Herhangi biri olduğuma inandım. Babam gibi, dedem gibi, hatta büyük büyük dedem gibi. Beni parmak ile göstermenize neden olacak tek bir özelliğim bile yok. Olmasını da istemedim. Sıradan okullarda, sıradan öğrenciler gibi okudum. Ne çok başarılı oldum, ne de çok başarısız. Çizgimi hiç bozmadım, ortalama notlar ile, ortalama okulları bitirdim. Üniversite bittikten sonra, iş ararken polislik sınavlarına girdim, ortalama bir derece ile kabul edildim.

Sıradan bir ilçenin, sıradan bir karakoluna, sıradan bir memur olarak atandım. Gündüzleri sıradan evrak işleri yaparım, bazı geceler devriyeye çıkarım. Bir kaç alkolik, iki üç serseri ya da bazen bir iki esrarkeş enseleriz. Hiç bir zaman kişisel bakmam olaya. Bu insanlara ne empati beslerim, ne de kin. Onlar benim için sadece ay sonunda cüzdanıma yansıyacak ekstra puanlardır. Sıradan gecelerimin, sıradan ufak sürprizleri. Ertesi günün evrakları.
İş bulduktan sonra, annemin bana uygun gördüğü bir kısmet ile evlendim. Evliliğim bile kişisel bir durum olmadı benim için. Evlenmem gerektiği için evlendim. Neden evlenmem gerektiğini sorgulamak benim işim değil, benim için sorgulanacak hiç bir şey yok. Yakaladığım esrarkeşleri bile sorgulamam. İki kızım var. Biri beş diğeri üç yaşında. Oğlum olması için çalışmalarımız devam ediyor. Çalışmalar, kişisel değil...
Eğer günlük rutinim dışına çıkmasaydım, hayatım tüm sıradanlığı ile devam edecekti. Belki bir sonraki çocuğum erkek olurdu. Olmadı. Çalışmalar yarım kalmak zorunda kaldı, çünkü kişisel bir şey buldum.
Bir öğleden sonra, belediye zabıtaları bizden destek istediler. Semtimizin sıradanlığını bozan bir çöp evi boşaltmak istiyorlardı, ancak ev sahibinin direnişi ile karşılaşmışlar. Aslında bu tür olaylara hiç karışmam, ancak çoğu memur yıllık tatilde olduğundan, gitmek zorunda kaldım. Eve istiflenmiş çöplerin kokusunu genellikle sokağın başından bile alabilirsiniz. Psikiyatrlar, istifçiliğin nedenini takıntı olarak açıklarlar. Bu insanlar deli değillerdir, sadece, bir gün işe yarar düşüncesiyle hiç bir şeyi atmayan insanlardır. Bir süre sonra takıntıları ilerler ve yolda gördükleri çöplerin bile işe yarayabileceğini düşünürler. Psikiyatrlar bu insanlara deli demez, ben ise zırdeli derim. Onlar için, rengi sararmış eski bir evrak, yarısı yanmış bir pet şişe gibi materyaller bile kişiseldir.
Gördüğümün, duyduğumun aksine, bu evden ağır bir koku yükselmiyordu. Dairenin kapısına geldiğimde, iki zabıtanın kendi aralarında pis pis güldüklerini gördüm. Kendilerine çeki düzen vermeleri için bir süre onlara dik dik baktım, onlarda kendilerine çeki düzen verdiler. Kişisel bir durum değil bu, sıradan bir hiyerarşi gösterisi sadece. Durumun ne olduğunu sorduğumda, kendim görmem gerektiğini söylediler. Bende içeri girdim.
Gördüğümün, duyduğumun aksine, bu evde bir kaos yoktu. Çoğu çöp evde, her yer dağınık olur. Çöpler sadece onları istifleyenin anlayabileceği bir şekilde, tek bir kişinin bilebileceği bir düzende yerleşmiş olurlar. Bu evde ise, bir salak bile ilk görüşte bir düzen olduğunu fark eder. Sayısız nesnenin her biri el yapımı raflara özenle dizilmiş vaziyette duruyor. Düzeni görüyorum, ancak anlayamıyorum. Eminim istifçi için şu bıçağın neden küreğin yanında olduğunun bir anlamı vardır.
