29 Nisan 2014 Salı

Şiir

Kimse hiç bir şey anlamayacak olsa da,
Elalem delirmiş mi dese de,
Kelimeleri dizmek gerek, bazen.

Ye kürküm ye der, Nasrettin Hoca
İroni ile anlatır bize, bizi
Yiyemese de, kürk sofralardan
Eder seni adam,
Lalelerin arasında.
İroni falan bizden değil,
Maskaralık bizim, gülmece bizim.

Alem göt olmuş der, dizi tipinin biri
Riayet şudur ki,
Tıbbın en ileri hali, sadece insan derisi
Izdırap olur geceler, günler bilene
Küre döner, talih dönmez der, Cenker

Anlayan çıkmaz bu sözlerimi,
Manası yok ki, olsun anlayanı.
Kastımız, geçsin can sıkıntısı

Ezber Bozan

Büyük liderimiz geçenlerde ülkenin bir tabusunu daha yıkıp, 1915 olayları için taziyelerini dile getirdi. Hemen baktım yalakalarına, büyük lider gene ezber bozdu diye methiyeleri sıralamışlar. Tersini yapsaydı, göç kanununun öncesi olayları ansaydı, Hocalı katliamından, ASALA teröründen bahsetseydi, bu yalakalar gene alkış tutarlardı. Milletimizi ezdirmedi, dik durdu falan derlerdi. O yüzden bu adamları direk geçiniz. 

Asıl mesele, kendilerini özgürlüklerden yana sanan, sözde aydınlanmış salaklarda. Vallahi beni şaşırttı diyor bir tanesi, öbürü doğruyu söyleyen şeytan olsa, doğru doğrudur diyor. Görmedim ama, utanmadan yetmez ama evet diyen bile olmuştur. Sadece yazarlar mı? Ülkede siyaset yaptığın iddia eden partiler bile hemen olaya balıklama atladılar, zamanlaması manidar çektiler. Evet, bu ülkede her hareketin zamanlaması artık manidardır. 

Ancak bu çok bilmiş, aydınlanmış arkdaşların görmedikleri bir şey var. Popülist olan hiç açıklama, hiç bir ezberi bozmaz. Kaldı ki her ezber de kötü değildir. Ezber bozmak bence Nihat Genç'in yaptığıdır. Slogan ve temelsiz sözler ile değil, bir uyarı üreterek yapılır. Tüm basının maden bulmuş gibi, "kim bu gençler" sorusu sorduğu gezi olaylarında, "dikkat uzun yazı" başlıklı bir yazı ile bizlere gereken uyarıyı yapmıştı. Evet, derenin aktığı yönde demeçleri de oluyor, ancak hiç bir şeyi gözü kapalı övmüyor, kendi yanında olanın bile eksiklerini acımadan söylüyor. Bu ülkede bir ezber bozma durumu var ise, bence sadece Nihat Genç gibi gerçek dik duranlarca yapılıyor. 

Başından sonuna içinde yer aldığım Gezi cümbüşünden geriye ne kaldı? Evet, park hala yerli yerinde, çok şükür İstanbul'un göbeğinde yer alan, tekinsiz de olsa var olan bir parkı kurtarmış olduk. Peki tüm o cümbüş içerisinden hangi fikirler doğdu? Elimizde sloganlardan başka ne var? "Kahrolsun bazı şeyler, Tüm güzel sloganları başkaları yazmış, vb"komik kısa ve kendince anlamlı şeyler. Ancak hiç birinde hiç bir fikir yok. Bugün lideri "ezber bozdu" diye öven sözde aydın ağabeylerimiz/ablalarımız o gün de gençliğin yaratıcılığını övüyorlardı. Kuşak kavramı üzerinde televizyonlarda boş boş konuştular da, bilader bu gençlerin tam olarak derdi ne diye soran olmadı bile. 

Sahi neydi derdimiz?

Park olmadığı aşikar. Yönetimden memnun olmadığımız aşikar. Geleceğimize güven duymadığımız aşikar. Peki, bu geleceği değiştirmek için ne yapıyoruz? Ne üretiyoruz? birkaç komik slogan, internet sitesi... Peki başka? Kaçımız ülkemizi değiştirecek bir akım üretebileceğine inanıyor? Kaçımız, kendisinin bir şey üretebileceğine, ortaya bir fikir koyabileceğine inanıyor? 

Gezi parkında büyük ihtimal liseli olan bir kız çocuğunun dağıttığı broşürü okumuştum. Broşürde gençlerin sosyalizmi gördüğü, kardeşçe paylaşıma inandığı, bu işin sonunun devrim olduğu yazılıydı. Komün hayatını anlamışız parkta. Kahkahalar ile güldüm. O broşürü kim hazırladıysa, komünün ne olduğu hakkında hiç bir fikri yoktu. Dağıtan kız çocuğunun hiç haberi olmadığı zaten su götürmez. Ulan bir kaç slogan dışında ne üretildi orada? Sebze mi yetiştirildi? Evet, her yemek kardeşçe paylaşıldı ama yemek istifleyenler ile tartışma çıkmadı mı? Herkesten sigara toplayan, kimseye su dahi vermeyenler yok muydu? Ne komünü? Cumhuriyetçi teyzelerin sponsorluğunda komün mü olur la? 

Oldum olası hiç bir ideolojiyi kendime yakıştıramadım. Eğer ben üretmediysem, bir fikrin her zaman açığı olduğuna inandım. Amerikayı yeniden keşfetmeye çalışmadım, ama Amerika'ya Doğu Hindistan da demedim. İthal fikirler ile yerli üretim yapmaya çalışmadım. Acun neden parayı götürdü biliyor musunuz? Çünkü fikri hemen kabul etmedi, önce onu yerelleştirdi, kendi insanına göre uyarladı. Ben fikir üretip aç kalanı tercih ederim, ancak Acun'u da fikri düşünemeden, anlamadan hemen kabul edene tercih ederim. 

Başa dönersek, ezber falan bozmadı. Hem söylenenin aksine, tarih öyle hesaplaşılacak bir şey falan değildir. Politika için iki işe yarar; bir ders alır aynı hataları yapmazsın, iki gerekirse çarpıtır kendi çıkarın için kullanırsın. 

Not: Komşu ülkede 1915'den daha büyük katliam ve acılara neden olan bir adamın geçmiş acılar hakkında taziye iletmesi de sadece komik oluyor. Sen önce kendi neden olduğun acılar için bir konuş be adam, Suriye'de desteklediğin canilerce kesilen kafalar için iki laf söyle. 

