1 Nisan 2014 Salı

Mutsuzluk

Evvel zaman içinde, bir dergide mutluluk ve mutsuzluk hakkında bir yazı okumuştum. Yazar ilk paragrafta mutlu bir kişinin gözlerindeki parlaklıktan ve sığlıktan bahsediyor, yazının kalan kısmında mutsuz gözlerin derinliğini, anlamını, donukluğunu falan anlatıyordu. Bir nevi mutsuzluğa övgüler silsilesiydi. "Mutsuzluktan mutlu olmak" diye bir açmaz düşünmeye başlamıştım. Bazı insanlar mutsuz olmaktan mutlu olur, gibi bir şeyler. Yer altı yaşamları ve bu yaşamlara övgüler dizmek. Mutsuzluk tabii ki onların olacak, ama bu mutsuzluktan milyonlar kazanacaklar. Her gece viski içip, dam üzerinde am sikip, radyoda binlere ulaşıp, kaybeden olduğunu iddia etmek gibi bir şey. 

Aslında benim yaptığım, çoğu zaman yaptığım gibi, kendime karşıt bir görüş bulup, bu görüş ile var ya da yok olma savaşına girmekti. Hep dediklerimden, "hayat bana ya siyahtır, ya beyazdır." Kendime uzun süre sanal düşmanlar yarattım. Sağ olsun, eski sevgilim hepsine vücut verdi. Her tezime bir antitez üretti. Böyle böyle çok tartıştık, ve şimdi sorsanız bana, o ilişkinin bende kalan en büyük etkisi kavga diye tabir edebileceğimiz bu konuşmalardı. Benim için baya bir beyin jimnastiği  olurdu. Eh tartışma üslubumdan dolayı her seferinde özür dilemem ile bittiğini söylememe gerek yoktur. 

İki paragraf oldu, daha anlatmak istediğime giremedim. Aslında tam da bunu anlatmak istiyorum ya. Benim için acı çeken, mutsuz olan insanlar her zaman alay konusu olmuştur. Acılar ile kıvranmak, çok mutsuz olmak bana çok uzak kavramlardı, o kadar ki, kafamda bunları anlamayı dahi engelleyen bir bölüm var sanırdım Sonra kişisel kıyametimi yaşadım, zorlu bir dönemden geçtim,* şimdi tüm küfürlerimi geri almak istiyorum. Evet, insanın acıya da ihtiyacı varmış. Yaşamdan bu dersi çok acı bir şekilde almış olmayı sonuna kadar hak ettim. 

Ama ben ne diye yola  çıkıyorum, ne anlatıyorum yahu? Yazımızın asıl konusu, acılarım dağıldıkça, yazma isteğim kayboldu. Yahu bugün hayatımın en mutlu günlerinden biri olmalı, hayallerime ulaşmak için belkide ilk basamağı tırmandım, ama bunu yazmayı hiç istemiyorum. Başka bir şeyler yazmayı denedim, inanın beceremedim. Sanki geçti, gitti, bitti. Oysaki asıl bugün yazmalıyım, ama sanki yeteneğim içimden bir hortumla çekildi. Bilemiyorum, belki kafamın sürekli yahu "nasıl oldu bu iş?" sorusunda olmasındandır. Bir de iki gün ara verince, sanki ilk defa yazı yazıyorum gibi hissediyorum. Kafayı da toplayamıyorum, cümleler anlamsızlaşıyor, paragraf hataları her paragrafta meydana geliyor falan. 

Adana kebap gibi bir şey galiba benim yazı yazma olayım. Acı olmayınca olmuyor. Oysa ki gayet eğlenceli adamım ben, hatta eğlenceli yazılarımda var. Sesli gülmeye neden olabilirim, otobüslerde falan okumayın. Şimdi açtım, ağla sevdam dinliyorum, saat gecenin üç buçuğu olmuş, acı çekmeye çalışıyorum. Çekeyim ki güzel bir yazı çıksın ortaya, ama nerede? Vallahi acı çekemiyorum. Bankadan kredi çekmem daha kolay olur gibi. 

Hayır konum falan da bitmedi ki benim. Daha köpeğim Gundi hakkında yazacağım, seçim yazısı yazacağım, Suriye hakkında yazmak istiyorum, defalarca Medine Memi hakkında yazmak istiyorum, anneannemin kedisi Feyyaz var, kendi kedim Korsan var, neden tarih okuduğum olayı var, gasp edilme maceram var, var oğlu var. Sorun içimden gelmemesi, üşenmem. İçimden gelmeyince yazamıyorum da, biliyor musun? 

Neyse, uyku sistemimi düzeltmek için bütün gece ayaktayım, belki içimden bir şeyler yazmak gelir, inanın zar zor yazdım bu yazıyı. 

He unutmadan, o açmaz, açmaz falan değilmiş. Bazı insanlar "sevici" olurlar. Erhan Gültekin kardeşimden öğrendiğim bir kavram bu "sevicilik". Bir nevi "ekmeğini yemeye çalışmak"  gibi bir şey. Hani "benim şizofren bir yanım var Burcu" diyen, aslında tek amacı karıyı etkilemek olan sığır gibi. Bu insanlar da mutsuzluğun ekmeğini yerler. Acaba ben de mi onlardanım da sadece mutsuzken yazasım geliyor, bak kendimden kıllandım şimdi. Pis adamım ama bu kadar da pislik olmasam bari. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder