29 Mart 2014 Cumartesi

Cuma

Sen dün beni neden aramadın la? 

Cuma değil de, cumartesi günü, yani bugün güne bu soru ile başladım. Telefonun karşı tarafında yakın bir arkadaşım vardı. O, dün gece onu aramamı yadırgamış, ben ise bana göre sabah sabah olan bir saatte, bana bu soruyu sormak için aramasını hiç yadırgamadım. "Kimleydin?" diye sordu. "Gece mi? Evdeydim, çıkmadım." İşte bu cevabı dün onu aramamış olmamadan daha çok yadırgadı. Noldu lan falan diye sorgulamaya çalıştı ama, cevap bile vermedim, "uyuyorum la sonra, sonra" deyip telefonu kapattım. 

Bir süredir her cuma dışarıdayım. İstisnası yoktu düne kadar. Genelde aynı insanlar ile beraberim. Kesinlikle aynı mekanlardayım. Yeri yurdu benim kadar belli olan başka bir kişi yoktur herhalde. Bakın benim gecelerim şu şekilde, köhne bir rak barda ucuz bira içerek başlarım, oradan Leyla Teras'a geçer canlı müzik ile eğlenirim, saat 3 gibi falan arkadaşımın barına geçerim, orasını kapatıp, başka bir arkadaşın neredeyse öğlene kadar açık olan barına geçeriz. Olay gerçekten bu kadar basit. Çoğu zaman sabahları dönüyorum eve. Tabii cumartesi gününe tam olarak anlam katmış oluyorum. Gerçek anlamda, cumanın ertesi oluyor. Mide iflas, baş ağrısı, sürekli yatma hissi... Akşamdan kalmalığın dibine vurmak.

Az önce ikinci bir yakın arkadaşım aradı, o da dün gece onu niye aramadığımı soruyor. Sevgilimdeydim, dedim. "Kime ne dedin?" gibi bir cevap verdi. Bu arkadaşımı tanıyanlar onun kim olduğunu anlarlar. Adamda bir kulak var, her şeyi en iyi ihtimal ile iki kere söylersiniz. Tekrar ettim, "ne?" dedi. Bugün şanslı günümde değilim galiba. Bir kaç kere sevgili sevgili falan diye tekrarlamam falan gerekli galiba. En sonunda ne dediğimi anladı, ama tam o anda bir işi çıktı ve kapatmak zorunda kaldı. Birazdan gene arayacak, anlat anlatabilirsen, "kim? nasıl oldu? ne zaman oldu?" Hayır anlamadan da bırakmaz peşini, illa öğrenecek. 

Ya ben bir kaç hafta cuma namazına gitsem, devamsızlık yaptığımda imam cep telefonuma mesaj çeker. 

Sanırım her cuma aynı rutini yaşama devrim gene kapandı. Sevgili olayı falan değil de, gerçekten sıkıldım. Zaten hiç bir sevgili falan ben istemediğim sürece beni bu rutinden koparamazdı. Seviyorum ben takıldığım insanları ve mekanları. İki hafta falan önce, dışarı çıkacak kimseyi bulamadım, sadece sahibini tanıdığım mekanları gezerek bütün geceyi kurtardım gene. Hatta geceden fazlasını... İşte bu yüzden hep aynı yerlere takılıyorum, tanınmak hoşuma gidiyor. Kendimi güvende hissediyorum. 

Geçen hafta, sıkılma evresi başladı. Sadece gecelerden bahsetmiyorum, sürekli aynı yerlerde falan yemek yerim ben. Bir değişiklik olsun dedim, gündüzden dışarı çıkıp Eminönü'ne gittim. Oradan kapalı çarşıyı gezdim, Beyazıt'ta seyyar satıcıları izledim. Vallahi turistler İstanbul'u gezmeyi bizden iyi biliyorlar. Ne lan hep Taksim, Kadıköy, Kabataş falan? Sanki koca şehirde başka yer yok. Bugün de Gülhane parkına gittim. Hava çok kötüydü ama bir arkadaşım leylek fotoğrafı mı ne çekmeliymiş. Ödev falan sandım, ama iş öyle değilmiş. Zaten fotoğraf çekme derdi de yokmuş, olay leylek görmekmiş. Böyle bir bileklik takıyorsun, takarken dilek diliyorsun, sonra leylek görüp bilekliği bir ağaca bağlıyorsun. Bu işlem sadece mart ayı içinde yapılabiliyor. Galiba bir balkan adeti imiş. Hay seveyim böyle adetleri... Götümüz dondu. Kafalar yukarıda leylek arıyoruz. Sonunda bulduk da, bizimki bir ağaca dilek bilekliğini bağladı. Ama laf aramızda, ben gördüklerimizin leylek olduğuna pek emin değilim. Bizim köydeki leylekler daha bir iri oluyordu. Herhalde farklı bir tür falandır. Ama balkan adeti ise, bizim oranın leyleğini görmek, dileği daha da kabul ettirir. 

Öyle ya da böyle, sıkıldım. Artık cuma rutinim yok. Mümkünse bir iki ay böyle takılacağım. Hem biraz da tasarruf yapar, Türkistan gezisine aktarırım. Hem cuma ertesi sendromu biter, hem de yazın daha uzun gezerim.  

28 Mart 2014 Cuma

Başlangıç

Nasıl bir kusma hissi içindeyim anlatamam. (ama denerim) Midem falan bulanmıyor, sadece gırtlağımdan her an bir şeyler dışarı fırlayacakmış gibi hissediyorum. Bir süredir gırtlaktan içeri bir şeyler girmediği için, dışarıya da bir şey çıkma ihtimali pek az aslında. Genede sanki içeride bir şeyleri zor tutuyormuşum gibi bir his var. Zaten başımda dönüyor, bekli o yüzdendir. Sonuçta baş dönmesi kusmayı tetikler, belki midem boş olduğu için pek bulanamıyordur. Ne yapsın, o da ancak içeride bir şeyler olunca çalışmaya alışmış bir organ. Bir süredir maaşsız izin yapan çalışan gibi olduğu için, bulanmayı bile beceremiyor olabilir. 

Aslında ikinci defa bu caddede bulunuyorum. cadde kelimesinde herhangi bir soyutlama yada ad aktarımı yok. Pek bilmediğim bir yerde, pek hoş olmayan bilgiler aldım. Kusma isteğim bundan geliyor. Baş dönmesi büyük ihtimal ile zaten çöküntüde olan bünyeme yediğim darbedendir. Etrafıma bakınıyorum, beni gören, izleyen herhangi biri var mı diye. Demek ki insanlık vasıflarımı tamamen yitirmemişim, hala utanabilme ihtimalim var. Algılarım asgari seviyede çalıştığı için, beni izleyen varsa da farkına varamıyorum. Bir iki gün önce öğrendiğim eve dönüş yolunda, mekanik olarak yol alıyorum. Beyin yürüme işiyle pek bir alakasız, bacaklar bağımsızlıklarını ilan etmiş gibi taşıyorlar beni. Beyin kendini o kadar kapatmış ki, normalde adımlara göre hareket ayarlaması yapması gereken gözler bile görevini terk etmişler. Sanki dünyayı bir sinema salonunda, yürüyen bir kameramanın kamerasının kaydettiği görüntüler gibi izliyorum. Tüm dünya sallanıyor, ha düştüm ha düşeceğim ve görüntü kararacak gibi.

Düşmüyorum, derenin üzerindeki köprüye varıyorum. Orada tırabzana yaslanıp dinleniyorum. Sonra avuçlarımı bel hizasındaki tırabzanlara koyuyorum, kafamı dereye doğru sarkıtıyorum. Düşsem ya buradan kafa üstü. Önce kafam, sonra omuzlarım, derken sırtım, kalçam ve bacaklarım. Omurgamızın eğriliği sayesinde, aşağıya düşmeden yarım takla atmam muhtemel. Sır üstü dereye düşerim. Kokan, boklu dereye... Ölmeyeceğim gibi, üzerine bir de boka batmış olurum. Ah pardon, daha ne kadar boka batabilirim ki? O boklu dereyi ne kadar izledim inanın hatırlamıyorum. Sindirme çabasında olduğumu hatırlıyorum sadece. Hazır aşağısı da boklu, sindirip direk aşağıya salarız bokumuzu. Keşke kara sinekler gibi hızlı bir sindirim sistemimiz olsaydı. Onlar yerken, aynı anda sıçıyorlarda. En gelişmiş canlı bizdik hani? Sineğin bile bizden üstün yanları var.

Mekanik harekete geçiriyor, eve geliyorum. Hayır, ağlamadım. Ağlamak duygulardan kaynaklanan bir eylemdir. Bende ise duygudan eser kalmamış vaziyette. Eğer bir gün üzerinize benzin döküp kendinizi yakarsanız, başta yaşayacağınız büyük acıdan sonra hiç bir şey hissetmezsiniz. Vücudunuz acı algılayan şalteri indiriyor. İnsan beyni gerçekten harika bir mekanizma. Eğer kalbiniz yanarsa, başta canınız çok acıyor, sonra beyniniz şalteri indiriyor, tüm duygularınız kesiyor. Robot gibi dolanıyorsunuz etrafta.

Aileniz, arkadaşlarınız ne olduğunu soruyor, cevap veremiyorsunuz. Zaten söyleseniz de kimse size inanmıyor. Şok oluyorlar. Siz şoku birde bana sorun. Küfürler savurmam gerekliyken, nefrete teslim olmam gerekirken, kalan son sağ duyumla kendime son ketimi vuruyorum. 

Bir süredir zaten pek kendinizde değildiniz, psikiyatr konusu gündeme getiriliyordu. Yılbaşı gecesi saat akşamın sekizinde herkese iyi geceler dileyince, psikiyatrdan kaçışa izin kalmıyor. Babaannenizin şekeri sadece sizin haliniz dolayısı ile 500'e vurunca, kendinizde psikiyatra gitmeye gayet ikna oluyorsunuz. Ne durumda olduğunuzu en iyi anlatan şey, size verilen ilacın prospektüsünü okumaktır. İnternetten de biraz araştırma yapınca, halinizi kamerli anlarsınız. Ama en en iyi ne zaman anlarsınız biliyor musunuz? O ilaç bile sizi uyuşturamadığı zaman, en ufak bir değişiklik yaratamadığını gördüğünüzde. 

Zaman en iyi ilaçtır derler ya, unutun onu. Zamanı bile unutun. Takvimler size yalan söyler. Anın sonsuzluğu diyorum ya sürekli, bir gün size bir yıl gibi gelince anlarsınız ne demek istediğimi. Dalga geçer gibi "bok gibi hissediyorum" dediklerinde anlarsınız. Kafanız düşünmeyi bıraksın diye günde 15 saat uyuyunca anlarsınız. Acı çeken ağlamazmış, onu da anlarsınız. Sadece üzgün olanlar ağlar, acı çekenler içlerine akıtırlar göz yaşlarını. Umarım olmaz ama, bir gün anlarsın.

Sonra aklıma yazmak geldi. Burayı açtım. Başta kimliğim gizliydi, bir kaç yazı yazdıktan sonra bir başkasınınmış gibi paylaşımlar yapacaktım. Hemen ifşa edildim. Plan yattı. İlk yazdığım şey, beni bu duruma sokan bilgiydi. Sonra başkasının özelini fazlasıyla ilgilendirdiğini düşünüp, o yazıyı kaldırdım. Yani boşuna ilk yazıma falan bakmayın. İnanın, ilaçtan falan çok daha iyi geldi burası bana. Bugün biraz bile iyiysem, önce Allah'ın dualarımı kabul etmesindendir, sonra burayı yazdığım içindir. Ne anladım biliyor musunuz, her şey yalan, insan yalnız, Allah'tan başka dost yok. Göstermesem de, zaten inançlı adamdım, şimdi çok daha fazla inanıyorum, eğer daha fazlası mümkünse tabii. 

Yanarken beyin şalterleri indiriyor demiştim ya, yanıklar sizi öldürürse ne mutlu size. Film biter, seyirciler dağılır. Hayatta kalırsanız, Freddy Kruger gibi bir surat sadece önemsiz bir ayrıntı olur. Asıl mesele tedavi sürecidir. Her yanınız acır, sizi öldürmeyecek olan bir acı ile baş başa kalırsınız. Kalbin yanması da öyle işte. Yavaş yavaş iyileşir, ama sürekli acır. Kanar.

Artık herkes anlar sizi, kimse üzerinize varmaz. İstediğiniz kadar ağlayabilirsiniz artık, içip dağıtabilirsiniz, kalp kırabilirsiniz. Kimse sizi normal bir birey yerine koymaz. Suratınıza anlayışla bakarlar. Tahammül sınırını aştığınız zaman bile normal bir insana verilecek tepkiden daha azını alırsınız. En fazla "yeter artık" derler. Dram kraliçesi derler, belki haklıdırlar, ama umurunuzda bile olmaz. Hata yapmak, umurunuzda olmaz. İnsanları üzdüğünüz için biraz üzülürsünüz, ama bir yerden sonra, onu bile umursamazsınız. Hiç bir şey umurunuzda bile olmaz. Hayat devam eder, siz bir yerde sıkışır kalırsınız, ama pek de umurunuzda olmaz.

27 Mart 2014 Perşembe

Bir şeyler yer miyiz?

"Trabzonspor - Fenerbahçe maçını, bizimle birlikte, bilmem ne ocakbaşıda izleyin. Eskişehir yolunda, şu mevkide, bu bilmem nede hizmetinizdeyiz."

E maden çağırıyorsunuz, İstanbul'dan kalkayım geleyim. Bunu mu dememi istiyorsunuz? Ne yapayım lan ben sizin Eskişehir yolundaki ocak başı mekanınızı? Neden benim cep telefonuma böyle bir mesaj çekiyorsunuz? Hayatımda gitmediğim yer. Sizin mekanı geçtim, ben doğru düzgün ocak başına bile gitmedim. Kaldı ki, Fenerbahçe - Trabzon maçı izlemişliğim bile yok. 

Bu adamların durumu biraz fakir umudu gibi. Biz reklam mesajını gönderelim, gelen olursa ne ala! Beter olan ise pizzacılar. Ülkede bu kadar pizzacı olduğunu bile bilmiyordum ben. Bilimum markadan her gün mutlaka bir cep telefonu mesajı alıyorum. "Bak, şöyle bir kampanyamız var, yeni ürünümüz tam sizin damak tadınıza göre, (benim damak tadımı nereden biliyorsanız?) büyük boy ile ailece doyabilirsiniz, vs... 

Mesajlara alıştım artık da, geçen gün bir pizza firması direk evi aradı. Yer misin bir şeyler diye soruyor. Sesli mesaj kaydı tabii. Ama korkarım yakında canlı insanlara da aratacaklar. "Yer misin bir şeyler, acıkmışsındır. Açsındır aç, şimdi şöyle kaşar dolgulu kenarları olan sıcacık bir pizza iyi olmaz mıydı? Yanında da litrelik bir kola veririz. Oh, değmesinler artık keyfine. Nasıl istemem ya? İstiyorsun, istemez olur musun hiç? Of tamam, annene versene telefonu, o acıkmıştır belki. Ah teyzecim ah, bıkmadın mı daha bu oğlanı doyurmaktan? Hiç uğraşma sen, biz size aile boyu, Türk usulü bir pizza yollayalım, yanında da ayran verelim. Ev yapımı mı olsun? Peki teyzem ellerim ile çalkalayacağım sana ben."

Bir de İEM'in tacizleri var. Polis dediğin normalde... Neyse polisin normalde yaptıklarına girmeye gerek yok. Bari mesajlar ile taciz etmeseler. Tamam uyarmaya çalışıyorlar ama, bir kere uyar iki kere uyar. Anladık, siz benden para falan istemezsiniz de, hafta da bir bunu hatırlatmanıza ne gerek var? Hem hadi ben salağım, dolandırıcılığa kanacak durumdayım. Dolandırılsam dolandırılsam 100, 200 bilemedin 300 tl dolandırılırım. Daha fazla param olmuyor ki benim. Sürekli harcama durumundayım. Tayyip beni arayıp, evladım paraları sıfırla dese, geçen hafta sıfırladım zaten ben o paraları baba diye cevap verirdim. 

Son olarak bir de vergi dairesi çıktı. Mesaj çekip, güçlü bir Türkiye için, vergilerimizi ödeyelim diyorlar. Yahu ben hala öğrenci adamım, he telefon abimin üzerine, kaldı ki geçen yıla kadar o da öğrenciydi, şimdide askerde. Ne ödemesi, ne vergisi? 

Sadece, dijital bir platformun mesajlarını ciddiye almıştım. Tamam dedim, gelin bağlayın, anlaştık. Geldiler, sizin buraya olmaz dediler, gittiler. Ağaç sinyale engel olur, yayın gelmez dediler. Geçen arkadaş bir şey denemek için dekoderini bizim televizyona bağladı, maşallah ayna gibi çekti. Hala mesaj çekiyor bana o dijital kanal şeysi, küfür yazıp cevap atıyorum, cevap gelmiyor. Çekmiyor herhalde. 

Spor Salonu (Şeytan)

Ne alkol, ne kumar, ne zina, ne yalan... Şeytanın bize acı çektirmek için bulduğu en iyi yöntemi öğrendim bugün.

Bir kaç gün önce, günlük sporumu yaparken aklıma geldi. Bu salona bir sürü para verdik, annem, abim, yengem zaten parayı hiç edip gelmiyorlar, e bende uzun süre gelmedim, geri kalan zamanımda etinden sütünden yararlanmalıyım. İlk bakışta israfa karşı bir isyan gibi duran bu düşünce, aslında ihtiyacından fazlasına göz dikmek demekmiş, çok genç anladım. Havuzunu, saunasını, solaryumunu tepe tepe kullandım. Aletlerin nasıl kullanılacağını bilsem bile, sırf paramın karşılığını daha da almalıyım dürtüsü ile her seferinde gördüğüm hocaya sordum. Kendime diyet programı(kilo almaya yönelik) hazırlattım, ki hiç de bir iş yaramadı. Yapmadığım, ama imkanım olan ne kaldı? İşte şeytan kendisini bu soruda gösterdi. Plates... (nasıl yazıldığı bile mechul, pilates mi? plates mi, pılates mi?)

Geçen de bir arkadaşım ile konuşmuştum. Evde kendi kendine internetten bakarak plates yapmış, her tarafı ağrıyormuş. İçimden, "yuh be kızım amma hammışsın" diye geçirdim. Zamanında mangalı yelledi diye üç gün kolu ağrımış kuzenim var benim. Hamlık nedir bilirim. Benim ise ham olmak gibi bir durumum yok, biliyorsunuz her gün sporunu yapan adamım ben. Ortalama 30-35 kg arası ağırlıkları kaldırıp indiriyorum. Plates ne yapabilir ki bana? 

İşte bilmediğin konuda öyle boş boş konuşmayacaksın, hatta düşünmeyeceksin bile. Kız seni uyarmış.

Uyarsa ne olacak. Plates dediğin Ebru Şallı'nın videolar yoluyla köylü teyzelere bile yaptırdığı bir spor. O kadınların "bile" yaptığı bir sporda ben ne kadar zorlanabilirim? Kaldı ki, ders odasına ne zaman baksam, plates yapanların tamamı kadın oluyor. Ellerindeki ağırlıklar, 1kg yada 2kg ağırlığında. 

İçeride iki erkek, bir kaç kadın, bir de ne olduğunu çözemediğim bir insan var. Ben hayatımda cinsiyetini bu kadar belli etmeyen bir surat görmedim. Erkeğe göre uzun, kadına göre kısa kıvırcık saçları, pürüzsüz bir suratı ve erkeklere daha uygun olan bir gözlüğü var. Köse bir erkekte olabilir, erkeksi görünen bir kadında. Aklınızda tutun bu insanı, sonra gene bahsedeceğim. 

Biraz bekledikten sonra, dersi verecek olan hoca geldi. "Aramızda derse ilk defa katılan var mı?" Ahanda buradayım demek için elimi kaldırdım. İlk defa giren sadece bendim. "Peki, sizde elinizden geldiğince hareketleri yapmaya çalışın." Yapmaya çalışmak? Yahu ne oluyor, gözlerimin önüne "beceremiyorsun, olmuyor evladım" diyen bir teyze beliriyor. 

Başlarda kolaydı, esneme gerdirme hareketleri, içimden "bu mudur yani?" diye geçirdim. Ne zaman ki "evet arkadaşlar, şimdi matlara yatıyoruz." dedi, neyin geleceğini görmem gerekirdi. Önce yatırdı, karından vurdu. Öyle vur çek yapmadı, uzun uzun, aheste aheste vurdu. Günde iki setten kırk mekik çeken ben, bir anda kendi sayımı dörde katladım. Hadi sayı tamam, peki o tempo nedir? Bir, iki, üç, dört... Sanki saklambaç oynuyoruz, bu kızda ebe. Dur biraz yavaşta diyemiyorum, etraftaki teyzeden, hoş hatunlardan, dövmeli metalci abladan, cinsiyeti belli olmayan insandan utanmasam bile, konuşmaya nefesim kalmıyor ki. Hop bir ki, hop bir ki...

Sonra ufak topun üzerine yatırdı. Yani yatmamı istedi, ama ben dengemi kuramıyorum ki. Şimdiye kadar top görünce ya tepük attım,(ayak ile tepme, benim yaptığıma vuruş denemez) ya elime alıp bir yerlere basket atmaya çalıştım. Şimdi bu üzerine yatma işi nereden çıktı? Beceremedim tabii, ben daha denge kuramıyorum, bana yan mekik çektirmeye çalışıyorlar. Olmadı tabii.

Sonra kaldırdı. "Kalkıyoruz" dedi. "Kalçalar dışarıda, pozisyonumuzu alıyoruz." Hiç gülmeyin, insanın aklına gelmiyor bile. Karnımın ağrısından başka hiç bir şey düşünemiyorum. Yemin ederim, soğuk soğuk terlemeye başladım. Bir kiloluk alğırlıkları elimize aldık, kol, omuz, göğüs hareketleri yaptık. "Lan ben bunları, on kilo ile de yaparım lan" dedim, tabii içinden, ama ne iştir anlamadım, kollarım yoruldu. Bir kilo ile yoruldum. Diyorum ya, şeytan işi bu, hiç bir mantığı yok. 

Son darbeyi bacaklardan vurdu. Bir ara bırakayım dedim, tek bırakan olmak da istemediğimden bırakamadım da. Sonuçta etraf, teyze, cinsiyetsiz, ve hoş hatun dolu, şimdi ben nasıl erkek halimle yoruldum diyeyim. Biri döner, "e madem bu kadar yoruluyorsun, kestir sen onu" falan der. Öyle cinsiyetçi bir ortam bizim spor salonu. 

Sonuç olarak acı içerisinde 45 dakikalık dersi tamamlayabildim. Her hareketi (toplu dışında) başarı ile tamamladım. Spor konusundaki mantık galiba şöyle işliyor; "acı çekiyorsan, yararlıdır." O zaman platese devam.

He, cinsiyetsiz insanı hatırladınız mı? İşte o şeytandı. Bizzat geldi benim acı çekişimi izlemeye. Nereden mi anladım? Tişörtünden tabii ki... Tişörtte bir piramidin içinde Horus'un gözü vardı.

26 Mart 2014 Çarşamba

Kara göründü

Odiseus gemisinde sürüklenirken, çığırtkanın "kara göründüüü" diye bağırmasını gibi beklediğim, ama karanın en fazla çöldeki vaha serabı gibi göründüğü zamanlar bunlar.  Tersten yaşamak böyle bir şey işte, hikayeler çölde su arayanlar ile dolu, ben denizin ortasında kara hasreti çekiyorum. Deniz suyu da tuzlu olduğundan içilmiyor ki, beterin beteri bu deniz. Su içinde su özlemi çekmek.

Bu arada Serap diye tanıdığınız varsa, tanışabilirim.

Mecnun kendini çöllere atmış, aman ne büyük aşık. Herkeste bir çöl hikayesi, kimse mi farkında değil, mevzu çöllere atlamak değil, Leyla'yı bulmak. Mecnun çöllerde kendini ararken, Leyla karşısına çıkan ilk kısmete atlasaydı, "ne yapalım, hayat devam ediyor" deseydi, biraz zor efsane olurlardı. Çöllerde cevap da yok. Herkesin içinde aslında kendi çölleri var, herkes biraz Mecnun, biraz arayan. Zor olan Leyla olmak, beklemek. Sonunu göremediğin zaman bile beklemek. 

Leyla da olur, numarası var mı?

İyi birini bulmak için, iyi olmak mı gerekiyor? Aşık olmak için, birinin de sana mı aşık olması gerekiyor? Anlamak için anlaşılmak mı gerekiyor? Soru sormayan bir kafa için, hangi ilacı içmek gerekiyor? Eşeğin kuyruğu gibi oldum, ne uzuyorum ne kısalıyorum. Azalmıyor muyum? Her dakika son yaklaşıyor, sonsuzu aşan her an ömrümden çalıyor. Evrende her şey hareket ediyor, dönüyor, genişliyor, patlıyor, kara delik oluyor, bir şeyler birleşiyor, bir kuyruklu yıldız bir gezegeni patlatıyor... Her şey sürekli değişiyor, sanki bir ben sabit kalıyorum. Sabit kalınca, ben olmayanı da anlayamıyorum ki, tam "hah buldum" diyorum, Ben diyene kadar o değişmiş oluyor. 

Yok, eşeğe kadar düşmedik daha.

Sahneye atlamak istiyorum. Hazırım, alın beni demek istiyorum. Tüm seyirciler, "ne yapıyor bu mal" diye bana bakıyorlar. Bir an, sonsuzluğunu hissettiğim o anlardan biri, kendime dönüyorum. Bir şey yapıyorum, ne yaptığım hakkında hiç bir fikrim olmadan, daha önce planlanmamış bir şey. Vahiy... Sonrası şok olmuş seyirciler, ayakta alkışlayanlar, kıpırdamaya cesaret edemeden gözlerini üzerime dikenler, ne olduğunu anlayamayanlar... Tepenin kralı oluyorum, tepedeki aptal oluyorum. Ne yaptığımı bilemeden insanları etkiliyorum, sonra onlardan etkilenip kendimi bir halt sanıyorum. Tepedeki aptalım işte. Burada bir yerde büyük sözler söylemem gerek.

Bana bir aptal daha gerekli.

Kadere iman et derler, insan kendi kaderini kendi belirler de derler. Günah işlersin, eğer kendi kaderini bir başkasının eline bırakırsan. Bıraktım. en büyük günahım bu benim. Bir nevi inkar bu, kendin olamamak, hayatının akışını bir başkasının ellerine bırakmak. Kendini inkar eden, yaratanı da inkar eder. Yaratanı inkar eden, günah işler. Tavuk yumurta denklemine göre oldukça basit bir denklem.

Kader diye kadın ismi mi olur yahu?

Unutulmuyor, kurtulunamıyor. İstemiyorum da zaten unutmayı. Sadece anlamak istiyorum. Ben değil miyim ihaneti bile anlamak için uğraşan. Biraz da beni anlasalar olmaz mı? Beni anlayacak bir akıllı varlık yok mu bu sonsuz evrende. Ölüyorsak, anlayamadığımızdan ölüyoruz. Cevabı istemiyorum, onu bile anlamıyorsunuz. "Cevabımı" istiyorum ben. Sorusuz cevaplardansa, cevapsız soruları tercih ederim. Aklımı karıştırsalar da, kalbimi parçalasalar da, içimde umudum olur, başkalarının değil kendi cevaplarımı bulmaya. Kendi hayatımı yaşamaya...

Yardım edecek kimse yok değil mi? Olamaz da zaten. Bazı performanslar, sadece tek başına sergilenir.

Not: Hayat her zaman zor, onu anlayana kadar çok zor. (bence öyle yani)

Hilmi'nimeti

İsa'dan önce bilemem kaçıncı yüzyılda, Orta İtalya, yağmacı Galat akınları ile terörü yaşadığında, Etlüslerin seçkin ailelerinden bir grup Roma Şehrinin dehlizlerinde gizli bir toplantı yaptılar. Dış dünyadan gelecek benzer tehlikelerin savuşturulması için, Roma'nın tüm dünyaya hakim olması gerektiği fikrini ortaya attılar. Bu fikre, "Yeni Dünya Düzeni" adını verdiler.

İlk hedefleri, elit gruplarının Roma'nın değişmez hakimi olmasını sağlamaktı. Bu amaçla, Romayı kontrol etmek için iki sosyal gruba ayırdılar; Patriciler ve Phelepler. İkinci adım olarak, dış tehdidi yarattılar; Kartaca. Kartca ile yapılan ilk savaştan sonra, Kartaca meclisinde kendi adamlarını yerleştirdiler. Hannibal, tüm Roma planlarını bozacak adam olrak ortaya çıktığında, onu durduran Romanın ordusu değil, Kartaca içindeki ajanları oldu. Kartaca 3. savaşın sonunda haritadan silinirken, Romanın adamları da yaptıklarının bedelini ödedi. 

Sonuç, Roma ve elitleri, tüm Akdeniz dünyasına egemen oldu. Romayı ele geçirmek, işin sadece başlangıcıydı. gizli örgüt, gücünü korumak için Roma'yı sürekli savaşların içinde tutmak zorundaydı. Her savaş sonunda elitlerin toprakları ve güçleri arttı. Elit ailelerin en güçlüleri, Sezar, Pompey ve Krasus ittifakı ile tam hakimiyeti sağlayabildiler. Fakat Sezar, gücü elitlerden alıp halka verme planı yapınca, ittifak çatladı. Devamında Sezar'ın kısa başarısı ve meşhur Sezar suikasti geldi. Sezar'dan sonra, gücü halka vermeye çalışan her liderin sonu aynı oldu. Doğu Roma İmparatoriçesi II. Alexandra, Genç Osman, Lincoln, Kennedy vs. 

Bu elitler Roma'dan Doğu Romaya, D. Roma'dan Osmanlı'ya, Osmanlı'dan İngiltere'ye, İngiltere'den ABD'ye geçtiler. Hem başat güçlere, hem rakiplerine yerleştiler. Vs. vs.

Yersen.

Ya olum deli misiniz divane misin? Ne yer altı örgütü lan? Saçma saçma şeyler üretmeyin şöyle. Neymiş, her filmde, dizide, klipte falan Horos'un gözü varmış, İlluminati imiş. O zaman bu örgütün en fazla üyesi sanat yönetmenleri arasından çıkıyor. Çünkü o filme diziye onları koyanlar bu adamlar. Neden koyuyorlar? Neden olacak, sen böyle mal mal konuş diye. Allah aşkına Ceylan bile tek gözlü poz vermiş. O da mı İllumünati? tek gözü kapatınca, tişörte bir sembol koyunca bunu konuşan mallar oluyor, al sana bedava reklam. 

Bilmem ne ailesi 18.yy'dan beri ülkeleri ve dünya siyasetini yönetiyormuş. Gerçekten çok ilginç. Bahsedilen aile dünyanın ilk banker ailesi. Gidin Türkcell Akedimi sitesine girin, oradan öğrenin. Bir motto vardır. "Parasını yöneten, hayatını yönetir." Bu ailede dünyanın parasını yönetiyor, tabii ki tüm dünyayı yönetecek. Çünkü dünya ekonomisi finans ve kredi üzerine kuruldu. 300 yıldan beri falan durum bu. Bu değil ki, 100 yıl sonra da böyle olacak. Hiç belli olmaz, dünya tarihinde ne sistemler kuruldu, ne sistemler yıkıldı. Hem 400 yıl önce bu aile neredeydi? Yok soylarını Mısır'a bağlayanlar oluyor da, o bakımdan soruyorum.

Neymiş, bu aile satanistmiş. He canım benim, evet. Adamlar paraya para demiyor, ama güçlerini şeytandan alıyorlar. Lan biri birine tapacaksa, şeytan bu adamlara tapar. Adamların yönettiği sistem, insanı insanlıktan çıkarma konusunda şeytandan daha başarılı oldu. E peki neden o zaman satanizme çanak tutan pozlar verip, açıklamalar yapıyorlar? Sen salaksın, o yüzden. Neden hala bu sikik sistemin bir parçasıyım diye düşünme, dünyayı yöneten satanistleri deşifre etmenin peşine düş diye. Zaten insanın her zaman bir kötü modeline ihtiyacı olmuştur. (Batı kafasındaki şeytan, Tanrının rakibidir. Aç iki kuran oku, hiç öyle bir durum yok. Oda senin gibi yaratılan, hatta sana secde etmesi istenen bir gariban. Tek olayı fitne, fücur; adam bildiğin dedikodu çıkarıp aşireti birbirine katan gelin gibi bir şey.) 

Bir de Psikolojik savaş diye bir olay var. Nasıl ki Haçlıların, Osmanlıların zamanında düşmanları karşısında "yenilmezlik" imajı varsa, bu adamlar da büyük güç imajı için "şeytani ve gizli tarikat" algısından güç alıyorlar. Adamlara karşı koymanın beyhude olduğunu düşün diye. 

Yahu bu adamlar bildiğin tacir işte. Mason fason mevzusu var ya, bildiğin kankacılık, bildiği ahilik teşkilatı. Öyle ayindi, tapmaydı, grup seksti, işin cıvkının çıktığı yer oluyor. Parayla sapıtmış insanların manevi arayışı gibi bir şey. Cidden şeytana tapanı varsa, cinci hocaya inanan kadın gibi bir hissiyatla inanıyordur. Bildiğin salaktır. Zaten dünyayı yönetmek için çok zeki olmaya gerek yok. Çok paran olsun, altında iyi bir kadro çalışsın yeter. Deli İbrahim cihan padişahıydı diyeyim, oradan anla.

Ha bak medya ile kitle kontrolü, zihin kontrolü çalışmaları, haarp ile iklim kontrolü yoktur falan demiyorum. Varsa bile bunu yapan satanist bir örgüt değildir diyorum. Şirketlerden fonlanan istihbarat servisleridir. Bilim adamlarıdır. Allah aşkına, iklimle oynayan adamlar şeytana mı tapar ya? Birde bunlara inanan adama soruyorum, Allah yok diyor. Allah yok, in cin şeytan var. Zekana hayranım. Bir de bana diyor ki, sen böyle gözü kapalı kal. Peh peh, ne diyeyim. 