28 Nisan 2014 Pazartesi

Sıradan

Herhangi biri olduğuma inandım. Babam gibi, dedem gibi, hatta büyük büyük dedem gibi. Beni parmak ile göstermenize neden olacak tek bir özelliğim bile yok. Olmasını da istemedim. Sıradan okullarda, sıradan öğrenciler gibi okudum. Ne çok başarılı oldum, ne de çok başarısız. Çizgimi hiç bozmadım, ortalama notlar ile, ortalama okulları bitirdim. Üniversite bittikten sonra, iş ararken polislik sınavlarına girdim, ortalama bir derece ile kabul edildim. 

Sıradan bir ilçenin, sıradan bir karakoluna, sıradan bir memur olarak atandım. Gündüzleri sıradan evrak işleri yaparım, bazı geceler devriyeye çıkarım. Bir kaç alkolik, iki üç serseri ya da bazen bir iki esrarkeş enseleriz. Hiç bir zaman kişisel bakmam olaya. Bu insanlara ne empati beslerim, ne de kin. Onlar benim için sadece ay sonunda cüzdanıma yansıyacak ekstra puanlardır. Sıradan gecelerimin, sıradan ufak sürprizleri. Ertesi günün evrakları. 

İş bulduktan sonra, annemin bana uygun gördüğü bir kısmet ile evlendim. Evliliğim bile kişisel bir durum olmadı benim için. Evlenmem gerektiği için evlendim. Neden evlenmem gerektiğini sorgulamak benim işim değil, benim için sorgulanacak hiç bir şey yok. Yakaladığım esrarkeşleri bile sorgulamam. İki kızım var. Biri beş diğeri üç yaşında. Oğlum olması için çalışmalarımız devam ediyor. Çalışmalar, kişisel değil...

Eğer günlük rutinim dışına çıkmasaydım, hayatım tüm sıradanlığı ile devam edecekti. Belki bir sonraki çocuğum erkek olurdu. Olmadı. Çalışmalar yarım kalmak zorunda kaldı, çünkü kişisel bir şey buldum. 

Bir öğleden sonra, belediye zabıtaları bizden destek istediler. Semtimizin sıradanlığını bozan bir çöp evi boşaltmak istiyorlardı, ancak ev sahibinin direnişi ile karşılaşmışlar. Aslında bu tür olaylara hiç karışmam, ancak çoğu memur yıllık tatilde olduğundan, gitmek zorunda kaldım. Eve istiflenmiş çöplerin kokusunu genellikle sokağın başından bile alabilirsiniz. Psikiyatrlar, istifçiliğin nedenini takıntı olarak açıklarlar. Bu insanlar deli değillerdir, sadece, bir gün işe yarar düşüncesiyle hiç bir şeyi atmayan insanlardır. Bir süre sonra takıntıları ilerler ve yolda gördükleri çöplerin bile işe yarayabileceğini düşünürler. Psikiyatrlar bu insanlara deli demez, ben ise zırdeli derim. Onlar için, rengi sararmış eski bir evrak, yarısı yanmış bir pet şişe gibi materyaller bile kişiseldir. 

Gördüğümün, duyduğumun aksine, bu evden ağır bir koku yükselmiyordu. Dairenin kapısına geldiğimde, iki zabıtanın kendi aralarında pis pis güldüklerini gördüm. Kendilerine çeki düzen vermeleri için bir süre onlara dik dik baktım, onlarda kendilerine çeki düzen verdiler. Kişisel bir durum değil bu, sıradan bir hiyerarşi gösterisi sadece. Durumun ne olduğunu sorduğumda, kendim görmem gerektiğini söylediler. Bende içeri girdim. 

Gördüğümün, duyduğumun aksine, bu evde bir kaos yoktu. Çoğu çöp evde, her yer dağınık olur. Çöpler sadece onları istifleyenin anlayabileceği bir şekilde, tek bir kişinin bilebileceği bir düzende yerleşmiş olurlar. Bu evde ise, bir salak bile ilk görüşte bir düzen olduğunu fark eder. Sayısız nesnenin her biri el yapımı raflara özenle dizilmiş vaziyette duruyor. Düzeni görüyorum, ancak anlayamıyorum. Eminim istifçi için şu bıçağın neden küreğin yanında olduğunun bir anlamı vardır. 

Burası bir evden çok, ülkenin en büyük antika dükkanlarından biri gibi duruyor. Her duvara monte edilmiş raflardan, tüm boşluklara yerleştirilmiş katlı sehpalardan dolayı adım atmak bile zor. Yolları dar bir mağarada yürümeye benziyor. Evin içinde yolumu kaybetmeden istifçiyi aramaya çalışıyorum. Sonunda, içerisinde hiç bir eşyanın olmadığı bir oda da, çırılçıplak vaziyette onu buluyorum. Bağdaş kurmuş vaziyette, yere bakarak duran, vücudu pörsümeye başlamış kirli bir kadın istifçimiz. Zabıtaların neden pis pis güldüklerini şimdi anlıyorum. Odaya girmeden önce hayatımda gördüğüm bu en ilginç sahneye bir süre bakıyorum. Kadının görüntüsünün evdeki diğer eşyalardan hiç bir farkı yok. 

Gene de, ortada kişisel bir şey yok. Bu olay sadece bir anı olacak. Tüm sıradan insanların, hayatlarında bir kere de olsa başlarından böyle ilginç bir olay geçer. Her dost sohbetinde anlatılır, o kadar ki, bir çöp evin boş odasında çırılçıplak bağdaş kurmuş kadın hikayesi bile, sıradan ve sıkıcı bir hale gelir. Bence, olaması gerekende budur. 

Odaya adım attığım anda kadın acı çeker gibi irkiliyor. Kafasını hızla kaldırıp, gözlerimi gözleri ile yakalıyor. Bu hareketi o kadar net yapıyor ki, sanki gözlerimi nerede bulacağını daha kafasını kaldırmadan biliyor gibi. "Beni öldürmeye mi geldin?" Çöpleri istifliyor diye onu öldüreceğimi mi sanıyor? Belinde asılı duran silahı görmüş olmalı, sıradan bir polisin, sıradan bir hatası. "Hayır" diyorum, "neden öldüreyim seni ablacım, sadece komşular şikayet etmiş, belediye evdeki çöpleri boşaltacak, sende biraz güçlük çıkarmışsın, o yüzden bizden yardım istediler" diyorum. Polis olduğumu fark etmesi için gömleğimdeki armayı parmağım ile işaret ediyorum, ama bakmıyor bile. Gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmıyor. 

"Daha kim olduğunu fark etmemişsin" diyor.

 Tamam, psikiyatrlar istifçiler hakkında ne derse desin, bu kadın kesinlikle zırdeli. 

"Ablacım zorluk çıkarma, evi temizlesinler. İstersen seni de bir hastahaneye gösterelim ne dersin?" diye soruyorum. 

Duyup duymadığını bile anlayamıyorum. Kadın sanki bizim dünyamızda değil gibi duruyor. Gözleri gözlerimde, öylece duruyor. Sanki bir şeyler okur gibi. Bakışları üzerimde bir ağırlık oluşturuyor sanki. Tarif edemeyeceğim bir rahatsızlık veriyor. Sanki çıplak olan o değil de, benmişim gibi hissediyorum. İstemsizce bir dürtü ile, elim belimdeki silahıma doğru gidiyor. İşte o zaman bakışlarındaki o ağırlık yumuşuyor. 

"Bu ev çöp olan hiç bir şey yok, farkındaysan kimseye rahatsızlık verecek bir kokuda yok. Ne hakla eşyaları atmaya kalkıyorsunuz? Bu evde olan her şey, buraya ait." deyip ayağa kalkıyor. Çıplak olduğunu farkında bile değil gibi. Yanımdan geçerken onu durdurmak istiyorum, ama nasıl tutacağımı bilemediğimden bunu yapamıyorum. Yanımdan geçip labirent gibi dizili sehpa ve raflarına arasına dalıyor. Bir anlık duraksamadan sonra onu takip etmeye çalışıyorum. Sanki eşyalar ona yol açıyor da, benim önümü kapıyorlar gibi. O ne kadar rahat adımlıyorsa yolu, ben o kadar zorlanıyorum. Göz ucuyla onu takip ettiğimden sürekli bir şeylere çarpıyorum. Ancak hiç bir şey devrilmiyor, her şey yerinden sabit duruyor. Tam onu kaybettiğimi sandığımda, tekrar önümde beliriyor. Elinde bir kartvizit var. Kartvizite bakılırsa, istifçimiz bir avukat. En azından bir zamanlar öyleymiş. 

"Haklarımı biliyorum", diyor. "Ben bir deli değilim ve bu ev bana ait. İstersen beni hastahaneye götür, sonuç değişmeyecek. Sadece eşyaları attığınız için seni ve kapıdaki iki salağı dava ederim. Bir dava ile uğraşmak istemezsin, benim açtığım bir dava ile uğraşmayı hiç istemezsin" 

Her ne kadar zırdeli de olsa, kadın haklı. Dava ile uğraşmak istemem. Açıkçası, ne yapmam gerektiği hakkındaki kanuni prosedürü de zerre bilmiyorum. Kadın bir dava açarsa bunu kazanacağından emin görünüyor. Ne yapmak gerekli? Sanırım buradan hemen gitmem benim sade hayatımın bekası  için en uygunu olacak. Ve asla geri dönmemek. 

Kadına komşularından bir daha şikayet gelirse, bu sefer eşyalar ile birlikte gideceğimiz tehdidinde bulunup oradan ayrılıyorum. Kişisel bir tehdit değil bu, sadece yapılması gereken bir hiyerarşi tehdidi. Kadın sadece gülümseyerek karşılık veriyor. Dar yolda bana sürtünerek arkama geçiyor ve boş odaya doğru adımlıyor. Bende çıkışa doğru yolumu arıyorum. Arkamdan "geri geleceksin" diye sesleniyor. "Bir şikayet alamadan geri geleceksin" Kendimi dışarı atmak için sabırsızlanıyorum.

Kapıda bekleyen iki zabıta ne yapacağımızı soruyor. Şikayetin kimden geldiği bilinmiyor. Bu durumda sadece apartman sakinlerini gezip şikayetlerini savcılığa iletmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Elimizde bir boşaltma emri olmadan yapabileceğimiz hiç bir şey yok. Zabıtalara kapı kapı gezip durumu komşulara anlatmalarını istiyorum. Apartmandan çıkıp karakola dönmek için yola koyuluyorum. 

Anlatacak güzel bir hikayem var, dinleyecek dinleyicim yok. Mesainin geri kalanını her gün geçirdiğim gibi evrak işlerini yaparak geçiriyorum. Dün gece bir bıçak ile adam yaralama olmuş, savcılığa sevk edilecek bir serseri var. Benim için sadece evrak var. Adamın biri karısını haşat etmiş, benim için evrak var. Liseliler kız kavgasında birbirlerine fena girmişler, dükkan camları falan hep kırılmış, evrak falan yok, olur öyle, biri gider olayı tatlıya bağlar. Asker kaçağı yakalanmış, evrak var. 

Eve döndüğümde artık ne evrak var, ne çırılçıplak deli bir avukat. Kapıdan içeriye girerken, geride kalan gün benim için dışarıda kalır. Nasıl geçti hayatım günün? Nasıl geçsin, aynı evrak evrak evrak... Karım bana hayatım diye seslenir. Gerçekten hayatı falan olduğum yok tabii, görücü usulü evlendik biz. Kişisel bir şey yok ortada, arkadaşlarından duymuştur bu hitabı. Bana hayatım diyerek, gerçek bir sevgi varmış gibi yapıyor aramızda. Başka türlü katlanamaz insan, sevgisiz bir evliliğe. Şikayetçi değilim, hayat böyledir. Karımı kendimce seviyorum, o da beni kendince seviyor. İki tane kızımız var, bizi birbirimize sonsuza kadar bağlayacak bir  bağ bu, fazlasına ihtiyacımız yok. Zaten fazlası olamaz da. Aşk meşk gelir geçer, kadın ile erkek arasında ki en önemli bağ, çocuklarıdır. Birlikte yapabilecekleri en güzel şey.

Günün ilginç olayını karıma anlatıyorum. Kadının ne kadar deli olduğunu, insanı ne kadar rahatsız edici bakışları olduğunu anlatıyorum. Evin sadece onun anlayabileceği bir düzeni olduğunu söylüyorum. Çırılçıplak olduğunu söylüyorum. İlgisini çeken sadece bu oluyor. Ne kadının bakışları, ne de işini gayet iyi bilir gibi görünen bir avukat olması karımı onun çıplaklığı kadar ilgilendirmiyor. Kadını beğenmiş miyim? Beğendim mi? Kırklı yaşlarında, çöküşe geçmeye hazır bir kadın vücudu desem, on yıl sonra karım ile büyük bir sorunum olabilir. Beğendim desem, şimdiden bir sorunum olur. Dikkat etmedim desem, şu andan başlayan ve mezara kadar gidecek bir sorunum olur. Sorunu ertelemeyi seçiyorum, yaşlı ve buruşmuş olduğunu söylüyorum. Yaşlanınca onu da beğenmezmişim. Sanki şimdi çok beğeniyorum. İki tane çocuk doğurmuş sıradan bir kadın karım. Çocuklar doğduktan sonra aldığı kiloları vermek için garip diyetler yapan bir manken değil. Onunla birlikte olmak için, libidoya ihtiyacım yok. Zaten üçüncü bir çocuk istediğimizden doğal olarak bunu yapmak zorundayız. Benimde otuzlarına gelmiş normal bir erkekten farkım yok. Metabolizma yavaşladığı için, göbeğim vücudun geri kalanından yavaş yavaş bağımsız bir hale geliyor. Tüm gün oturarak çalışmam bu duruma karşı bir önlem değil, destek oluyor. Saçlarımdaki yavaş dökülme, önlem almadığım sürece hızlanarak artacak. Neden önlem alayım ki? Benim babam da, dedem de keldi. Hem sıradanlığımı bozmanın alemi de yok. Sokağa çıkın, biraz dolanın, gördüğünüz insanların pek çoğunun bana benzediğini fark edeceksiniz.

Günler rutinde devam etti. Çırılçıplak avukatın hikayesini bir kaç kere anlattıktan sonra ben bile unuttum. Sıradan hayatımı yaşamaya devam ettim. Esrarkeşler, evraklar, bıçaklamalar, evraklar, karı koca kavgası, evraklar, sarhoş olayları, evraklar, hırsızlık, evraklar, oto teypleri, evraklar... Yaz böyle geçer, sonbahar gelir, böyle geçer, kış gelir, böyle geçer. Karakolda içilen çaylar, meslek hakkında konuşmalar, dünyanın çivisi hakkında garip fikirler... Şikayetçi değilim, her şey olması gerektiği gibi. Üçüncü çocuk fikri, bir süreliğine ertelendi. Bu konuda çalışmalarında duraksaması dışında, geçen yıldan hiç de farklı olmayan bir yıl geride kaldı. 

Seyyar bir korsan film satıcısının başı zabıtalar ile biraz belaya girmiş. Belediye seçimleri sonrası, belediye el değiştirir, yeni başkan kendi tanıdıklarından ve onların tanıdıklarından yeni bir ekip kurar. Seyyar satıcılar için bunun anlamı, zabıtaya verilecek rüşvetin yenilenmesi demektir. Bir satıcı, oyunun kuralını pek iyi anlayamamış, zabıta ile arasında ufak bir sorun çıkmış. Bizim aptal seyyar satıcı, sorunu çözmek için bildiği tek yöntemi, yumruklarını kullanmış. Evrak. Sadece evrak olmalıydı. Evrakları düzenle, görevli memura mukavemetten ve kayıt dışı ticaretten savcılığa sevk et, geç. Sadece evrak. Dayak yiyen zabıtalardan biri, yeni zabıta şeflerinden ve avukatın evinde karşılaştığımız zabıtalardan biri olmasaydı, sadece evrak olabilirdi. Unutulmuş hikayemi anlatmak için bir fırsat olarak gördüm, bir kaç kişilik dinleyicime hikayeyi gene anlattım. Hikayenin sonunda, aklıma takıldı, zabıtaya şikayetçi olanın kim olduğunu sordum. Çıkmadan önce onlara tüm apartmanı dolaşmalarını söylemiştim, bunu yapıp yapmadıklarını öğrenmek istedim. Kişisel bir şey değil, hiyerarşi meselesi. Zabıta kimsenin şikayetçi olmadığını söylüyor. Koca apartmanda kimse ne kadının deli olduğundan, ne de evinin çöp ev olduğundan haberdardı. Hatta bekar bir kadın olarak eve arkadaşları falan da gelmediği için kadından çok memnunmuş apartman. O zaman kim şikayet etmiş, diye soruyorum, cevabı oda bilmiyor. 

İlginçmiş deyip geçmem gerek. Ancak bu sefer o kadar kolay olmuyor. Kadının hakkında bildiğim her şeyi tekrar kafamda çevirmeye başlıyorum. Evdeki o garip düzen, bir odada hiç eşya olmaması, bakışları, çıplaklığı... Sahi neye benziyordu gerçekten? Kafamın içinde vücudu hakkında tek bir detay bile kalmamış durumda. Saçı neye benziyordu, kaşları? Uzun boylu muydu? Hiç bir şey kalmamış kafamda, sadece bana bakarken hissettiğim o çıplaklık hissi... 

Eve vardığımda, bu sefer her şey kapının dışında kalmamıştı. Kızım okulunda olan, ona göre çok ilginç bir şeyi anlatırken aslında ben onu dinlemiyordum. Karım komşunun çocuğunun yaramazlıklarından bahsederken de, televizyonda sevdiğimiz diziye bakanken de, gece yorganı kafama çekip uyuyor taklidi yaparken de aklımda sadece o kadın vardı. Bir anda, hem de onu gördükten yaklaşık bir yıl sonra kafamın içinde krallığını ilan etmiş gibiydi. Kimdi, neydi, orada oturmuş ne yapıyordu, evindeki o istiflenmiş eşyaların, çöplerin anlamı neydi? Sabah işe giderken, yolumun üzerinde olmamasına rağmen onun sokağından geçiyoruım. Akşam eve dönerken de aynısını yapıyorum. Dairesinin apartmanın kaçıncı katında olduğunu bile hatırlamıyorum, ama bir röntgenci gibi tüm pencerelere bakıyorum. Birinin bu yeni rutinimi fark edip polise haber vermesi ihtimal dahilinde, ama gene de vazgeçmiyorum. Her sabah, her akşam o binayı göz ucuyla süzüyorum. Apartmanın bulunduğu sokaktaki çocuklar bile artık beni görünce komşu sanıp kafaları ile selam vermeye başlıyorlar. Eğer çocuklar benim farkımdalarsa, tüm gün fark ettirmeden onları göz takibinde tutan anneleri de farkındadır. Bu saçmalığa son vermeliyim. 

Her gün sokağından geçmek dışında, kadının hala hayatım üzerinde fark edilir bir etkisi yok. Ne karım, ne amirlerim benim bu garip davranışlarımın farkındalar. Oysaki ben artık eski ben değilim. Kafamın içinde sanki bir misafir ağırlıyorum. İşe geliş gidişlerimde tüm vücudumun kontrolünü ele geçiren bir misafir. Bu süreler dışında, benim ben olmama izin veren bir misafir. Tüm bu saçmalıklara son vermek için bir doktora görünebilirdim. Yapmam gereken buydu. Her sıradan insan gibi, baş edemediğim bir sorunum olduğun da işin uzmanından yardım almalıydım. Almadım. Cevabın modern tıbbımız olduğuna inanmadım. Bana bir cevap gerekliydi. Bunu verebilecek ise bu dünyada sadece bir kişi vardı. 

Mahallenin muhtarından apartmanda oturanların listesini aldım. Bu semtte bir evde tek başına oturan pek fazla kadın olmaması benim şansımdı. Dairesini bulmak, daha doğrusu hatırlamak işin kolay kısmıydı. Şimdi kapısını çalmak için bir bahaneye ihtiyacım vardı. Bir pazar günü, işte değil evde olduğunu düşünerek dairesinin zilini çalıyorum. Bahane olarak hakkınızda şikayet var demeyi düşünüyorum. Ne de olsa ben bir polisim, şikayetleri değerlendirmek benim görevim. Apartmanın dış kapısından zili çalıyorum, kim o, diye bile sorulmadan otomatiğe basılıyor. İkinci kattaki dairesinin kapısının tokmağını vurduğumda ise, kapının açık olduğunu fark ediyorum. Kafamı içeri uzatıp seslenecekken, evin daha önceden gördüğüm bu sıkışık ve karmakarışık hali beni donduruyor. Ben daha seslenemeden, o bana "içeri gelin memur bey" sesleniyor. "Daha önce karşılaştığımız odaya." 

Eşyalar arasında beceriksizce yolumu bulmaya çalışıyorum. Bir yandan da onu gene çıplak bulup bulmayacağımı düşünüyorum. Onu bulduğum zaman, üzerine tek parça bir elbiseyi geçirmeye çalışıyordu. Bu sefer en azından kısmen giyinik olduğu için ona daha dikkatli bakabiliyorum. Esmer bir kadın, orta boylu, kısa koyu saçlı, kalın kaşlı ve uzun kirpikli. Gözleri koyu kahverengi, ağzı geniş, dudakları ince, burnu düz. Oldukça sıradan bir görüntüsü var. Benim gibi, babam gibi, dedem gibi, karım gibi. 

"Fermuarı çekebilir misiniz" diyerek sırtını dönüyor bana. İçinde don olmadığını girerken odaya girerken fark etmiştim, şimdi sütyen giymediğini de anlamış oluyorum. "Lütfen beni takip edin, burası konuşmak için uygun değil. Ayrıca "şikayet var" bahanesine de ihtiyacınız yok."

Bir şeyler gevelemeye çalışıyorum ama, pek de gerek olmadığını fark ediyorum. 

O önde, ben arkada eşyaların arasında oluşmuş labirentte yol alıyoruz. O her zamanki gibi bu sıkışıklıkta hiç bir şeye çarpmadan ilerlerken, ben sürekli takılıyorum. Bana upuzun gelen bir süre sonra, sıradan bir evin sıradan oturma odasına varıyoruz. Tek fark, televizyon olması gereken yerde, kocaman bir ayna olması. Koltuklardan birine oturup bana da karşı koltuğu gösteriyor. Ortadaki masada duran paketinden bir sigara alıp yakıyor, bana uzatmıyor, "bana ne sormak istiyorsunuz" diye soruyor. 

Ona ne sormak istiyorum? Aslında kafamda oluşan binlerce soru var, ancak tek bir cevap tüm soruların cevabı gibi. 

"Kimsin sen" diye biliyorum. 

"Her zaman sadece sonuca odaklı oldun." diyor. " Sadece en hızlı şekilde sona varmak istedin. bu hayatında amacın tamamen bir öncekileri unutmak, olabildiğince sıradan olmak olmuş. Gene de benden kaçamadın, ben ne kadar bu sefer seni çağırmasam da, bir yıl sonra dahi olsa, bir neden buldun ve bana geldin. Uzun süre karşı koyabildin bu isteğe, açıkçası bu kadar uzun sürmesini beklemiyordum. Evimin etrafında dolandın, hangisinde olduğumu bilmediğin için tüm dairelere göz gezdirdin. Mahalle kadınlarının seni birinin dostu sanmasına bile göz yumdun. Sonun da buraya kadar geldin. Binlerce soru arasından, hemen bizi sonuca ulaştıracak son soruyu seçtin. Kim miyim? Sorduğun bu mu? Adım Aysel, 41 yaşımdayım, bildiğin gibi avukatım. Son dört yıldır dulum. Önceki evliliğimin bitme nedeni kocamın bana sadık kalmamasıydı. Ondan aldığım nafaka sayesinde çalışmaya ihtiyaç duymuyorum, bu yüzden işimi yapmıyorum. Çocuğum yok, olmuyor. Her yolu denememize rağmen hamile kalmayı başaramadım. Hayatımdan o kadar sıkıldım ki, sonunda onu yaşamayı bırakıp, başka hayatları izlemeye karar verdim. Evdeki eşyaların fazlalığının nedeni de bu.

Her eşya üzerinde izler bırakıyoruz. O eşya kullanılırken, neler düşündüysek, neler hissettiysek eşyanın üzerinde bir yazı gibi kalıyor. Çoğu insan bu yazıları okuyabilir, ama çok azı okumayı ister. Hep görmezlikten gelinen ezik sınıf arkadaşı gibidir bu yetenek. Onunla birlikte görülmek, bizi de onun gibi ezik yapar diye korkar da, hiç bahsetmeyiz ondan. Bizi diğer herkesten ayıracak bir yetenek. Herkesten ayrılmak demek, aslında yalnız olmak demektir. İnsanlar böyle şeylere inanmazlar, inananlara da deli gözüyle bakarlar. Bu yüzden "dışlanmak"tır özel yetenekler. İnsanlar beni dışlamadan, ben onları dışladım ve buraya yerleştim. Yeteneğimin üzerine gittim, kendimi zorladım. Bulduğum her nesne ile yeteneğimi biraz daha arttırdım. Okuduğum her nesne, bana farklı bir hayatı öğretti. Her biri benim için diğerinden daha özel hale geldi. Bu yüzden hiç birini atamadım. Onları biriktirmemin nedeni takıntılarım değil. Onları çok sevmem de değil. Sadece, benden başka kimsenin umurlarında olmayacakları için, bu yorgun eşyalara sahip çıktım. Hiç biri benim değil, aslına bakarsan, onlar kimsenin değil. 

Neden çıplak olarak boş oda da oturduğum ise en kolay açıklanacak olan. Düşünürken, ve okurken kendi elbiselerimin ya da farklı eşyaların üzerine yazılar bırakmak istemiyorum. Bu nedenler boş bir oda da, çırılçıplak olarak düşünüyorum. Ve evet, tam bir medyum gibi dokunup görmeden de  benimle ilgili şeyleri hissedebiliyorum.  

Biliyorum, bu geniş açıklama bile senin sorunun tam cevabı değil. Sen aslında benim kim olduğumu sormuyorsun. Zaten bir yerden sonra, beni dinlemek yerine kendi sorunu daha açık nasıl sorabileceğini düşünmeye başladın. Bu medyumluk saçmalıklarına da pek inanmıyorsun. Senin asıl merak ettiğin, "benim senin neyin olduğum." yanılıyor muyum? 

Kadın tahminimden daha kaçık çıktı. Ancak konuşmasında beni büyüleyen bir şeyler olduğunu inkar edemem. Benim burada olmamam gerek. Şu anda, bu pazar günün de karıma mesaide olacağım yalanını söylememiş olmam gerekirdi. Bu güneşli havada, ailemi boğaz kıyısında yerlere, bir parka falan götürmeliydim. Ama buradayım ve o benim hakkımda söylediği her kelime doğru. Sanki beni, benden iyi bilir gibi. 

"Benim senin neyin olduğumu merak ediyorsan, yanıma otur ve aynaya bak" diyor. 

Komutu alan beyin, bilinçten bağımsızca komutu yerine getirmek için harekete geçiyor. Yavaşça kalkıp yanına yürüyorum, daha çok süzülen bir kuş gibi hissediyorum. Sanki hayatım boyunca yaptığım hiç bir hareket bu kadar doğal değildi. Bahar gelince kar'ı delen bir kardelen gibi, sanki tüm amacım buymuş gibi hareket ediyorum. Yanına oturuyorum, aynaya bakıyorum. Ayna da ne onun, ne benim aksim var. Aynada, başka birilerinin aksi var. Hem o, hem ben olan başka birileri. Ne olduğunu anlayamıyorum, ayna hileli olmalı diye düşünüyorum. Arkasına geçip orada kim var diye bakmak istiyorum. Yerimden kalkarken, bir önceki doğan duyguların tam tersini hissediyorum. Denize değil, dağa doğru giden bir karetta karetta yavrusu gibi hissediyorum. Ben kalkar kalkmaz, ayna normale dönüyor. Mideme kramplar giriyor, kalktığım koltuğa geri yığılıyorum. Tüm vücudum ter içinde kalıyor. 

"Onlar" diyor. "Bizim eski yaşamlarımızdı. Birlikte olmak her zaman bizim kaderimiz oldu. Ne kadar hayat yaşarsak yaşayalım, be kadar ayrı düşersek düşelim, sonunda hep birbirimizi bulmak zorundayız. Ben, senin zıttınım, tek aşkın. Ve ben senin kurbanınım, her hayatta öldürdüğün, tek aşkın."

Söylediklerini ne duyabiliyorum, ne anlayabiliyorum. Kafamın içi beyin ile değil, sanki civa ile dolu. Bu kadar ağır olmasına kafam, belki düşünebilirim bir şeyleri. 

"Duysan bile, anlamayacaksın. Anlasan bile, inanmak istemeyeceksin." diyor. "Sen hep böyle oldun, inanmadın. Hiç bir zaman ne bana, ne kendine inanmadın. Sana bunu göstermenin tek bir yolu var." demesiyle kendisini kucağıma atması bir oluyor. Karşı koymuyorum. 

Bana dudakları dudaklarımı değiyor, gözlerimi kapatıyorum. Hava buz gibi, üzerimde kalın kürkler var. Ağır bir tipi altında yol almaya çalışıyoruz. Yanımdakinin yüzünü göremiyorum, ama o olduğunu biliyorum. Bir mağaraya ulaşmaya çalışıyoruz. Yolda tökezkiyor, yaralı mı? Evet yaralı, karnını tutarak yürüyor. Git gide yavaşlıyor, bu hız ile başarmamız imkansız. Yardım etmeye çalışıyorum, olmuyor. Salıyor kendini, yere düşüyor. Ben de yaralıyım. Saldırıya uğramışız. Taşıyamıyorum onu, bu soğukta ölüme bırakmaktan başka çarem yok. Onu taşımaya çalışsam bende güçten düşer yıkılırım. Tek mantıklı tercih var, temiz ve hızlı bir ölüm. 

Gözlerimi açıyorum, "anladın mı?" diye soruyor. Tekrar öpüyor. Karanlık bir odadayız, bana kaçalım diye yalvarıyor. "Firavun öldü, ikimizi de ölümden sonra da ona hizmet edelim diye canlı canlı gömecekler" diyor. Benim istediğim de tam olarak bu zaten, efendime hizmet etmek. "Saçmalama, ölünce ölürsün, firavun da olsan, köle de olsan sadece ölürsün." Hayır, efendimiz bir tanrı, ona hizmet sonsuz yaşamdır. Kaçacaksan, sen git. "Seni bırakamam" O zaman benimle gömülürsün. "Canlı canlı gömülemem, canlı canlı mezara giremem, madem kaçamıyoruz, mezar kapanırken öldür beni. Ellerin ile boğ." Peki, madem istediğin bu. 

Her dokunuşunda, her öpüşünde farklı hayatların sonuna gidiyoruz. Her hayatta onu öldürüyorum. Her hayatta, sadece yapılması gerektiğine inandığım, inandırıldığım davranışı yapıyorum. Bazen cellat oluyorum, bazen bir avcı, bazen sıradan bir marangoz, bazen bir imparator. Değişmeyen tek şey, onu öldürüyor olmam. Yüzlerce aşk, onlarca ihanet, onlarca nefreti tekrar yaşıyoruz. Karım ile yaptığım çocuk çalışmalarına hiç benzemediğini beyan etmeme gerek yok. Tüm gün sürüyor, defalarca sevişiyoruz. Tüm hayatlarımızın anılarını yaşayana kadar. 