Burası bir evden çok, ülkenin en büyük antika dükkanlarından biri gibi duruyor. Her duvara monte edilmiş raflardan, tüm boşluklara yerleştirilmiş katlı sehpalardan dolayı adım atmak bile zor. Yolları dar bir mağarada yürümeye benziyor. Evin içinde yolumu kaybetmeden istifçiyi aramaya çalışıyorum. Sonunda, içerisinde hiç bir eşyanın olmadığı bir oda da, çırılçıplak vaziyette onu buluyorum. Bağdaş kurmuş vaziyette, yere bakarak duran, vücudu pörsümeye başlamış kirli bir kadın istifçimiz. Zabıtaların neden pis pis güldüklerini şimdi anlıyorum. Odaya girmeden önce hayatımda gördüğüm bu en ilginç sahneye bir süre bakıyorum. Kadının görüntüsünün evdeki diğer eşyalardan hiç bir farkı yok.
Gene de, ortada kişisel bir şey yok. Bu olay sadece bir anı olacak. Tüm sıradan insanların, hayatlarında bir kere de olsa başlarından böyle ilginç bir olay geçer. Her dost sohbetinde anlatılır, o kadar ki, bir çöp evin boş odasında çırılçıplak bağdaş kurmuş kadın hikayesi bile, sıradan ve sıkıcı bir hale gelir. Bence, olaması gerekende budur.
Odaya adım attığım anda kadın acı çeker gibi irkiliyor. Kafasını hızla kaldırıp, gözlerimi gözleri ile yakalıyor. Bu hareketi o kadar net yapıyor ki, sanki gözlerimi nerede bulacağını daha kafasını kaldırmadan biliyor gibi. "Beni öldürmeye mi geldin?" Çöpleri istifliyor diye onu öldüreceğimi mi sanıyor? Belinde asılı duran silahı görmüş olmalı, sıradan bir polisin, sıradan bir hatası. "Hayır" diyorum, "neden öldüreyim seni ablacım, sadece komşular şikayet etmiş, belediye evdeki çöpleri boşaltacak, sende biraz güçlük çıkarmışsın, o yüzden bizden yardım istediler" diyorum. Polis olduğumu fark etmesi için gömleğimdeki armayı parmağım ile işaret ediyorum, ama bakmıyor bile. Gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmıyor.
"Daha kim olduğunu fark etmemişsin" diyor.
Tamam, psikiyatrlar istifçiler hakkında ne derse desin, bu kadın kesinlikle zırdeli.
"Ablacım zorluk çıkarma, evi temizlesinler. İstersen seni de bir hastahaneye gösterelim ne dersin?" diye soruyorum.
Duyup duymadığını bile anlayamıyorum. Kadın sanki bizim dünyamızda değil gibi duruyor. Gözleri gözlerimde, öylece duruyor. Sanki bir şeyler okur gibi. Bakışları üzerimde bir ağırlık oluşturuyor sanki. Tarif edemeyeceğim bir rahatsızlık veriyor. Sanki çıplak olan o değil de, benmişim gibi hissediyorum. İstemsizce bir dürtü ile, elim belimdeki silahıma doğru gidiyor. İşte o zaman bakışlarındaki o ağırlık yumuşuyor.
"Bu ev çöp olan hiç bir şey yok, farkındaysan kimseye rahatsızlık verecek bir kokuda yok. Ne hakla eşyaları atmaya kalkıyorsunuz? Bu evde olan her şey, buraya ait." deyip ayağa kalkıyor. Çıplak olduğunu farkında bile değil gibi. Yanımdan geçerken onu durdurmak istiyorum, ama nasıl tutacağımı bilemediğimden bunu yapamıyorum. Yanımdan geçip labirent gibi dizili sehpa ve raflarına arasına dalıyor. Bir anlık duraksamadan sonra onu takip etmeye çalışıyorum. Sanki eşyalar ona yol açıyor da, benim önümü kapıyorlar gibi. O ne kadar rahat adımlıyorsa yolu, ben o kadar zorlanıyorum. Göz ucuyla onu takip ettiğimden sürekli bir şeylere çarpıyorum. Ancak hiç bir şey devrilmiyor, her şey yerinden sabit duruyor. Tam onu kaybettiğimi sandığımda, tekrar önümde beliriyor. Elinde bir kartvizit var. Kartvizite bakılırsa, istifçimiz bir avukat. En azından bir zamanlar öyleymiş.
"Haklarımı biliyorum", diyor. "Ben bir deli değilim ve bu ev bana ait. İstersen beni hastahaneye götür, sonuç değişmeyecek. Sadece eşyaları attığınız için seni ve kapıdaki iki salağı dava ederim. Bir dava ile uğraşmak istemezsin, benim açtığım bir dava ile uğraşmayı hiç istemezsin"
Her ne kadar zırdeli de olsa, kadın haklı. Dava ile uğraşmak istemem. Açıkçası, ne yapmam gerektiği hakkındaki kanuni prosedürü de zerre bilmiyorum. Kadın bir dava açarsa bunu kazanacağından emin görünüyor. Ne yapmak gerekli? Sanırım buradan hemen gitmem benim sade hayatımın bekası için en uygunu olacak. Ve asla geri dönmemek.
Kadına komşularından bir daha şikayet gelirse, bu sefer eşyalar ile birlikte gideceğimiz tehdidinde bulunup oradan ayrılıyorum. Kişisel bir tehdit değil bu, sadece yapılması gereken bir hiyerarşi tehdidi. Kadın sadece gülümseyerek karşılık veriyor. Dar yolda bana sürtünerek arkama geçiyor ve boş odaya doğru adımlıyor. Bende çıkışa doğru yolumu arıyorum. Arkamdan "geri geleceksin" diye sesleniyor. "Bir şikayet alamadan geri geleceksin" Kendimi dışarı atmak için sabırsızlanıyorum.
Kapıda bekleyen iki zabıta ne yapacağımızı soruyor. Şikayetin kimden geldiği bilinmiyor. Bu durumda sadece apartman sakinlerini gezip şikayetlerini savcılığa iletmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Elimizde bir boşaltma emri olmadan yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Zabıtalara kapı kapı gezip durumu komşulara anlatmalarını istiyorum. Apartmandan çıkıp karakola dönmek için yola koyuluyorum.
Anlatacak güzel bir hikayem var, dinleyecek dinleyicim yok. Mesainin geri kalanını her gün geçirdiğim gibi evrak işlerini yaparak geçiriyorum. Dün gece bir bıçak ile adam yaralama olmuş, savcılığa sevk edilecek bir serseri var. Benim için sadece evrak var. Adamın biri karısını haşat etmiş, benim için evrak var. Liseliler kız kavgasında birbirlerine fena girmişler, dükkan camları falan hep kırılmış, evrak falan yok, olur öyle, biri gider olayı tatlıya bağlar. Asker kaçağı yakalanmış, evrak var.
Eve döndüğümde artık ne evrak var, ne çırılçıplak deli bir avukat. Kapıdan içeriye girerken, geride kalan gün benim için dışarıda kalır. Nasıl geçti hayatım günün? Nasıl geçsin, aynı evrak evrak evrak... Karım bana hayatım diye seslenir. Gerçekten hayatı falan olduğum yok tabii, görücü usulü evlendik biz. Kişisel bir şey yok ortada, arkadaşlarından duymuştur bu hitabı. Bana hayatım diyerek, gerçek bir sevgi varmış gibi yapıyor aramızda. Başka türlü katlanamaz insan, sevgisiz bir evliliğe. Şikayetçi değilim, hayat böyledir. Karımı kendimce seviyorum, o da beni kendince seviyor. İki tane kızımız var, bizi birbirimize sonsuza kadar bağlayacak bir bağ bu, fazlasına ihtiyacımız yok. Zaten fazlası olamaz da. Aşk meşk gelir geçer, kadın ile erkek arasında ki en önemli bağ, çocuklarıdır. Birlikte yapabilecekleri en güzel şey.
Günün ilginç olayını karıma anlatıyorum. Kadının ne kadar deli olduğunu, insanı ne kadar rahatsız edici bakışları olduğunu anlatıyorum. Evin sadece onun anlayabileceği bir düzeni olduğunu söylüyorum. Çırılçıplak olduğunu söylüyorum. İlgisini çeken sadece bu oluyor. Ne kadının bakışları, ne de işini gayet iyi bilir gibi görünen bir avukat olması karımı onun çıplaklığı kadar ilgilendirmiyor. Kadını beğenmiş miyim? Beğendim mi? Kırklı yaşlarında, çöküşe geçmeye hazır bir kadın vücudu desem, on yıl sonra karım ile büyük bir sorunum olabilir. Beğendim desem, şimdiden bir sorunum olur. Dikkat etmedim desem, şu andan başlayan ve mezara kadar gidecek bir sorunum olur. Sorunu ertelemeyi seçiyorum, yaşlı ve buruşmuş olduğunu söylüyorum. Yaşlanınca onu da beğenmezmişim. Sanki şimdi çok beğeniyorum. İki tane çocuk doğurmuş sıradan bir kadın karım. Çocuklar doğduktan sonra aldığı kiloları vermek için garip diyetler yapan bir manken değil. Onunla birlikte olmak için, libidoya ihtiyacım yok. Zaten üçüncü bir çocuk istediğimizden doğal olarak bunu yapmak zorundayız. Benimde otuzlarına gelmiş normal bir erkekten farkım yok. Metabolizma yavaşladığı için, göbeğim vücudun geri kalanından yavaş yavaş bağımsız bir hale geliyor. Tüm gün oturarak çalışmam bu duruma karşı bir önlem değil, destek oluyor. Saçlarımdaki yavaş dökülme, önlem almadığım sürece hızlanarak artacak. Neden önlem alayım ki? Benim babam da, dedem de keldi. Hem sıradanlığımı bozmanın alemi de yok. Sokağa çıkın, biraz dolanın, gördüğünüz insanların pek çoğunun bana benzediğini fark edeceksiniz.
Günler rutinde devam etti. Çırılçıplak avukatın hikayesini bir kaç kere anlattıktan sonra ben bile unuttum. Sıradan hayatımı yaşamaya devam ettim. Esrarkeşler, evraklar, bıçaklamalar, evraklar, karı koca kavgası, evraklar, sarhoş olayları, evraklar, hırsızlık, evraklar, oto teypleri, evraklar... Yaz böyle geçer, sonbahar gelir, böyle geçer, kış gelir, böyle geçer. Karakolda içilen çaylar, meslek hakkında konuşmalar, dünyanın çivisi hakkında garip fikirler... Şikayetçi değilim, her şey olması gerektiği gibi. Üçüncü çocuk fikri, bir süreliğine ertelendi. Bu konuda çalışmalarında duraksaması dışında, geçen yıldan hiç de farklı olmayan bir yıl geride kaldı.
Seyyar bir korsan film satıcısının başı zabıtalar ile biraz belaya girmiş. Belediye seçimleri sonrası, belediye el değiştirir, yeni başkan kendi tanıdıklarından ve onların tanıdıklarından yeni bir ekip kurar. Seyyar satıcılar için bunun anlamı, zabıtaya verilecek rüşvetin yenilenmesi demektir. Bir satıcı, oyunun kuralını pek iyi anlayamamış, zabıta ile arasında ufak bir sorun çıkmış. Bizim aptal seyyar satıcı, sorunu çözmek için bildiği tek yöntemi, yumruklarını kullanmış. Evrak. Sadece evrak olmalıydı. Evrakları düzenle, görevli memura mukavemetten ve kayıt dışı ticaretten savcılığa sevk et, geç. Sadece evrak. Dayak yiyen zabıtalardan biri, yeni zabıta şeflerinden ve avukatın evinde karşılaştığımız zabıtalardan biri olmasaydı, sadece evrak olabilirdi. Unutulmuş hikayemi anlatmak için bir fırsat olarak gördüm, bir kaç kişilik dinleyicime hikayeyi gene anlattım. Hikayenin sonunda, aklıma takıldı, zabıtaya şikayetçi olanın kim olduğunu sordum. Çıkmadan önce onlara tüm apartmanı dolaşmalarını söylemiştim, bunu yapıp yapmadıklarını öğrenmek istedim. Kişisel bir şey değil, hiyerarşi meselesi. Zabıta kimsenin şikayetçi olmadığını söylüyor. Koca apartmanda kimse ne kadının deli olduğundan, ne de evinin çöp ev olduğundan haberdardı. Hatta bekar bir kadın olarak eve arkadaşları falan da gelmediği için kadından çok memnunmuş apartman. O zaman kim şikayet etmiş, diye soruyorum, cevabı oda bilmiyor.
İlginçmiş deyip geçmem gerek. Ancak bu sefer o kadar kolay olmuyor. Kadının hakkında bildiğim her şeyi tekrar kafamda çevirmeye başlıyorum. Evdeki o garip düzen, bir odada hiç eşya olmaması, bakışları, çıplaklığı... Sahi neye benziyordu gerçekten? Kafamın içinde vücudu hakkında tek bir detay bile kalmamış durumda. Saçı neye benziyordu, kaşları? Uzun boylu muydu? Hiç bir şey kalmamış kafamda, sadece bana bakarken hissettiğim o çıplaklık hissi...
Eve vardığımda, bu sefer her şey kapının dışında kalmamıştı. Kızım okulunda olan, ona göre çok ilginç bir şeyi anlatırken aslında ben onu dinlemiyordum. Karım komşunun çocuğunun yaramazlıklarından bahsederken de, televizyonda sevdiğimiz diziye bakanken de, gece yorganı kafama çekip uyuyor taklidi yaparken de aklımda sadece o kadın vardı. Bir anda, hem de onu gördükten yaklaşık bir yıl sonra kafamın içinde krallığını ilan etmiş gibiydi. Kimdi, neydi, orada oturmuş ne yapıyordu, evindeki o istiflenmiş eşyaların, çöplerin anlamı neydi? Sabah işe giderken, yolumun üzerinde olmamasına rağmen onun sokağından geçiyoruım. Akşam eve dönerken de aynısını yapıyorum. Dairesinin apartmanın kaçıncı katında olduğunu bile hatırlamıyorum, ama bir röntgenci gibi tüm pencerelere bakıyorum. Birinin bu yeni rutinimi fark edip polise haber vermesi ihtimal dahilinde, ama gene de vazgeçmiyorum. Her sabah, her akşam o binayı göz ucuyla süzüyorum. Apartmanın bulunduğu sokaktaki çocuklar bile artık beni görünce komşu sanıp kafaları ile selam vermeye başlıyorlar. Eğer çocuklar benim farkımdalarsa, tüm gün fark ettirmeden onları göz takibinde tutan anneleri de farkındadır. Bu saçmalığa son vermeliyim.
Her gün sokağından geçmek dışında, kadının hala hayatım üzerinde fark edilir bir etkisi yok. Ne karım, ne amirlerim benim bu garip davranışlarımın farkındalar. Oysaki ben artık eski ben değilim. Kafamın içinde sanki bir misafir ağırlıyorum. İşe geliş gidişlerimde tüm vücudumun kontrolünü ele geçiren bir misafir. Bu süreler dışında, benim ben olmama izin veren bir misafir. Tüm bu saçmalıklara son vermek için bir doktora görünebilirdim. Yapmam gereken buydu. Her sıradan insan gibi, baş edemediğim bir sorunum olduğun da işin uzmanından yardım almalıydım. Almadım. Cevabın modern tıbbımız olduğuna inanmadım. Bana bir cevap gerekliydi. Bunu verebilecek ise bu dünyada sadece bir kişi vardı.
Mahallenin muhtarından apartmanda oturanların listesini aldım. Bu semtte bir evde tek başına oturan pek fazla kadın olmaması benim şansımdı. Dairesini bulmak, daha doğrusu hatırlamak işin kolay kısmıydı. Şimdi kapısını çalmak için bir bahaneye ihtiyacım vardı. Bir pazar günü, işte değil evde olduğunu düşünerek dairesinin zilini çalıyorum. Bahane olarak hakkınızda şikayet var demeyi düşünüyorum. Ne de olsa ben bir polisim, şikayetleri değerlendirmek benim görevim. Apartmanın dış kapısından zili çalıyorum, kim o, diye bile sorulmadan otomatiğe basılıyor. İkinci kattaki dairesinin kapısının tokmağını vurduğumda ise, kapının açık olduğunu fark ediyorum. Kafamı içeri uzatıp seslenecekken, evin daha önceden gördüğüm bu sıkışık ve karmakarışık hali beni donduruyor. Ben daha seslenemeden, o bana "içeri gelin memur bey" sesleniyor. "Daha önce karşılaştığımız odaya."
Eşyalar arasında beceriksizce yolumu bulmaya çalışıyorum. Bir yandan da onu gene çıplak bulup bulmayacağımı düşünüyorum. Onu bulduğum zaman, üzerine tek parça bir elbiseyi geçirmeye çalışıyordu. Bu sefer en azından kısmen giyinik olduğu için ona daha dikkatli bakabiliyorum. Esmer bir kadın, orta boylu, kısa koyu saçlı, kalın kaşlı ve uzun kirpikli. Gözleri koyu kahverengi, ağzı geniş, dudakları ince, burnu düz. Oldukça sıradan bir görüntüsü var. Benim gibi, babam gibi, dedem gibi, karım gibi.
"Fermuarı çekebilir misiniz" diyerek sırtını dönüyor bana. İçinde don olmadığını girerken odaya girerken fark etmiştim, şimdi sütyen giymediğini de anlamış oluyorum. "Lütfen beni takip edin, burası konuşmak için uygun değil. Ayrıca "şikayet var" bahanesine de ihtiyacınız yok."
Bir şeyler gevelemeye çalışıyorum ama, pek de gerek olmadığını fark ediyorum.

