonuçta bir kocaya ihanette söz konusudur. Belki kahraman kadın değil erkek olsa, tartışmalar bu derecede olmazdı. Nede olsa her kültürde evli olmasına rağmen karısını terk edip yeni bir kadın ile birlikte olan erkekler, kadınlara nazaran çok daha normal karşılanır. Medea canavar ilan edilirken kocası şerefsiz ilan edilmez.

Bence, Anna Ruth'dan çok daha namusludur. Toplumun ahlakına değil, kendi ahlakına sadık kalmıştır. Ruth ise kendi duygularını toplumun görüşlerine feda etmiş, yetinmemiş, terk ettiği adam toplumca kabullenilince yüzsüzce ona geri dönmüştür. 

Keşke Martin ile Anna'yı bir araya getirme şansım olsa. Çok ileride bir gün belki denerim bak ben bunu. Fena fikir değil.

Ben Gene İyiyim

İçkiler içilmiş, birazdan gün ağaracak. Eve dönme vakti gelmedi mi? Yoksa bir bira daha içilir mi? E gelin evde içelim.

Bindik Taksiye dönüyoruz. Taksici sessiz sakin bir adam. Ben boş boş muhabbet diyorum taksiciyle. Dert yandım biraz. Adam gayet anlayışlı dinledi. Sonra kendisi konuştu.

Liseden sevgiliymişler, 3 hafta sonra nikahları var. Adam o zaman çalıştığı işten erken çıkmış, sürpriz yapmak istemiş. Benzer şekilde başlayan her anlatı gibi, asıl sürprizi bizim kahramanımız yaşamış. Nişanlısı kendi çapında bir bekarlığa veda partisi veriyormuş. Bir kaç yıllık bir ortak arkadaşları da tek davetliymiş. 

Şimdi bizim taksici orada ikisini de doğramış olsa, gazeteler kadın cinayeti mi yazardı acaba? Hikaye kaç kişiye doğru ulaşırdı? İstatistiklere nasıl geçerdi? 

Peki naptın dedim?

"Ne yapacağım" dedi. İki kere intiharı denemiş. Bir süre hastahanede kalmış. Hastahanede bir doktorun gerçekten yardımı dokunmuş. İntihar fikrinden vazgeçmiş. "Şimdi intikam alıyorum" dedi. Sesindeki nefretten ben korktum. "Hayattan tüm intikamımı alıyorum" 

Buna yaşamak denmez. Böyle bir nefret ile yaşanmaz. Zaten pek yaşar gibi değildi. Konuştukça, insanlıktan çıkmaya başladı. Berbat anılarını o kadar umursamazca anlattı ki, öküz olsa bu adam da duygu namına hiç bir şey kalmadığını anlardı. 

Bu adam seri katil olup kötümü kesseydi, adamı yargılamazdım. Yaptığı hiç bir şey için yargılanamaz bu adam. Kendi hayatından iki kere vazgeçmiş birisi, hakkında kolay kolay yargıda bulunulacak birisi değildir. 

Olayın üzerinden dört yıl falan geçmiş. Hala aklına geliyor mu dedim.

"Hiç aklımdan gitmiyor. Ama bu hayattan intikamımı alıyorum. Beni hayatta tutan bu."

17 Şubat 2014 Pazartesi

Mükemmel Cinayet

Mükemmel cinayet yoktur.

Ba ba ba, lafa bak çay demle. Uyuz oluyorum böyle beylik sloganlara. ben hem beylik laflara uyuz oluyorum, hem içi boş sloganlara. O yüzden bu söze iki gere uyuz oluyorum.

Ne demek yoktur lan? Sanki her katil yakalanmış gibi boş boş konuşuyorsunuz. Bizim CSI çakması dizinin sloganıydı bu. Sırf bu diziye inat gidip cinayet işleyecektim.

Google amcaya "faili meçhul cinayet istatistikleri" yazın, sonuçları görün. Sadece bizim ülkemizde değil, dünyanın her yerinde faili meçhul kalan cinayetleri görürsünüz.

Zor yoldan öğrenmek istiyorsanız, gece sokağa çıkın, elinizde bir ekmek bıçağı olsun, mobesası olmayan bir parka falan gibip evsizlerden birinin boynunu kesin. Bıçağı orada bırakın. Parmak izi açısından daha önce hiç kullanılmamış yeni bir bıçak olsun. Saçlarınız önceden kesilmiş olursa, kıl bırakmazsınız. Kollarınızı ve yüzünüzü örterseniz, kurbanınız tırnakları ile sizi çizip DNA'nızı saklayamaz. E mobesaların kör noktasını internetten hemen bulabilirsiniz. Görgü tanıkları içinde endişelenmeyin, kimsenin sizi tanıyamayacağı kadar karanlık parklar ülkenin her şehrinde var. İsterseniz kendi şehrinizde, isterseniz farklı bir şehirde işleyin cinayetinizi. Ne olur ne olmaz, işlem sırasında üstünüzde olan kıyafetleri bir yerlerde yakın.

Eee nasıl bulacaklar şimdi sizi? 

Gereksiz Bilgi

Şimdi size bir soru sorayım. Hanibal Barca'nın Roma'ya nasıl ve neden yenildiğini bilmek mi daha önemlidir, yoksa yatalak bir hastaya nasıl sürgü konulacağını bilmek mi önemlidir?

Hanibal'ın hayatını ve savaşını bilmek size maddi olarak hiç bir şey kazandırmaz. Yani bu konuda dünya çapında değilseniz bu bilgi size maddi olarak pek bir kazanç sağlamaz. Sadece Hanibal bilerek bir üniversitede ders veremezsiniz. Hanibal hakkında arkadaş ortamında konuşsanız, boş boş konuşma derler. Bir boka yaramaz Hanibal'ı bilmek. Zaten pek çoğunuz bilmiyorsunuz bile. 

Sürgü koymak ise boktan bir iş olmasına rağmen size bir meslek sağlayabilir. Yatalak bir hastaya bakarak ayda 2.000tl kazanmanız muhtemeldir. Sigortanız falan olmaz ama, sadece bok temizlemeyi bilerek 2.000tl kazanmak fena değildir. Sürgü koymak üzerine arkadaşlarınızla muhabbet etseniz, "boktan boktan muhabbet etme" derler. 

Komik değil mi? Jul Sezar'ın donunun rengini bile bilseniz, tuvalet temizlemeyi bilmek kadar fayda sağlamaz size. Sadece tarihsel bilginin değersizliği olarak düşünmeyin. Tırnağın kimyasal yapısını bilmek, manikür yapmayı bilmek kadar kazanç sağlamaz. 

Bilginin değeri, kazancı kadardır. Pragmatik dünya tam olarak budur. İşin garibi bir tarih profesörü olmasanız bile, tarih bilginiz ile manikürcüden üstün olduğunuzu sanırsınız. Sizin bilgi birikiminiz her hangi bir ameleden ne kadar fazla olursa olsun, eğer bu bilgiyi kullanmayı bilmezseniz, durumunuz bir ameleden daha kötüdür. 

Sizi burada örneğe boğabilirim. Eğer bu hayattaki amacınız para kazanmak ve onu harcamak ise, hiç boşu boşuna Hanibal'ı öğrenmeyin. Kendinizi geliştirme masallarına aldanmayın. Manevi doymuşluk dediğiniz, fazla parası olanların para harcaması için uydurulmuş bir ilizyondur.

Bu arada Sezar don giymezdi. İç çamaşırı daha sonraları icat ettiğimiz bir buluştur.

En Az Üç

Çocuk değil la

En az üç ülke gezin bence. Her biri farklı kıtada olursa çok daha güzel olur. 

En az üç kere ağlayın. Biri kendiniz için, biri sevdiğiniz biri için, biri de hiç tanımadığınız biri için olsun.

En az üç eser yapın. Öyle "en büyük eser çocuktur" falan değil. Bildiğin eser. Hikaye olur, resim olur, heykel olur. Güzel olmak zorunda değil, sizin olsun yeter.

En az üç kere deneyin. Aynı hatayı iki kere yapmak aptallıktır derler, siz en az üç kere hata yapın. Hayatla ilgili boş boş sözlere öyle hemen hak vermeyin. ( bu yazı da dahil)

En az üç yazarı takip edin. Twitter'dan bahsetmiyorum. Fikir üreten insanlardan bahsediyorum. Hatta takip ettiğiniz bu yazarlar birbirlerine zıt gitsinler. 

En az üç tane yakın arkadaşınız olsun. 

En az üç kere sarhoş olup etrafı dağıtın. ama dikkat edin, yanınızda toparlayacak arkadaşlarınız olsun. 

En az üç tane sırrınız olsun. Kimseye söylemeyin, içinizde tutun. Patlasın içinizde ama kimseye söylemeyin. En sevdiklerinize bile. Niye diye sormayın, bende bilmiyorum. Zaten bunu beceremiyorum, çenem düşük. 

En az üç yazımı okuyun. Okuyun yani bence, iyi gelir.