Bir grup tacir oyalansın diye köpeğe kemik atar gibi iki örgüt atıyor ortaya, hurra... 

He son olarak şey var bak; adam güç için çocuğu boğduruyor, bunu 500 yıl sonra TV dizisinden öğreniyor, ama bir grup tüccarın aralarında hiç sorun çıkmadan dünyayı yönettiğine inanıyor. Saltanat dediğinde baba oğluna acımaz, ne tarikat arkadaşlığı lan? 

24 Mart 2014 Pazartesi

Kedi kurtarma

Lan oraya nasıl çıktın sen?

Annemin "itfaiyeyi arayalım" bağrışlarıyla uyandım. Dedim bir yerler yanıyor. Bir de sesi telaşlı, dedim abimin evi yanıyor herhalde. Bir telaş fırladım yataktan, konu yangın falan değil, kedi. Kedinin biri karşı apartmanın penceresinin mermerinde mahsur kalmış. Akıllarda iki soru tek cevap var. O kedi oraya nasıl çıktı? Nasıl kurtaracağız? İtfaiyeyi arayacağız.

Aranan 110 bizi Rami İtfaiye'ye yönlendirdi. Bir minibüs durağı dışında, ilk defa Rami İtfaiye kavramıyla böylelikle tanışmış olduk. 30 yılı aşkın süredir burada ikamet ediyoruz, şimdiye kadar ilk defa itfaiye işimiz düşüyor. Kavram 30 yıldır kendisinin özünün dışında, yol tarifi verilen bir durak iken, şimdi anlamını yeniden kazanıyor. Adeta bir Japon çizgi filminde şişman göbekli bir itfaiyeci bedeni yarılarak, içinden Amerikan filmlerinden fırlamış kaslı vücudu, güçlü kolları ve  kırmızı kepiyle bir "itfaiye subayı" açığa çıkıyor. (Lan benim kafadaki imgeler bile ithal duruma gelmiş bu arada)

Kaslı, güçlü, kırmızı kepli itfaiye görüntüsü, iki sokak aşağıya yarım saatte inemeyince kafamın içinden silinmeye başlıyor. Annem tekrar aradığında, araçlarının bozuk olduğunu söylüyorlar. Kafamdaki imge tekrar göbekli itfaiye erine dönüşüyor. Annem telefonun diğer ucundakine saydırmaya başlıyor. Babam arkadan, "ya yangın çıksa, hale bak" diye söyleniyor. "Araçları bayrak asmaya mı yollamışlar." diyor. Bu sırada gariban kedi miav miav ağlıyor. Annem telefonda kimlik bilgilerini bağırmaya başlıyor, korkmuyorum sizden diyor. Sanki karşısında basit, göbekli bir itfaiye eri yok da, Tayyip'in bizzat kendisi varmış gibi davranıyor. Öyle ya, adam kendi üzerinden öyle bir devlet algısı yarattı ki, hangi devlet görevlisi ile konuşulsa, Tayyip'e olan hırs ile saldırılıyor.

Tekrar, 110 bu sefer babam tarafından aranıyor. İtfaiyede telefonlara bakan adalar galiba canı en fazla sıkılan adamlar oluyor. "Abi işler nasıl?" diye muhabbet edecek bir halleri var. Be adam, konu bir kedinin damda kalması gibi basit bir şey, adresi al, gönder bir araç. Nedir bu sorular? Yok kedinin sahibi var mı? Mahsur kaldığı pencerenin sahibine ulaşamıyor musunuz? E biz salağız, direk seni aradık, bunlar hiç aklımıza gelmedi değil mi? Bunlar yetişkin insanlara böyle sorular soruyorlarsa, bir çocuk yangın ihbarı yapsa ne yapacaklar kim bilir?

Bu sırada evin telefonu çalıyor, Rami İtfaiye'si bilgi vermek için aradığını belirtiyor. Annem sevinçle "geliyor musunuz?" diyor. Karşıdaki adam "yok, yenge araç hala bozuk, kedi ne yaptı düşmedi mi daha" diyor. Annemde şalter atıyor, "orada üç araç var, her gün görüyorum, bütün gün voleybol oynuyorsunuz, Tayyip'i de sevmiyorum, kedi ölsün mü? benim kendim, eve alacağım" gibi şeyler söylüyor. Telefonu adamların suratına kapatıp bu sefer bana saldırıyor. "Senin yüzünden ben bu kadar hayvan sever oldum." Aa, gene suçlu olmayı başardım, iyi mi? Bu sırada kedi hala miavlıyor. Bir olayın öznesi olmaktan, nesnesi haline dönüştüğünün farkında değil. Artık sorun onun mağduriyetinden çok, itfaiyenin kendisi oldu. (Evet, kedi mağduriyet yaşıyor. Babam telefonda itfaiye erine öyle söyledi.) Bir başka kedi ise, koltuğa kurulmuş esniyor. Bu kadar kedi yazınca kendi kedimin durumundan  da bahsetmek istedim. Canım benim.

Annem evde duramıyor, sokağa fırlıyor. Sokakta itfaiye beklemeye başlıyor. Adamlardan hesap sorma peşinde. Beklenen itfaiye yaklaşık on dakika sonra geliyor. Kediyi bulunduğu yerden almaları kurtarmaları otuz saniye falan sürüyor. Anneme elden teslimat yapıyorlar. Annem kediyi sokağa bırakıyor, zavallı kedi, korku içinde apartmanın bahçesine kaçıyor. Babam balkonda durmuş, alkış tutuyor. Sokakta buluna bir grup insan tüm bunları telefonlarının kameraları ile çekiyor. Gerçekten unutulmaz bir hatıra.

Annem az önce kanlı bıçaklı olduğu itfaiye teşkilatına hayır duaları okuyor. Gelen araç Bayrampaşa İtfaiye'nin aracıymış. Adamlar tüm yaşananlardan habersiz olduklarından bu sevinci ve hayır dualarının nedenini anlamakta zorluk çekiyorlar.

Mahallenin tapusu cidden kedilerde. 

Çoban Yıldızı

Eski zaman içinde, 

Prenses bile olsanız, kime aşık olacağınızı seçemezsiniz. Prenses iseniz, kiminle evleneceğinizi asla siz seçemezsiniz.

Çok uzun zaman önce, ama bizim gezegenimizde, bir prenses, basit bir çobana aşık oldu. Hiç dokunmadı elleri birbirlerine, hiç konuşmadılar birbirleriyle, tek bir an gözleri temas etti, bu da yetti. Aşık oldular, yüreklerinin en derin yerinde aşkın alevini yaktılar. İkisi de birbirinden habersiz, ikisi de çaresiz... 

Kral kızını komşu bir prense gelin vermek niyetindeydi, çaresiz kız, tek çareyi rahibe olmakta buldu. Güneş tanrısına rahibe olacaktı, bu karara krallar bile karışamazdı. Kraldan büyük tanrı vardı. Çaresiz kaldı kral, boyun eğdi anlayamadığı bu isteğe. 

Güneş tanrısının çok hoşuna gitti, güzel bir prensesin kendi rahibesi olması. Bir gece tapınağa, Prenses'in odasına girdi. Prenses'in güzelliği ile büyülendi. Prenses'i uykusundan uyandırdı, ona aşını dillendirdi. Prenses çok korktu, bir Tanrı bile olsa, Çoban'dan başkasını görmezdi gözü. Razı olmadı Tapınağın Tanrısı'na. 

Bir tanrı bile olsanız, duygulara hakimiyet kuramazsınız. Bir aşıksanız, kendi duygularınızın sizi sürükleyeceği yerden korkmalısınız. 

Çok sinirlendi Güneşin Efendisi. Nasıl olur da, bir ölümlü, hem de kendisine rahibe olmuş bir ölümlü onu reddederdi. Gözlerinden içeri baktı kızın, açık kapıların ardını görür gibi gördü ondaki aşkı. Çobanı gördü, içi kıskançlık ve öfkeyle doldu. Bir çoban, bir tanrıya tercih ediliyor. Bir tanrı, bir ölümlü karşısında aşkına karşılık bulamıyor. 

Hiddetiyle tüm tapınak sallandı. Şehir sarsıntıyla korkuya kapıldı. Depremin şiddeti uzaktaki meraya kadar geldi. Çobanın içine bir korku düştü, Prenses'in tehlikede olduğunu sezdi. Sürüsünü bırakıp şehre koştu, ciğeri patlayıncaya, bacakları yanıncaya kadar koştu. Ne yorgunluk yolundan aldı onu, ne de içinde büyüyen anlamadığı korku. Sadece tapınağa doğru, aşkına doğru koştu. 

Tanrının gazabı dünyayı sallarken, Prenses Tanrı karşısında diz çöktü. Aşkı için, Çoban için yalvardı. Kendisine ne olursa olsun da, Çoban'a bir zarar gelmesin diye yalvardı. Tam bu yalvarmalar sıranında tapınağa vardı Çoban. Prensesin yakarışlarını duydu. Tanrının kayıtsızlığını gördü. 

Bir Çoban bile olsanız, aşkınız için tanrılara bile meydan okursunuz. Ve kaybedeceğinizi bile bile yaparsınız bunu.

Tanrı Çoban'ı kıskıvrak yakaladı, duvara zincirledi. Çobanın gözlerinin önünde Prensesi paramparça etti. Prensesin bal rengi saçları, bir arıya denk geldi. Arı bu saçla balı yaptı. Yeşil gözlerinden dökülen yaşlar yosunlara can verdi, gözlerin kendisi zümrüt oldu. Kırmızı dudakları çileklere tohum oldu. Uzun kaşları yemyeşil otları oluşturdu. Dişlerini denizin dibinde inci olarak bulursunuz. Kirpiklerini develerde görürsünüz. Çenesini, burnunu hiç bir yerde bulamazsınız, onlar çobana kaldı.

Prenses'in ruhunu öldürmedi tanrı. Onu esiri olarak göklere çıkardı. Çobanı bir dağın zirvesine zincirledi. Her gece ona orada işkence etmeye devam etti. Aşkının parçalanışını tekrar tekrar yaşattı ona. Sonsuz bir işkence ile ölümsüz kıldı onu. Esiri ettiği prensesin ruhuna da izletti bu sonsuz işkenceyi. Çoban'ın cezası, prensesi bir daha görememek iken, prensesin cezası Çoban'a yapılan işkenceyi izlemek oldu.

Ancak, ne zaman ki Güneş tanrısı, Güneşi yükseltmek için işe başlar, o zaman Çobanın Yıldızı görünür olur. Tüm gücü ile parlar, Çobana kendini gösterir. Günün bu ilk saatleri, onların aşkının saatleridir. Aşk, Güneş tanrısına bir oyun oynamıştır. Yok etmeye çalıştığı aşkı, Güneş Tanrısı kendi elleri ile ölümsüz kılmıştı.

Çoban Yıldızı hem Çoban için, hem de tüm diğer aşıklar için her sabah dünyamızın üzerinde parlıyor. En umutsuz anlarınız da ona bakın, içinizi güneşten daha güzel ısıtacaktır.

Yazmak

En zor zamanlarımda, kendi içimde bulduğum bir şifa oldu yazmak. İçimde tuttuğum ne varsa önce defterlere döktüm, sonra buraya dökmeye başladım. Bu ara gene deftere kısa bir dönüş yapma durumum oldu. Açıkçası, buraya yazmakta, okunmak açısından bazı sıkıntılarım oluyor. Yazmak istediğim bazı şeyler, başka insanların özeline girdiği için yazamıyorum. Belki bir gün, yıllar sonra kimsenin zarar görmeyeceğine inanırsam, o defterlerin de okunmasına izin veririm. 