O önde, ben arkada eşyaların arasında oluşmuş labirentte yol alıyoruz. O her zamanki gibi bu sıkışıklıkta hiç bir şeye çarpmadan ilerlerken, ben sürekli takılıyorum. Bana upuzun gelen bir süre sonra, sıradan bir evin sıradan oturma odasına varıyoruz. Tek fark, televizyon olması gereken yerde, kocaman bir ayna olması. Koltuklardan birine oturup bana da karşı koltuğu gösteriyor. Ortadaki masada duran paketinden bir sigara alıp yakıyor, bana uzatmıyor, "bana ne sormak istiyorsunuz" diye soruyor.
Ona ne sormak istiyorum? Aslında kafamda oluşan binlerce soru var, ancak tek bir cevap tüm soruların cevabı gibi.
"Kimsin sen" diye biliyorum.
"Her zaman sadece sonuca odaklı oldun." diyor. " Sadece en hızlı şekilde sona varmak istedin. bu hayatında amacın tamamen bir öncekileri unutmak, olabildiğince sıradan olmak olmuş. Gene de benden kaçamadın, ben ne kadar bu sefer seni çağırmasam da, bir yıl sonra dahi olsa, bir neden buldun ve bana geldin. Uzun süre karşı koyabildin bu isteğe, açıkçası bu kadar uzun sürmesini beklemiyordum. Evimin etrafında dolandın, hangisinde olduğumu bilmediğin için tüm dairelere göz gezdirdin. Mahalle kadınlarının seni birinin dostu sanmasına bile göz yumdun. Sonun da buraya kadar geldin. Binlerce soru arasından, hemen bizi sonuca ulaştıracak son soruyu seçtin. Kim miyim? Sorduğun bu mu? Adım Aysel, 41 yaşımdayım, bildiğin gibi avukatım. Son dört yıldır dulum. Önceki evliliğimin bitme nedeni kocamın bana sadık kalmamasıydı. Ondan aldığım nafaka sayesinde çalışmaya ihtiyaç duymuyorum, bu yüzden işimi yapmıyorum. Çocuğum yok, olmuyor. Her yolu denememize rağmen hamile kalmayı başaramadım. Hayatımdan o kadar sıkıldım ki, sonunda onu yaşamayı bırakıp, başka hayatları izlemeye karar verdim. Evdeki eşyaların fazlalığının nedeni de bu.
Her eşya üzerinde izler bırakıyoruz. O eşya kullanılırken, neler düşündüysek, neler hissettiysek eşyanın üzerinde bir yazı gibi kalıyor. Çoğu insan bu yazıları okuyabilir, ama çok azı okumayı ister. Hep görmezlikten gelinen ezik sınıf arkadaşı gibidir bu yetenek. Onunla birlikte görülmek, bizi de onun gibi ezik yapar diye korkar da, hiç bahsetmeyiz ondan. Bizi diğer herkesten ayıracak bir yetenek. Herkesten ayrılmak demek, aslında yalnız olmak demektir. İnsanlar böyle şeylere inanmazlar, inananlara da deli gözüyle bakarlar. Bu yüzden "dışlanmak"tır özel yetenekler. İnsanlar beni dışlamadan, ben onları dışladım ve buraya yerleştim. Yeteneğimin üzerine gittim, kendimi zorladım. Bulduğum her nesne ile yeteneğimi biraz daha arttırdım. Okuduğum her nesne, bana farklı bir hayatı öğretti. Her biri benim için diğerinden daha özel hale geldi. Bu yüzden hiç birini atamadım. Onları biriktirmemin nedeni takıntılarım değil. Onları çok sevmem de değil. Sadece, benden başka kimsenin umurlarında olmayacakları için, bu yorgun eşyalara sahip çıktım. Hiç biri benim değil, aslına bakarsan, onlar kimsenin değil.
Neden çıplak olarak boş oda da oturduğum ise en kolay açıklanacak olan. Düşünürken, ve okurken kendi elbiselerimin ya da farklı eşyaların üzerine yazılar bırakmak istemiyorum. Bu nedenler boş bir oda da, çırılçıplak olarak düşünüyorum. Ve evet, tam bir medyum gibi dokunup görmeden de benimle ilgili şeyleri hissedebiliyorum.
Biliyorum, bu geniş açıklama bile senin sorunun tam cevabı değil. Sen aslında benim kim olduğumu sormuyorsun. Zaten bir yerden sonra, beni dinlemek yerine kendi sorunu daha açık nasıl sorabileceğini düşünmeye başladın. Bu medyumluk saçmalıklarına da pek inanmıyorsun. Senin asıl merak ettiğin, "benim senin neyin olduğum." yanılıyor muyum?
Kadın tahminimden daha kaçık çıktı. Ancak konuşmasında beni büyüleyen bir şeyler olduğunu inkar edemem. Benim burada olmamam gerek. Şu anda, bu pazar günün de karıma mesaide olacağım yalanını söylememiş olmam gerekirdi. Bu güneşli havada, ailemi boğaz kıyısında yerlere, bir parka falan götürmeliydim. Ama buradayım ve o benim hakkımda söylediği her kelime doğru. Sanki beni, benden iyi bilir gibi.
"Benim senin neyin olduğumu merak ediyorsan, yanıma otur ve aynaya bak" diyor.
Komutu alan beyin, bilinçten bağımsızca komutu yerine getirmek için harekete geçiyor. Yavaşça kalkıp yanına yürüyorum, daha çok süzülen bir kuş gibi hissediyorum. Sanki hayatım boyunca yaptığım hiç bir hareket bu kadar doğal değildi. Bahar gelince kar'ı delen bir kardelen gibi, sanki tüm amacım buymuş gibi hareket ediyorum. Yanına oturuyorum, aynaya bakıyorum. Ayna da ne onun, ne benim aksim var. Aynada, başka birilerinin aksi var. Hem o, hem ben olan başka birileri. Ne olduğunu anlayamıyorum, ayna hileli olmalı diye düşünüyorum. Arkasına geçip orada kim var diye bakmak istiyorum. Yerimden kalkarken, bir önceki doğan duyguların tam tersini hissediyorum. Denize değil, dağa doğru giden bir karetta karetta yavrusu gibi hissediyorum. Ben kalkar kalkmaz, ayna normale dönüyor. Mideme kramplar giriyor, kalktığım koltuğa geri yığılıyorum. Tüm vücudum ter içinde kalıyor.
"Onlar" diyor. "Bizim eski yaşamlarımızdı. Birlikte olmak her zaman bizim kaderimiz oldu. Ne kadar hayat yaşarsak yaşayalım, be kadar ayrı düşersek düşelim, sonunda hep birbirimizi bulmak zorundayız. Ben, senin zıttınım, tek aşkın. Ve ben senin kurbanınım, her hayatta öldürdüğün, tek aşkın."
Söylediklerini ne duyabiliyorum, ne anlayabiliyorum. Kafamın içi beyin ile değil, sanki civa ile dolu. Bu kadar ağır olmasına kafam, belki düşünebilirim bir şeyleri.
"Duysan bile, anlamayacaksın. Anlasan bile, inanmak istemeyeceksin." diyor. "Sen hep böyle oldun, inanmadın. Hiç bir zaman ne bana, ne kendine inanmadın. Sana bunu göstermenin tek bir yolu var." demesiyle kendisini kucağıma atması bir oluyor. Karşı koymuyorum.

Bana dudakları dudaklarımı değiyor, gözlerimi kapatıyorum. Hava buz gibi, üzerimde kalın kürkler var. Ağır bir tipi altında yol almaya çalışıyoruz. Yanımdakinin yüzünü göremiyorum, ama o olduğunu biliyorum. Bir mağaraya ulaşmaya çalışıyoruz. Yolda tökezkiyor, yaralı mı? Evet yaralı, karnını tutarak yürüyor. Git gide yavaşlıyor, bu hız ile başarmamız imkansız. Yardım etmeye çalışıyorum, olmuyor. Salıyor kendini, yere düşüyor. Ben de yaralıyım. Saldırıya uğramışız. Taşıyamıyorum onu, bu soğukta ölüme bırakmaktan başka çarem yok. Onu taşımaya çalışsam bende güçten düşer yıkılırım. Tek mantıklı tercih var, temiz ve hızlı bir ölüm.
Gözlerimi açıyorum, "anladın mı?" diye soruyor. Tekrar öpüyor. Karanlık bir odadayız, bana kaçalım diye yalvarıyor. "Firavun öldü, ikimizi de ölümden sonra da ona hizmet edelim diye canlı canlı gömecekler" diyor. Benim istediğim de tam olarak bu zaten, efendime hizmet etmek. "Saçmalama, ölünce ölürsün, firavun da olsan, köle de olsan sadece ölürsün." Hayır, efendimiz bir tanrı, ona hizmet sonsuz yaşamdır. Kaçacaksan, sen git. "Seni bırakamam" O zaman benimle gömülürsün. "Canlı canlı gömülemem, canlı canlı mezara giremem, madem kaçamıyoruz, mezar kapanırken öldür beni. Ellerin ile boğ." Peki, madem istediğin bu.