21 Mart 2014 Cuma

Cinci Hoca

Lisedeyiz, on dört kişilik toplama bir sınıfımız var. Sınıftakiler genç liseli devrimci kardeşlerimiz. Nereden geldi bilmiyorum, konu ine cine geldi. Devrimcilerden biri, "cin deme abi, üç harfli de" dedi. Lan olm, senin materyalist olaman gerekmiyor mu? "Ya ben çok korkuyorum böyle şeylerden, dine falan inanmıyorum ama bu cin olayı beni çok korkutuyor." Adamın derdine bak! Olum illa bir şeyden korkacaksan, Allah'ın gerçek olmasından korksana. Keza inanmayanlar hakkında pek iyi düşünmüyor. 

Cinlerin gerçek olabilmesini, izafiyet teorisi ile açıkladık. Tabii izafiyet ile ilgili bilgimiz "ışıktan hızlı hareket eden nesne, farklı boyuttadır" kadarcıktı. Aramızda kalsın bende hala bu kadarcık. 

Az önce fal falan yazdım, bir okurla fal muhabbetine girdik. (bir okur falan demek çok zevkli lan. Bu Fatih Altaylı bir arkadaş derken neler hissediyordur kim bilir?) Kız fala, 100tl falan vermiş. Ben 30 verdim diye kazıklandım diyordum. İşin daha komiği, adam/kadın 7 tane falan cin çağırdığını iddia etmiş. Ona da dedim, saf olmayın arkadaşım, bir insan yedi tane falan cine söz geçirse, gider onlara banka soydurur. Ne uğraşacak kezbanların "sevgilim beni aldatıyor mu?" derdiyle. Büyü yapan da gider bir mankeni kendine aşık eder. Elalemin kısmetini kapamaya falan çalışmaz. 

Tabii ki ülkenin bu konuda en fazla kanayan yarası, çocuğu olmayan kadınlar. Şimdi bizim milletin erkeği kısır olsa da, yiğitliğe bok sürdürmez, doktora falan gitmez. Sorun mutlaka kadındadır. Üzerine kuma alır, gene çocuk olmaz, bu sefer kısmetsizim, kuma da kısır çıktı der. Sorunun adamda olduğu anlayan kuma da, gider başkasıyla yatar, çocuk yapar, "al bu senin" der, bizim keke de baba oldum sanır. Kuma erkek doğurana kadar baya bir haşne fişne yapar.

Kuma almayan, doktordan sonra, annesinin de önerisiyle kadını cinci hocaya gönderir. E cinci hoca üniversite mezunu kadınları/erkekleri cinim var diye kandırmış adam. Bu kendini kısır sanan kızı her türlü kandırır. Fantezi dünyaları da geniş pezevenklerin. Önce karnı ellemler, oradan baldır, sonra dil atmalar, saksafon çektirmeler... Düz bir şekilde işini de görmüyor. Kanallar açılacak deyip bok yoluna sapanı var. 

Bizim kısır olanı erkekten saymayan yumurta topuk delikanlıları da çocuk doğunca oğlum diye koynuna bassın. Aman durumu uyanmalarından iyidir. Yoksa hiç günahsız kadını da çocuğu da öldürür manyaklar. E cinci bunu da biliyor, seans üzerine seans yapıyor. Olan hamile kalana kadar kadına oluyor tabii. 

Bak zaten sevişme sorunu olmasa, ülkede pislik olmayacak. Türk televizyon tarihinin en gerçekçi fantezisi "İşeler Güçler"deki bal serisinin ikinci bölümüydü. Herkesi seviştiren bal sayesinde ülke güllük gülistanlık oluyordu. 

Haydi öptüm.

Not: cin min çağıran varsa bana bir alo desin, yada mektup atsın, bir şey soracağım. 

Falcı

"Olm, ikimiz içinde süper bir şey buldum. Falcıya gidelim."

Ben dünden meraklıyım zaten fal olayına. Hem de tarot falı bakıyormuş. "Tamam hadi gidelim" dedim. Randavu almak gerekiyormuş önce. Vay amk, falcı bile randevu ile çalışıyor, ben her çağrıldığım  yere gidiyorum.

Randevumuz saat altıdaydı, tam vaktinde oradaydık. Bizden önce bir kadın vardı. İyi dedim biz bir kahve içene kadar işleri biter. Saat yedi gibi falcı teyzem bizimle görüşmeyi başardı. Bir saat fal ile karışık dedikodu yaptılar kadınla. Kadın boşanacak mı ne, öyle bir mevzusu var. Telefon numaralarını falan aldılar birbirlerinden, falcı teyze müşterilerinden haber almak istiyor. 

Sıra bize gelince önce iki muhabbet etti. Dedim herhalde destekli sallamak için bilgi toplama amacında. Muhabbet ederken birazda Facebook'ta takıldı. Oyun falan oynadı. İçinden dedim aha hiç iplemeyecek bile bizi. Nerelisiniz, adınız ne falan diye muhabbet ettik bir süre. Hiç spesifik bir soru sormadı. Zaten bende pek konuşmadım, karakter analizi yapıp ona göre sallayabilir. Bu falcılardan her türlü numara beklenir. Sen "L" demeden, o çoktan leblebiyi anlar. Bende arada kahve falı bakıyorum da, oradan biliyorum. İşin sırrı karşıdakinin beklentisini yada derdini anlamakta. Sonra ona göre sallıyorsunuz. Bir de burcunu öğrenip ona göre genel geçer karakter şeyleri söyleyince, tamam işte, falcı oldunuz. 

Tezgaha önce arkadaşım yattı. Kadın daha fal başlamadan, bundan iş aradığı ile ilgili tüyoyu almıştı zaten. Oradan yüklenmeye başladı. Sonra aile ilişkileri falan dedi. İş arayanın ailesi ile arası açık olur, baskı görür. "Aman ailen seni çok seviyor, hep iyiliğini istiyorlar. Sabırlı ol, 6.-7. ay gibi güzel gelişmeler olacak, 8. ayda sen iş bulacaksın. Başta zorlanacaksın, orada sabredersen kısa sürede yükseleceksin." Başka ne olacaktı ki? Adama bir yerde gına gelecekti, seçiciliği düşecekti, dandik bir işte olsa işe girip dört elle işine sarılacaktı. Çıkarım yapması kolay bir durumda adam. Sonra karakter ile ilgili bir şeyler, falan filan fişmekan...

Bu sırada telefondan millete mesaj çektim. İçimden "nereden geldim amk buraya, boşuna para harcıyoruz amk diye geçirdim. Hatta bir arkadaşıma, "burnum boktan çıkmıyor, nereye çağrılsam gidiyorum" diye dert yandım." Burası önemli aklınızda  tutun. Adamın falını daha anlatmayacağım, (özel hayata saygı) kendi falıma geçiyorum.

Bismillah, şeytan kartı ile başladık. Bir kaç kart daha vardı yanında, sanırsam ilk açılan 4 kağıtta başladı yoruma. Sen şeytan gibi kafası çalışan birisin, aynı anda kafanda farklı farklı konularda 40 fikir dolanıyor. Lan cidden birbirine çarptırmadan tüm tilkileri kafamda döndürüyorum. O kadar ki, tilkiler birbirlerini bile görmüyor. Zaten okurken de belli oluyordur, sürekli oradan oraya zıplıyorum falan ya. Ama suratımdan nasıl anladı lan bunu bu kadın? 

Kadın başladı sen şöylesin böylesin. Ama baya baya tutturuyor. Sürekli genel analizde kendisi. Sallayıp tutturulacak şeyler. Herkesten farklısın falan diyor, ben susuyorum, arkadaşım çoşkuyla, "evet, evet öyle" diye cevap veriyor. Bu sallamalar arasında en büyük başarısı, "daha sen bile kim olduğunun farkında değilsin" demesi oldu. En büyük sıkıntım da buymuş hayatta. Lan helal sana kadın dedim. İçimden dedim, ama dedim yani. Düzenli okuyanlar bilir, baya dertliyim bu konuda. "Temet Nosce" olayı. İkinci başarısı, "gülmen mutlu olduğun anlamına gelmiyor, sen üzgünlüğünü de gülerek anlatıyorsun." demesi oldu. Kadın bildi amk. En yakınlarım bile fark etmemişti bunu. Eğer gülüşümden bu sonucu çıkardıysa, ki faldan çıkarmasından daha olası, falcılığı falan bıraksın, CİA'ya karakter analisti olarak işe başlasın. Ya da başlamasın, dünyanın buna pek ihtiyacı yok sanki.

Arkadaşıma, şöyle olmuş, böyle olacak gibi kehanette de bulunmuştu. Bana, ne geçmişten, ne gelecekten haber var. Falı yarıladık bile. Tam ben bunu düşünürken, geçmişin hayaletini üzerime saldı. Sonra da "özele bakmamı neden istedin" diye sordu. Lan benzin bu ülkede çok pahalı, hem de arabasız satmıyorlar, şurada bir yerde kolonya vardır. Ben bunun üzerine kolonya döküp yakayım bunu. Mahkemede cadıydı falan derim. Hakim beni deli zanneder, ceza falanda almam. Hem bizde kolonya ile insan yakmak aile geleneği. "Nereden anladın tam o anda onu düşündüğümü be cadı." demedim tabii ki. Cevap vermedim. Bir de anlayışlı çıktı, "tamam bu konuda konuşmayalım" dedi. 

Her şeyin kurulu senin dedi. Bir kart seçti, "eğer" dedi. "Kart senin doğduğun ayın kartıysa, her şey harika gidecek, hiç düşmeyeceksin. Ama farklı bir ayın kartı çıkarsa, biraz engebeli bir hayatın olacak." Kartı ben açtım, üzerinde Roma Rakamı ile I yazıyordu. (Ocak doğumluyum)

Beni kesseler fala falan inanmam. Pozitif bilimlere inanırım ben. Ne kadar bilimsel takılsa da, insan merak ediyor işte. "Konuşmadığım konuda da konuş" dedim. Dünden hevesliymiş, "Kalbinin yarısı bir başkasında kalmış, olmayacak. Al kalbini oradan. Bir kaç yıl kimse olmayacak, sonra bir kadınla iki üç yıl birlikte olacaksın. Ondan da ayrılıp gene bir süre yalnız kalacaksın. Sonra bu gelecek" dedi. Üzerime bir kart attı. Timsah Kraliçe'si. "İki çocuğunuz olacak, bir kız, bir oğlan. Türkiye'de yaşamayacaksınız." Kesseler başka yerde yaşamam. Belki, Yeni Zellanda'da, o da çocukluk hayalim olduğu için. Ufak bir not, Türkiye'ye en uzak ülke Yeni Zellanda'dır. Coğrafi olarak. Ve başkentlerinde, Atatürk Parkı vardır. Ata'nın bir büstü ile birlikte.

Hiç kötü bir şey söylemedi, ama fal çıksın istemem. Ben bir daha ayrılık kaldıramam. "Kimseye belli etmiyorsun, ama çok duygusalsın. Her şeye üzülüyorsun, ama üzülürken bile anlaşılmasın diye sürekli gülmeye çalışıyorsun." 

Hem ben İstanbul'dan başka yerde de yaşayamam ki. Vasiyetimdir, 2071'den sonra, ben ölünce, ki İstanbul'da öleceğim, beni köyüme gömün lan. Planlarım böyle benim. Anıt mezar da yapmayın. (Egoya gel :))

Hiç düşmeyecekmişim ya, çıkışta ayıptır söylemesi boka bastım. Kaygan, sulu bir bok. Evet mide bulandırıcı olanlarından. Kaydım, ama düşmedim. Daha da düşmem herhalde. 

Not: Lan ben çözülmesi bu kadar kolay bir adam mıyım lan? Kadın anneme düşkünlüğümden geceleri oturmayı sevdiğime kadar çoğu şeyimi bildi. Şimdi hatırlayamadığım baya olayı da bildi. Bak bu kadar kolaysam söyleyin, ben de biliyim kendimi.

Not 2: Kadın bir de dalga geçer gibi "her çağrıldığın yere gitme" dedi bana. Aklınız da tutun demiştim ya hani, ondan bahsediyorum. Unutmuş olan yukarıyı tekrar okusun, unutmayan salsın gitsin artık, daha tutmasın. (ve iğrenç espri ile bitiririm arkadaş."

20 Mart 2014 Perşembe

Kitle Sevişme Araçları

"Bayan arkadaş arıyorum." Aslında bu cümleyi kurmamda hiç de garip bir durum yok gibi. Garip olan, cümleyi şu anda değil, 20 yıl önce kurmuş olmam. 

Kitle iletişim araçları, insanları seviştirme araçları haline gelir. Ölüm kadar kaçınılmaz bir durum bu. Ben söz konusu cümleyi rastgele bir telsiz kanalına söylüyorum. Beş yaşındayken bu şekilde sevişmeye çalışan insanlar olduğunu nereden bildiğimi lütfen sormayın. Cevabım yok çünkü.

Tele-text  hayatımıza televizyon rehberi, spor sonuçları gösteren bir alan olarak girdi. Bir kaç faydası daha vardı galiba. Yıllar sonra, internet çıktıktan sonra, ne oldu bu ortam diye baktım, sadece bayan arkadaş arama mesajları ile doluydu. Uydu kanallarında sadece bu amaca hizmet eden kanallar bile var. Numaranızı falan yazıyorsunuz, numaranız ve mesajınız alt yazıda geçiyor, üzerine para ödüyorsunuz. Evet, siz kesinlikle delirmiş olmalısınız.

Mirc, internetin ilk Esra Erol'u... Sahte Sinemlerin, sahte Nilsuların gençliğinin son demlerini oynayan adamları maymun ettikleri yer. Ah aslında insanlıktan daha çıkmadık, o sonra olacak. Mirc sayesinde ilk internet evlilikleri yapıldı. E tabii bu evlilikleri Sinem yada Nilsu yapmadı, onlar daha 13-14 yaşındaki Mahmut'u. Evlenenler şişman Zeynep ile evde kalmış kız kurusu Fatma oldu. Kocaları da internetin kazığını ilk yiyen adamlardı. Neler umdular, ne buldular.

Mirc sayesinde sevişip evlilikten paçasını kurtarabilmiş kaç kişi vardır? Cevabım yok.

İCQ, sevişmeyi uluslar arası seviyeye taşıyan ilk mesajlaşma sistemi. Tabii çoğu kişi sadece Ugandalı arkadaş bulmakla kaldı. Belki sevişemediler, ama Mısır'da Tarkan dinlendiğini öğrendiler. Sevişebilmek hala belli bir yaşın üstündekilerin tekelindeydi. ICQ'da pek çok evliliğe vesile oldu. Bu sefer umulan ile karşılaşılan daha yakındı, çünkü MIRC'in aksine ICQ karşınızdakinin resmini görmenize olanak veriyordu.

Sonra MSN mesajlaşma servisi geldi. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sevişme yaş sınırı MSN ile yasaların izin verdiğinin altına çekildi. Artık ergenlerin hayatında sürprize yer yoktu. Abilerinin acı kaderini onlar yaşamayacaklardı. Çünkü artık CAM vardı. CAM açsana vardı, sanal seks vardı. Kamerası olmayan kadınlar "sanalını yapmayan gerçeğini de yapmaz" anlayışıyla direk potadan çıkarıldılar. Pek çok insan bekaretini MSN ile kaybetti. Nereden biliyorum sormayın. Ama bu sefer cevabım  da var.

Ve Hİ5, NetLog, ve türekleri. Facebook öncesi dönemin efsaneleri. Artık birileri ile tanışmak çok kolay. Sevişilecek insanlar sadece arkadaş çevresi yada çevrenin çevresi değil. Artık bütün il hatta ülke sizin çevreniz. Küreselleşme böyle bir şey. Bu siteler sayesinde kameralı telefon satışları patladı. Herkes kendi fotoğrafını fotoşoplamayı öğrendi. En iyi fotoğraflar için şehrin çeşitli manzaralı yerlerine gidildi. Bu sitelerde tanışıldı, MSN'de muhabbet koyulaştı. Sonra cep telefonu falan, sonra? Sonra "arkadaşın evi boş gelsene :)))" mesajlarına sıra geldi. Bu devirde en çok evi boş olan o arkadaş sevişti. Çünkü herkesin ona ihtiyacı vardı.

Ve Facebook... Tüm diğer sitelerin celladı olan o acımasız canavar. Üvey kardeşi Twitter ile birlikte ortamı kasıp kavurdular. Devir hala onların devri. MSN'i katleden Facebook'un anlık mesajlaşma servisi oldu. Twitter şekil yapmanın en kolay yolu oldu. Artık her şey bu ikisi üzerinden dönüyor.

Ha bir de sözlük olayı var. Ben o ortamı pek bilmediğim için yorum da yapamayacağım. 

Cep telefonlarını unutmadım. Özellikle akıllı olanlarının çıkışı ile birlikte internetin neredeyse bilgisayar kadar ev sahibi oldular. Şöyle bir örnek vereyim, bu blogu okuyanların %30'u falan telefon ile giriş yapıyor. Nereden mi biliyorum? Kontrol paneli diye bir şey orada gösteriyor lan. Öyle sır falan değil bu.

Cep telefonlarının zinayı arttırdığı zaten yılda bir iki kere gazetelerde haber olur. Akıllanınca daha da kolay hale getirdiler. He bu arada MIRC ile evlenenlerin çoğu cep telefonu sayesinde eşini aldattı ve boşandı. Teknoloji birleştirdi, teknoloji ayırdı. Haşa veren de alan da teknoloji desek yeri.

Başa dönersek, bayan arkadaş bulamadım. Telsizden hiç cevap gelmezdi. Bir gün, artık nerenin kanalına girdiysem dayının biri "napçan lan bayan arkadaşı" dedi. "Arkadan olicim" diye geveledikten sonra direk kapadım telsizi. Daha da elime almadım. Çok merak ediyorum, telsiz sayesinde bayan arkadaş bulup sevişmeyi başarmış bir usta var mıdır? Vardı ki millet deniyordu. O abilerimi bulsam yemin ederim ellerini öpeceğim.

Bak az kalsın Chatroulette'i unutuyordum. İşte erkeğin insanlıktan çıktığı yer burası oldu. Sahte kamera programı ile sapığa kendisini parmaklatabildiğiniz bir yer burası. Gerçi ben bir tane Letonyalı hatunla baya saatlerce muhabbet etmiştim. Oluyor bazen öyle, şans yüzünüze gülüyor. Dur Facebook'tan bir mesaj atayım, belki Türkiye'ye gelir bu ara. Ya da ben giderim oralara, ne olacak yani?



17 Mart 2014 Pazartesi

Bülbül ile Gül

En bilindik aşk hikayelerinden birini bir de benden dinleyin bakalım.

Bilmeyenler için özet geçeyim, bülbül güle aşık olur, gülün dikeni bülbülün kalbine girer, bülbül son bir şarkı söyle ve ölür. 

Bülbül ölümsüz olur. Güle ne olur? Fikrim yok. Zaten benim hikayem daha farklı.

Dikenler bülbülün kalbine girmeden önce her tarafını çizerler. Bülbül korkar, gülden dikenlerini dökmesini ister. Gül hiç dikenlerini dökebilir mi? Bülbül istediğinin imkansızlığını görür, karamsarlığa düşer. Bir diken kalbine girene kadar güle gidecektir.

Ya da...

Bülbül gülü terk eder. Tek başına devam edeceğini düşünür. Kanat çırpar yeni hayatına, gülü düşünmek bile istemez. Gül orada kalacak sanır. Yapamazsam, yaralarım iyileşince dönerim diye düşünür. Dönmeye çalışır. Gülü orada bulur. Başka bülbüller ile... Onların şarkılarını dinlerken. Onların kalplerini çizerken, onları öldürürken. 

Aşkın sonu ölüm. Her iki ihtimalde de, aşktan sonra ölüm geliyor. Bizim bülbül, ölümü seçip son şarkısını söyleyemedi. Şimdi yaşarken öldü. 

Neşe, sevinç, mutluluk... Hepsi geçici, hepsi vadeli... Bülbül şakırtıları geçici olur. Hep öyle olmuştur. Ölürken bile mutludur onlar. Hikayemizin kahramanı ise, ölüm yerine mutsuzluğu seçti. Aşk yerine hayatı seçmek, kendi olmak için ondan vazgeçmek. Ama başaramadı. Aşkı tadan bir hayat, aşk olmadan da zaten ölüydü. 

İki ihtimal dediğim de tam bu oluyor. 

Diğer bülbülleri izlerdi, güllere şarkılar okuyanları. Kendisi de denedi, sesi eskisi gibi çıkmadı. Her güle, eski gülün hikayesi anlattı, hiç biri onu kabul etmedi. Sıkıştı kaldı. Bitti sandı. Biten hikaye okumadım ben, hiç bir hikaye bitmez. Sonlar hep yalandır. Parçanın bitimidir. En yavan hikaye bile sonsuza uzanır. Değişerek bile olsa, sonsuza ulaşır.

Bıraktı bizim bülbül. Son geldi sandı. Dedim ya, yanılıyordu. Onun hikayesi aslında burada başlıyordu. En güzel şarkılarını söylememişti daha. Perdeleri kapalı bir eve sığındı. Orada kendi kendine şakıdı. Yaşlı bir kadın duydu şarkılarını, onu bir kafese kapattı. Kafes altın değildi, bizim bülbül gene de vatanım demedi. Umurunda dahi olmadı kafes. Zaten uçmaktan yorulmuştu. Tüm gün şakıdı, acı acı öttü. En güzel hikayelerini, şarkılarını o kafeste söyledi. Yaşlı kadını son günlerinde ne kadar mutlu ettiğini bilemedi bile. Sonra, bir süre sonra, kadın öldü. Kadının evlatları kuş seven insanlar değildi, bülbülü saldılar. O da uçtu gitti. 

Özgürce tekrar uçana kadar, esaretin farkında bile değildi. Güle uçtu hemen. Yerinde yeller esiyordu. Sonbaharın gülleri pek sevdiği söylemez. Dökülen yapraklara ağıt yaktı, boşalan parklara, üşüyen evsizlere, kendi dışında her şeye ağıt yaktı. Kar geldi, gitti. Sonra? Sonra tekrar bahar ve tekrar gül. 

Bülbül güle görünmeden, uzaktan okudu şarkılarını. Gül duydu bu şarkılar, 

16 Mart 2014 Pazar

Öğretmen II


10, 10, 13 ve 40, 20, 05

Şans oyunu numaraları değil bunlar. Lise birdeki matematik dersi notlarım benim.  Eğer yıl sonun da karneme hak ettiğim not düşseydi, ki o da kocaman bir 0 oluyor. Sınıfta kalacaktım. Anlatacağım, ama önce...