Her dokunuşunda, her öpüşünde farklı hayatların sonuna gidiyoruz. Her hayatta onu öldürüyorum. Her hayatta, sadece yapılması gerektiğine inandığım, inandırıldığım davranışı yapıyorum. Bazen cellat oluyorum, bazen bir avcı, bazen sıradan bir marangoz, bazen bir imparator. Değişmeyen tek şey, onu öldürüyor olmam. Yüzlerce aşk, onlarca ihanet, onlarca nefreti tekrar yaşıyoruz. Karım ile yaptığım çocuk çalışmalarına hiç benzemediğini beyan etmeme gerek yok. Tüm gün sürüyor, defalarca sevişiyoruz. Tüm hayatlarımızın anılarını yaşayana kadar.
"Şimdi" diyor, "beni öldüreceksin"
Hayır, onu öldürmek gibi bir isteğim yok. "Seni öldürmeyeceğim, ama seni bir daha göremem. Ben evliyim, karıma bunu yapamam, bu yanlış, şimdiye kadar da hep yanlıştı."
Yaşadığımız anların pişmanlığı tüm kalbime doğuyor. Karım, o bunu hak etmiyor. O çocuklarımın annesi, benim hayatım boyunca bağlı olacağım, olmam gereken tek kadın.
"Bir şey daha var" diyor. "Sen de benim gibi tüm hayatlarında kısırdın."
Yalan. Benim çocuklarım var. Bu kadın kesinlikle delirmiş. Bu kadın bir büyücü. Evin bir yerlerinde bir tür uyuşturucu etkili tütsü yanıyor olmalı. İstifçi, psikiyatrlar istifçi olanlar takıntılı insanlardır der. Beni takıntı yapmış olmalı. Bir yerlerde görmüştür. Bir şekilde kafayı bana takmıştır. Bu kadın zırdeli. Karım asla beni aldatmaz. Çocuklar benim çocuklarım.
"Yalan" diye bağırıyorum.
"Her zaman gerçekler karşısında kendini böyle savundun. Her zaman kendi inandıkların, senin için tek doğru oldu." diyor.
Elim tabancama gidiyor, ne olduğunu anlamadan onu vuruyorum. Yüksek bir patlama sesi, sonra mutlak sessizlik. Kalbine isabet eden tek bir kurşun ile can veriyor. Cadı, bana büyü yapmış olmalı.
Kimse beni görmeden apartmandan fırlayıp eve koşuyorum. Üniformanın beni ele verecek olması aklıma dahi gelmiyor. Eğer herhangi biri beni gördüyse, cinayet masasının olayı çözmesi saatlerini bile almaz. Eve vardığımda ruh gibiyim. Karım ne olduğunu soruyor, cevap vermiyorum. Hemen duşa giriyorum. Katil oldum. Neden bu kadar sarsıldım ki? Yüzlerce hayatta yüzlece defa katil olmuştum. Her hayatta onu öldürmüştüm. Hayır, yalan bunlar. Ama oldu, oldu işte, haklı çıktı, gene öldürdün onu. Hayır. Anlamanın tek bir yolu var, tek bir test, cesaretin varsa, yap onu.
Duştan çıkıp kızların odasına giriyorum. Güzel, ikisi de uyuyor. Odadan çıktığımda karımı karşımda buluyorum. Ne olduğunu soran gözler ile bakıyor. Onu salona çekiyorum. Elimden geldiğince soğukkanlı davranmaya çalışıyorum. Karıma bugün bir şey öğrendiğimi söylüyorum. "Ben kısırım" diyorum.
"Saçmalama, çocuklarımız var bizim" diyor ağzıyla. Gözlerinde ise bunun ne anlama geldiğini bilen, yakalanmış bir kadının bakışları var. Tabancam çoktan elimdeki yerini alıyor bile. Kafasından tek bir mermiyle vuruyorum onu. İşte gene oldu, gene katil oldum. Tabancayı kendi şakağıma dayıyorum. Çocuklar? Sese uyanmış olmalılar. Her ne kadar tohumlarını benden almış olmasalar da, onları bu hayatta böyle bir travma ile tek başlarına bırakamam. Odalarına gidiyorum, ışığı açmadan, ikisini de görmeden üzerilerine mermileri boşaltıyorum. Geri kalan tek mermi ise benim kafamda yerini alacak.
Hepimiz, bir daha ki hayatımıza kadar bazıları için anı, bazıları için evrak olacağız. Çokları için ise bir hiç olmaya devam edeceğiz.