Orta okuldayız, ilk matematik öğretmenim Zekiye Yücel oluyor. Kendisi en yakın arkadaşımın annesi oluyor ayrıca. Yıllarca evine girmiş, çıkmışım. Zekiye teyze olarak bilmişim. Şimdi Öğretmenim. Vallahi zor oluyor. Çeken bilir. Ödevi yapmazsın, mazeretin yok. Dün bütün gün kadının evinde oğlu ile atari oynamışsın. Nereye hastaydım, elektrik kesildi diyorsun. Özel ders almak için arkadaşınız gelir, öğretmeniniz camdan "Cenker, in çabuk o ağaçtan" diye bağırıyor. Rezalet vallahi. İnanması da güç ama, orta okul karnemde beş olan tek dersim de matematikti. 

İkinci sınıfta artık öğretmenim Zekiye Yücel değildi. Rafet Yücel'di. Aynı çocuğun babası. Ödev yapma alışkanlığım olmadığı için her gün kulağımı çekerdi. Adama karşı korku oturdu içime vallahi. Yıllar sonra bile hala korkuyordum. Bir de adam bazen bize gelir, babamla falan rakı içerdi. Lan sınıfta korku salan adam, rakıdan kıpkırmızı olmuş bir şekilde salonda oturuyor. "Ödevi yaptın mı lan?" diye soruyor. Yemin ederim psikolojim bozuldu, matematikten soğudum.

Ben Beşiktaşlıyım. Ya siyah, ya beyaz... Soğuyunca tam soğurum. sonuç yazının başındaki notlar oluyor. Lakin melek gibi de bir öğretmenin var. Beni de oğlu gibi seviyor. Yalan değil, anneme veli toplantısında kendi dedi. Kendisi ayrıca sınıf öğretmenimdi, notlarımın berbatlığına rağmen benden övgü dolu bahsetmişti. Bu arada sadece matematik değil sıkıntı, ilk yazılılar sonunda üç tane 0'ım, üç tane 1'im vardı. 

Bir gün ortak sınav var okulda, derste biyoloji. Bir soru hakkında hiç bir fikrim yoktu. Öğretmenime şaka olarak, "ya ben bunu yapamadım cevabı ne?" diye sordum. "Ben ne biliyim, Emine'ye sorsana" dedi. Ciddiydi. Sordum. Emine de bilmiyor, "kitaba bakayım mı?" dedim. "Bak" dedi. Sonra sınıf olarak kopya çektik. Hele bir tarih sınavında, ki sınav testti, cevapları tahtaya yazdım. "Sen olmasan izin vermezdim" dedi, sevgili öğretmenim. 

Lan kadın seni bu kadar seviyor, kolluyor da, sen neden hala fırlamalık peşindesin? Bak bende çok seviyordum ama rahat da duramıyordum. Kadına gidip, "ben sizi babaanne gibi seviyorum" derdim. Lan babamdan genç kadın, biraz kilo sorunu var diye yaşlı duruyor. Denir mi lan öyle?  

Neyse, sonradan sözel bölüm seçince okul değişmek durumunda kaldım. İki tane daha aklımda kalacak öğretmen ile tanıştım. Gerçi ilkine öğretmen demek pek kolay değil. Kendisinin idari görevleri dolayısıyla sınıfa pek uğradığı olmazdı. Zaten 14 kişilik toplama bir sınıf olduğumuz için hepten salmıştı bizi. "Siz ders çalışın işte" der, sınıfa pek uğramazdı. Hatırlıyorum, bir keresinde nedense derse geldi, bir süre sınıfta takıldı, sıkıldı "hadi ben kaçıyorum" dedi ve gitti. 

Yemin ediyorum başbakan olacak adamdı. 

Ve tabii ki, Türk Eğitim Tarihinin ilk ona girecek öğretmeni, İsmail Aktaş. Dediğim gibi okula sonradan gelmiştim. Adamın kendini görmeden, adını ve ikametini duymuştum. O okulda okuyan bir lise arkadaşım, "sen seversin ya" demişti. Bir gün sınıfa girdim, beyaz saçlı, beyaz bıyıklı bir adam öğretmen sandalyesin de oturuyor, sınıftaki kıza "kim bu eşek herif?" diye soruyor. "Bu ne lan?" dedim içimden. Adam bahsi geçen efsaneydi. Öğrencilerinin aşırı sevgisinden yolda yürüyemecek duruma geldiği oluyordu. Müdürün susun diye götünü yırttığı yerde, tek hareketi ile herkesi sustuyordu. Sevilmesinin nedeni sıcak kanlı oluşu kadar, harika bir tarih öğretmeni oluşundan geliyor. Bir tarih öğrencisi olarak söylüyorum, üniversitedeki çoğu hocamdan çok daha iyi bir tarihçidir. En son doktora yapıyordu, ama ne oldu bilmem. 



Spor Salonu (insanlık)

Kısa boylu ve kelsen, artık kabullen. Bırak göbeği kareyi tamamla. Zengin falan sanırız biz seni, hele bir de güneş gözlüğü falan, Lewis kot, tamamsın işte. Ama olmuyor değil mi? İlla kas yapacaksın. Bak götüm yese, geleceğim yanına, "abi boşuna kasma, ne yaparsan yap, ne boyun uzar, ne saçın çıkar senin. Ne kadar kaslı olursan ol, bu açıklar kapanmayacak. Boşu boşuna uğraşma, yazık bak ya fıtık olacaksın. Bu kadar ağar çalışma, taşaklara vurur vallahi." 



Diyemiyorum işte. Pis dayak atar bana o kısa boylu keller. 64 kilo adamım ben, son 3 kiloyu son bir ayda almayı başardım. Ben insana benzemeye çalışıyorum. Bu bodur keller insanlıktan çıkmaya çalışıyorlar. Üçgen vücut yapmaya çalışırken bildiğin kare oluyorlar. 

Bir diğer özellikleri ise, hepsinde yok tabii, dövme takıntıları olması. Hele bir tanesi var, benim matematiğimin yetmeyeceği sayıda dövme yaptırtmış. Allah yazan dövmesi de var, kendini vuran melek dövmesi de var. Pek tutarlılık sergileyemiyor anlayacağınız. Tek koluna Gs, tek koluna FB dövmesi yaptırsa yadırgamayacağım adamı. 

Kısa boylu keller dışında, uzun boylu saçlılar da var. Onlar da genelde ergen gençler oluyorlar. Boyları uzun olduğu için bir heves ailesi tarafından gönderildiklerini düşünüyorum. "Çok güçlüyüm ben" imajı yaratmak için ağırlıkları hızlı hızlı kaldırıyorlar. Teknik bir not, ağırlık kaldırmanın amacı, aslında onu tutmaktır. Yani faydalı olması için yavaş tempo ile çalışmanız gerekir. Ancak bu ergenler bu bilgiden habersizler. Peki ben gidip onlara anlatır mıyım? Bana ne lan. Zaten benden uzun oldukları için gıcık oluyorum. İnşallah yanlış bir hareket yaparlar da çok şekilsiz vücutları olur. 

Ve tabii ki şişmanlar... Onlar ile aynı amaç için buradayız. Biz insanlıktan çıkmaya değil, insana benzemek için gelenleriz. Kimin durumu daha üzücü vallahi bilemedim. Ben kilo almaya çalışıyorum, bu adamlar/kadınlar kilo vermeye çalışıyorlar. Koşu bantların da halleri çok acıklı oluyor lan. Benim yürüme hızım, adamlar için yüksek tempo koşu oluyor. Daha bir dakika dolmadan kan ter içinde kalıyorlar. İşin kötü yanı çoğu deodorantın icadından habersizler. Bisiklet kullanmaya kalktıklarında seleyi görmeniz imkansız oluyor. Geçen bir tanesi gözümün önünde kros aletini kırdı. Bir çoğu diyette yaptığı için çok sinirli görünüyor. Gene de burada en çok onların varlığı beni rahatlatıyor. Zira bana küçümseyen gözler ile değil, imrenen gözler ile bakan tek grup bunlar. 

Teyzelerimiz olmadan olmaz. Parklardaki aletler ile spora başlayıp hızını alamadan buraya gelmişler. Sayıları az olduğu için pek bir tehdit oluşturmuyorlar. Korkarım üç dört kişilik bir arkadaş grubu olduklarında spordan sonra yandaki oda da piknik yapmaya başlayacaklar. Gözlerinde bunu görüyorum. Tehdit büyürse gidip yönetim ile durumu konuşabilirim. 

Badem bıyıklı amcalar var. Bu amcalar genellikle çocukları ile birlikte geliyorlar. Çocukları istisnasız obez. Belli yani, küçükken şımartılmış erkek çocuğu bunlar. Sezercik filmindeki "eşeği ben alacağım, benim babam çok zengin. Vurucam kırbacı, vurucam kırbacı." diyen çocuğa benziyorlar. Genellikle yüzmeye geliyorlar. Amcalar da çocukları ile birlikte yüzüyor. İlginçtir, gene istisnasız olarak hepsi beyaz don giyiyor. Bir tür gizli tarikat olabilirler diye korkuyorum. Don demişken, aklıma geldi. En kaslı olanlar, genelde en renkli donları giyenler oluyorlar. Bu da bir tarikat olabilir. Araştırmacı kanı olan arkadaşlar bir araştırsın bunu. 

Ve tabii ki form tutmaya çalışan kadınlar. Genellikle koşu bandında zaman harcayıp sonradan plates dersine giriyorlar. Takdir ettiğim insanlar bunlar. Kimseye küçümseyen gözler ile bakmıyorlar. Milletimin kadınlarının sahip olduğu genel kezbanlık bu kadınlarda yok. Güler yüzlü ve dışa dönükler. Kezban yok mu? Olmaz mı? Koca götünü eritmeye çalışan genç kadınlarımız her zamanki kezbanlıklarını burada da sergiliyorlar. Diğer kadınlara olan hasetlerinden sürekli olarak, "üf püf, ne bakıyor bu ya(kimse de bakmıyor aslında), burası da ter kokuyor(evet, kaynağı da sensin, ya da kısa süre sonra senden bağımsızlığını ilan edecek götün) vb." tafralar içerisindeler. 

Bir ayadan fazla süredir spora devam ediyorum. Dikkatli biriyimdir. Haftanın en az 5 günü aynı saatlerde gitmem rağmen, bir kişiyi iki kere gördüğüm çok nadir oluyor. Buradan çıkardığım sonuç, spor salonlarının müşterilerinin en kalabalık olanları, parayı verip iki kere geldikten sonra, bir daha gelmeyenlerdir. Annem yengem ve ağabeyim dahil. 

Saygılar.

14 Mart 2014 Cuma

Gavur

Rusların gavur olduğunu hep biliyordum. Amerikalıların  da gavur olduğunu ise kabul etmekte çok zorlandım. Hatta kendimce onların gavur olmadığına dair açıklamalar üretmeye falan çalıştım. Amerikalılar iyi adamlardı. Onlar cehennemde yanmamalıydı. Her gavurun cehennemde yandığını sandığım, henüz ilk okula gittiğim dönemlerdeki düşüncelerimdi bunlar.

Amerikalılar gavur olamazdı benim gözümde. E.T bir onlardan bir çocukla arkadaş olmuştu. Dinazorlara onlar hayat vermişti. Dünyayı kötü uzaylılardan koruyanlar onlardı. Rambo gibi bir kahraman yetiştirmişlerdi. Tabii ki aralarında kötü adamlar vardı. Ama çoğu Amerikalı dürüst cesur ve mert olurdu. 


İlk özel televizyon benimle yaşıt. Kanal D'nin yayına girdiği günü ise hayal meyal hatırlıyorum. Sultançifliği'nde halamın evindeydim. Tekli koltuğa uzanacak kar küçük bir bedenim vardı. Televizyonda yayınının ilk günündeki Kanal D açıktı. Dinozorlu bir çizgi film vardı. Bir gurup çocuğun dinozor yumurtası bulması ve yumurtadan çıkan bebek dinozorun maceralarını konu alan saçma bir çizgi dizi. Olsun, ben dinozorları çok severdim. Gittiğim ilk sinema filmi Jurassic Park'tı. Teyzem ve dayım götürmüşlerdi. Alt yazı okuyamadığım için pek bir şey anlamamıştım ama, dinozor vardı lan. Amerikalılar sayesinde gördüğüm dinozorlar.

Televizyon neslindenim ben. Amerikan sinaması ile büyüdüm. Rocky - İvan Drago kavgasında Rocky'ye taraf oldum. Taraf olmak zorundaydım. O bayraklı şortların anlamını anlamam beklenemezdi ya. Kafamda düşman algısı yaratıldığını fark edemezdim ya. Televizyonda düşman olan, benim de düşmanımdı. Kötüydü, gavurdu. ve bu düşmanlar her daim Amerikalıların düşmanlarıydı. Halkının bile değil, yönetiminin. Amerikan halkı da bu düşmanlara en fazla benim kadar farkındalıklı olarak düşmandı.

Yıllar geçti, çok yıllar... Amerikan sinemasının her şeyi nasıl düşman ettiğini, nasıl canavarlar yarattığını gördüm. Gök taşı düşmandı, tsunami düşmandı, rüzgar, deprem, uzaylı, dinozor, hayalet.. Hatta kuşlar bile düşman ve canavar olabiliyordu. Kuşların canavar olması kült eser olarak yeni kuşaklara aktarılıyor. Kuş lan bu, güvercin... Onu bile canavar ilan ettiler. Ruslar tabii düşman olacaktı.

Amerikanın kendi içinden çıkan cılız itiraz sesleri hiç televizyonlarda yayınlanmadı. Adamın biri çıktı, "siz işiniz değilsiniz, siz paranız değilsiniz, siz arabanız, kol saatiniz, kredi notunuz, sahip olduğunuz kadın/erkek, izlediğiniz film, gittiğiniz restoran, sahip olduğunuz koltuk takımı, cep telefonu, plazma tv değilsiniz" dedi. Peygamber olarak gördük. Kurduğu ütopyaya "bu ne menem bir şey" demeden daldık. Neden fiziksel acı peşinde koştuğunu, bu arayışın aslında "rüyada mıyım bir cimciklesene beni" ile aynı olduğunu fark edemedik bile. Kitaplar ile, şarkılar ile kandırıldık. Hiç birimiz Rock Star olmayacaktık. Ama bu sırada hepimiz Tyler Durden olamaya özendik. Adam da bize T-shirt sattı. Seri kitaplara bağladı. Gene kandırıldık. 

Anti kahramanlara özendik. Batman değil Joker olmak istedik, bir bok olamadık, çünkü hep başkalarının sözlerini söyledik. Bizden çalınan sözleri, başkalarından duyup taklit ettik. Kendimize yabancı olduk, hemde iki kere. Sonun da şarkı söyleyip dans eden boklardan başka hiç bir şey olamadık. 

Kendini aydın sanan, TV'de programlarda konuşan, gazetelerde köşe kapmış olanlar bile farklı değil. Süreli olarak "şu üstadın da dediği gibi, bu düşünürün de düşündüğü gibi" diye konuşup, yazıyorlar. Kendi cümleleri yok. Kendi fikirleri sandıkları fikirler, cep telefonları gibi ithal. 

Her şey slogana dönüştü. Zamanımız çok değerliymiş gibi uzun yazılara, uzun anlatılara düşman olduk. Beş kelimede tavlanmak, yedi saniyede gülmek istiyoruz. Hayat çok hızlıymış, kaybedecek bir an bile yokmuş. Hep söylüyorum, tekrarlamaktan sıkılmayacağım. Bir kişi bile, bir tekrarda inansa yanıma kar kalır. "Her siktiğim anı sonsuzluk taşır." Zamanımız var. Her şeyi yapmaya, kurmaya, büyütmeye, çocuğumuz gibi bakmaya. Git gide kısalıyoruz sanki. Bir fikri 140 karakterde anlabilsem kendimi peygamber ilan ederdim. Yedi saniyede sizi bir şeye inandırabilsem tanrılığımı ilan ederdim. 

Sonuç olarak bence gavur diye bir şey yok. Yani kötü yok. Herkesin şeytanı aslında kendisi, kendisine söylediği yalanlar. İnanmak istediği yalanlar. Tyle Durden gerçekten yok, ama herkesin kendi içinde en az onu kadar azılı bir şeytanı var.

Bir Yerde Bir Hata Var

Yahu başlık damsız girilir. Ben yola çıkarken, yani buraya yazmaya başlarken sap bir erkeğe vebalı gibi davranılması durumunu anlatmak istiyordum. Sonra ne oldu anlamadım, tamamen kendimle ilgili bir sürü yazı yazmaya başladım. Size yemin ederim yola çıkarken hedef kitlem benim gibi yalnız olan erkeklerdi. Yani onlar okusun, ufak çaplı bir isyan yaşasınlar istedim. Zaten erkekleri sadece isyana teşvik etmek için hedef alırım. Başka türlüsü de garip olurdu. 


Ama ne oldu? Burayı okuyan erkek yok lan? Nereden biliyorsun derseniz, geri dönüşlerden biliyorum. Okuyan tek erkek babam. O da "evladım, lan yazma, küfür etme, burada ne demek istedin, şurada hatalısın" gibi yorumlar yapmak için okuyor galiba. Ya da bizim çocuk bu gün bizi nasıl rezil edecek sorusuna mı cevap arıyor ne yapıyor anlamadım. 

Bak mesela dayım kendisinden bahsettiğimi söylemesem hayatta okumaz. O bir şeyler yazsa, ben okurdum. 

Engin abi (abi dediğime bakmayın, aramızda üç yaş va. Ne yaparsınız, mahalle kültürü ile büyüdük. Yeri gelmişken, çok garip lan bu durum. Mesela yeni tanıştığım benden 10 yaş büyük adama ense şaplak oluyorum(devamını getirmiyorum yok öyle bir şey) ama bu adamlara hep abi çekiyoruz. Çekmekle kalmayıp abi olarak da görüyorum. Garip lan) okuyor. Onu takip edebiliyorum. Yurt dışında yaşadığı için o da. Çünkü hangi ülkeden kaç kere giriş yapıldı, kontrol panelinde yazıyor. 

Bir de üniversiteden arkadaşım, okuduğunu ve beğendiğini mesaj çekerek belirtmişti. Ahan da erkek okuyucu sayım büyük ihtimal bu kadar. Yani yola çıkarken ki amaç baya bir çuvallamış durumda.

Kadın okuyucu konusun da daha şanslıyım, ki bu da çok saçma lan. Başlık damsız girilir kızlar. Erkek bölgesi burası, yani öyle olması amaçlandı. Yok yok, aman kaçmayın, hoşuma gidiyor okunmak. Siz giderseniz, Engin abi, ben, Fatih ve babam okey falan oynarız buralarda. O nasıl olacak bilmiyorum ama, bir yolunu buluruz artık. 

Ya bir de şey var. "Anahtar Kelime" durumu. Yani Google amcaya ne yazmışta kendini burada bulmuş durumu. Youtube değil ki bu enin de sonun da sizi Lerzan Mutlu'ya yönlendirsin. Neyse elemanın biri "Macihine club damsız" yazmış, buraya yönlenmiş. Bende yazdım, üç dört, sayfaya baktım, burayı bulamadım. Lan adamda nasıl bir şevk varsa, sayfalarca aramış bir yolunu bulmak için. O kadar enerji harcayarak atomu parçalardın evladım. Nasıl bir yokluk içerisindesin lan sen? Ya rastgele telefonla birilerini arasan bile daha iyiydi be gülüm. Belki şansına bir dam bulurdun. Bir de machine ne amk? Dam bulmana bile gerek yok. Marjinal bir kılığa bürün, takıl bir grubun peşine gir. İçeride tacize uğra kavga çıkar, dayak ye. Olayı bu değil miydi oranın?

Bizim genlerimize işlemiş bu arada, sap olmaktan utanma durumu. Size yemin ederim, yurt dışında bir yere girerken bile "sap adamız beyler ayrı ayrı girelim içeriye" tribine girmiştik. Ben bu "cinsiyet ayrımcılığına hayır" diye bağıran ablaların hiç birinin erkeklere yapılan bu zulme ses ettiklerini duymadım. İç çamaşırı mankenlerine hayır, damsız girilmeze evet. Bu ney lan? İki yüzlülük bu. Tamam erkek olmak çok daha kolay bir kadına göre ama madem eşitlik istiyoruz, bizimde dezavantajlarımız olduğunu ve bunlarında ortadan kalkması gerektiğini dile getirin. Daha samimi olmaz mı?

Lan bir de şey var. Eşitiz eşitiz diye götünü yırtıp, kendini otobüs durağına, eve bıraktıran kadınlar. Çiçek falan isterler. Sen bana çiçek aldın mı hiç? Yok. Lan belki bende bana çiçek alınsın istiyorum? Olamaz mı? Çiçek kadına mı özel? Neden? Kadın olmanın her türlü avantajını kullan, dezavantajlara gelince, kadınım ben kadınım. Ya bir siktir diyorum. 

Ama yaradan sanki erkeği marangoza yaptırtmış, kadını heykeltıraşa. Spor salonuna gidiyorum. Amacım öyle kaslı falan bir adam olmak değil. İnsana benzemeye çalışıyorum. Diğerleri insanlıktan çıkmak için gelmiş gibiler. Şişirdikçe şişiriyorlar kaslarını. Lan olum, hepiniz istediğiniz kaç gram? Ne kaldırıyorsun onca kilo ağırlığı. Bak ne diyor kadınlar " biz meta değiliz." Bu herifler meta olmaya çalışırken goril oluyorlar. Cılızım diye kıskanıyor değilim ya. Yemin ederim. Zaten belli bir yerden sonra olay benim bloğa dönüyor. Amaç sapıyor, etraf kadın kayarken bu adamlar ayada kendi kol kaslarına bakıyor. Onlara da ya bir siktir git diyorum. Delisiniz diyorum.

Sonra olarak, "zayıf kadın faşizmi, cart curt" diye göt yırtıp, Brad Pitt, Johnny Depp gibi adamlara ağız suyu akıta akıta bakın kadınlara kocaman bir siktirin oradan diyorum. 

Doğada durum daha beter. Su aygırları su için ne kavgalar ediyorlar kendi aralarında. Çünkü suyu olanın, dişisi de oluyor. Bir dişi için sorun yok. O her zaman suyu buluyor.(varsa tabii) Ama güçsüz erkek susuz kalıyor. Güçlülerce eziliyor. Bizim disko olayı işte bu seviyede bir durum.  Sadece su aygırları değil, neredeyse hiç bir erkek hayvan dişisini paylaşmıyor, diğer erkeklere düşman oluyor. Savaş hep dişiler yüzünden. Dişiler daha rahat vallahi. 

Lan ben yola çıkarken işte bu adamın dikkatini hedeflemiştim. Şimdi pek bir tiksindim kendimden. Değiştireceğim lan ben buranın adını. Ama üşenirim ya, boş vereyim kalsın böyle. Hadi öptüm. (ne gereksiz yazı oldu lan bu)