"Şimdi" diyor, "beni öldüreceksin" 

Hayır, onu öldürmek gibi bir isteğim yok. "Seni öldürmeyeceğim, ama seni bir daha göremem. Ben evliyim, karıma bunu yapamam, bu yanlış, şimdiye kadar da hep yanlıştı." 

Yaşadığımız anların pişmanlığı tüm kalbime doğuyor. Karım, o bunu hak etmiyor. O çocuklarımın annesi, benim hayatım boyunca bağlı olacağım, olmam gereken tek kadın. 

"Bir şey daha var" diyor. "Sen de benim gibi tüm hayatlarında kısırdın."

Yalan. Benim çocuklarım var. Bu kadın kesinlikle delirmiş. Bu kadın bir büyücü. Evin bir yerlerinde bir tür uyuşturucu etkili tütsü yanıyor olmalı. İstifçi, psikiyatrlar istifçi olanlar takıntılı insanlardır der. Beni takıntı yapmış olmalı. Bir yerlerde görmüştür. Bir şekilde kafayı bana takmıştır. Bu kadın zırdeli. Karım asla beni aldatmaz. Çocuklar benim çocuklarım. 

"Yalan" diye bağırıyorum. 

"Her zaman gerçekler karşısında kendini böyle savundun. Her zaman kendi inandıkların, senin için tek doğru oldu." diyor. 

Elim tabancama gidiyor, ne olduğunu anlamadan onu vuruyorum. Yüksek bir patlama sesi, sonra mutlak sessizlik. Kalbine isabet eden tek bir kurşun ile can veriyor. Cadı, bana büyü yapmış olmalı. 

Kimse beni görmeden apartmandan fırlayıp eve koşuyorum. Üniformanın beni ele verecek olması aklıma dahi gelmiyor. Eğer herhangi biri beni gördüyse, cinayet masasının olayı çözmesi saatlerini bile almaz. Eve vardığımda ruh gibiyim. Karım ne olduğunu soruyor, cevap vermiyorum. Hemen duşa giriyorum. Katil oldum. Neden bu kadar sarsıldım ki? Yüzlerce hayatta yüzlece defa katil olmuştum. Her hayatta onu öldürmüştüm. Hayır, yalan bunlar. Ama oldu, oldu işte, haklı çıktı, gene öldürdün onu. Hayır. Anlamanın tek bir yolu var, tek bir test, cesaretin varsa, yap onu. 

Duştan çıkıp kızların odasına giriyorum. Güzel, ikisi de uyuyor. Odadan çıktığımda karımı karşımda buluyorum. Ne olduğunu soran gözler ile bakıyor. Onu salona çekiyorum. Elimden geldiğince soğukkanlı davranmaya çalışıyorum. Karıma bugün bir şey öğrendiğimi söylüyorum. "Ben kısırım" diyorum. 

"Saçmalama, çocuklarımız var bizim" diyor ağzıyla. Gözlerinde ise bunun ne anlama geldiğini bilen, yakalanmış bir kadının bakışları var. Tabancam çoktan elimdeki yerini alıyor bile. Kafasından tek bir mermiyle vuruyorum onu. İşte gene oldu, gene katil oldum. Tabancayı kendi şakağıma dayıyorum. Çocuklar? Sese uyanmış olmalılar. Her ne kadar tohumlarını benden almış olmasalar da, onları bu hayatta böyle bir travma ile tek başlarına bırakamam. Odalarına gidiyorum, ışığı açmadan, ikisini de görmeden üzerilerine mermileri boşaltıyorum. Geri kalan tek mermi ise benim kafamda yerini alacak. 

Hepimiz, bir daha ki hayatımıza kadar bazıları için anı, bazıları için evrak olacağız. Çokları için ise bir hiç olmaya devam edeceğiz. 

24 Nisan 2014 Perşembe

Oğlan ve Kız

İkisi de aynı anda açtılar gözlerini, farkında olmadan. İkisi de, sadece diğerinin gözlerini gördü, bir anda, tüm kainat o gözlerden ibaret oldu. Sadece bir an, kim oldukları, nerede oldukları önemini yitirdi. Varlık eridi, hayal gerçek oldu ve aşk doğdu. 

Aşkın doğumu tek bir andır, gerisi sadece hikayedir. 

Aşkın doğumundan sonra, kızın simasına sımsıcak bir tebessüm yayıldı. Anlayamadığı bu his, sanki yavru bir köpeğin, beklenti dolu bakışları gibi işledi kalbine, yüreğine. İçine sımsıcak, yoğun bir sıvı aktı sanki. Yüzüne yayılan o tebessüm, istemsizce bir tepkiydi sadece. Bilinmezliğin yer çekiminden kuvvetli çekimine bıraktı kendini. Başka bir şansı da yoktu zaten. Gözlerinin gördüğü o kahverengi gözler, oğlanın gözleri, tüm soruları ve cevapları temsil etti. Anlamı, anlamsızlığı, varlığı ve yokluğu...

Oğlanın gördüğü o mavi gözler, okyanusun en dibi kadar karanlık ve büyülü gözler. Tek bir leke barındırmayan, mavinin en güzel tonundaki gözler. Ne bir soru vardı gözler de, ne bir cevap. Sadece korkunç bir sevgi gördü, içine dalmak isteyeceği bir sevgi. Sonun da ölüm olsa bile, gözünü kırpmadan atlayacağı bir sevgi. Kendinden geçip, bildiklerini unutmak, erimek ve yok olmak istedi. Bir an bile yok olmasınlar diye, gözlerini kırpmaya korktu. 

Henüz birbirlerinin isimlerini bile bilmiyorlardı. Dün gece, ama gecenin sonunda, tam da kalmaya eve dönmeye hazırlanırken gördüler birbirlerini ilk defa. İki kayıp ruh gibi süzülüp eve gidecekleri sırada, birbirleri ile sessiz bir anlaşma yaptılar ve birlikte uyudular. 

Uykudan öncesi, ne sizi ilgilendirir, ne beni. 

Sadece yeni güne değil, yeni bir evrene uyandılar sabah. O an yaşandı, gözler buluştu. Çıplak bedenlerinin hala birbirine kenetli olduğunu bile çok sonra fark ettiler. İkisi de konuşamadı bir süre. Anın büyüsünü bozan olmaktan korktular. Sessizliği bozan kız oldu, bir daha bu yataktan kalkmak, bu andan kopmak istemediğini beyan etti. Oğlan bu beyanın bir latife olduğunu sandı önce, sonra, o okyanus mavisinde gerçek hisleri gördü. Latife yoktu ortada. 

Bir korku sardı oğlanın benliğini. Az önce tamamen erimek istediği gözlerden korktu. Sonra o anı hatırladı, eriyip yok olmak istediği o anı. Bir daha da unutmak istemedi o anı. 

Olmadı, beşeriyet ikisini de tekrar ele geçirdi. An bitti sandılar, an gitti sandılar. Güzel bir kahvaltı ettiler, sonra kahveleri içtiler. Sonrası "güle güle" oldu. Görüşelim bir ara dediler, fakat ikisi de karşıdan beklediler. Bir süre sonra, unuttular bile. Beşeriyete karşı koyamadılar, herkes gibi hayatlarını yaşadılar. Sevdiler, sevildiler, bazen mutlu oldular, ara sıra da mutsuz oldular. Çocukları oldu ikisini de, torunları oldu. Uzun bir ömürleri oldu. 

Paralel bir evrende, o yataktan hiç kalkmadılar. Susayınca birbirlerini içtiler, acıkınca depodan yaktılar. Yattıkları yatağa pislediler. Açlık, susuzluk ve pislik eritti onları, kısa bir ömürleri oldu, sonra, sonra birlikte öldüler. Gözleri hep bir birlerine bakarken öldüler. Bu paralel evrende, aslında bizimkinden çok daha temiz kaldılar. 

İkisi de, gerçek evrenimizde ölürken, ne çocukları oldu son düşündükleri, ne hayatlarının geri kalanı. Sadece o anı düşündüler, "ya orada kalsaydım" dediler. Çok geç olduğunu fark ettiler. Aslında çok geç kaldıkları yer, hayatlarının bu son anı değildi, sadece o anın bir an sonrasıydı. Bir kere kaybolunca aşk, bir daha hiç bir şey geri getiremiyor.

Aşk tek bir anda doğuyor, tek bir anda bitiyor. 

Noldu sana?

Korkuyorsun.

Çok canın yandı, için öldü ve artık korkuyorsun. Çemberin etrafında dönmek olur olur diyorsun. Belki haklısındır da, korkmak nereden çıktı be koçum? 

Ne zamandır yürümekten korkar oldun? Yolun sonunda ne olduğunu bile bile yürümüyor muyuz? Daha beteri mi var bu hayatta?

Biliyorsun evrenin büyüklüğünü, tüm bu sonsuzlukta hiç bir anlamın olmadığını. Neyi koruyorsun, neyden koruyorsun? Bu sadece kendini kabuğuna kapatmak değildir de nedir? Korkuyorsun. Ateşten, yanmaktan korkuyorsun. Sen değil misin içinde cehennem koru ile yaşayan? Şimdi daha fazlasından nasıl korkarsın. Kendi ateşinden nasıl çekinirsin. O ateşi salsan, dünyaları yakarsın. Ne zamandır birazda başkası yansın deme hakkını buluyorsun? Biliyorsun, bu sadece senin ateşin, hepte böyle olacak. Biliyorsun, suç yok, suçlu yok da, bu ceza neyin nesi? 

İyi, pek iyi, kale duvarları ör, kendini hapis et. Ceza çek, sanki gören, duyan bilen olacak. Kendine saklan, bize saklan. Kaçtığının ne olduğunu biliyorsun da, kaçmanın anlamsızlığını neden anlamıyorsun ki sen? Kalenin surlarını yağmur damlaları olur da aşar, gene gelir koynuna bu acı. Kaçışın yok, ortada savaşacak bir düşmanın yok. Sadece kabullenebilirsin. Başka yapacak hiç bir şeyin yok. 

Bitti evet, son geldi. Sen ne zamandır sonlara inanıyorsun acaba? Son olmadığını çok iyi biliyorsun, sadece değişir, madde yok olmaz, maneviyat son bulmaz. Bitiremezsin, tüketemezsin. Çareler bazen dertten acı olur, kabullen, kaçma ve çareye git. Hayat acı ile yaşanır, doğarken bu yüzden ağlarız biz. Pek çokların ilkidir o ağlama. Biliyorsun, son yoktur, sadece yeniden başlayacak hikayeler vardır, farklı roller ile, farklı duygular ile. 

Hoş musun, mutlu musun? Mutlu mu olmak istiyorsun? Mutluluğu hak mı ediyorsun? Ben sana mutluluk nedir söyleyeyim. Mutluluk, sadece körlüktür. Gerçeklere gözünü kapatmaktır. Bir hayale dalmaktır, yalanı yaşamaktır. Kendini kandırmayı mı istiyorsun? Kör olmak mı istiyorsun? Yapamazsın, gerçek senin tek tutkun, onu aramak bulmak tek amacın. Sonu hep acı olsa dahi, mutsuzluk  peşini bırakmasa dahi... Senin yaran da gerçeklerde saklı, devan da gerçeklerde saklı. Ne yaradan, ne devadan saklanabilirsin sen. Seni sen yapan bu, anka gibi küllerinden ayağa kalkmanı sağlayan bu senin, şimdi sırtını dönemezsin. En kötüsü geçmişken, gelecekten korkamazsın. Saklanma hakkın yok. Sana verdiğimiz bunca destekden sonra, bize sırtını dönme hakkın yok. 

Ne zamandır kin tutmayı biliyorsun sen? Nefret ne zaman girdi bu kalbe? Sök at onları, sana yakışmazlar. Öfkene sahip çık, o seni ele geçirmeden. Tut onu, başkalarını yakmadan. Sen yaparsın, sen her zaman bir yolunu bulursun. Kimse güvenmese bile, sen kendine güvenmeye devam et. Başaramayacağın şey yok senin. Bitti ise, bitmiştir, yeni bir rol bulunur. Sen her zaman bir yol bulursun. 

23 Nisan 2014 Çarşamba

Bulmaca

Bildiğiniz bağımlı oldum, günde iki üç ayrı gazetenin bulmacasını çözüyorum. Sürekli soru cevaplandırmaktan, kafamda kendi sorularımı oluşturmaya başladım.

Halk dili diyorlar ya, o hangi halk? Ben kont falanım da haberim mi yok? Ben hayatımda hiç ağabeyine "aka" diyen insan görmedim. Bu halk dili, Latince, Akadça gibi ölü bir dil falan mı acaba? Günümüzde benim diyen filologlarca bilinmeyen, sadece ve sadece bulmaca yazarlarınca bilinen bir dil. Başka bir açıklama bulamıyorum duruma. Nineye "ebe" diyen birini görürsem, böyle bir dilin gerçekten halk arasında konuşulduğuna ikna olacağım. Aksi taktirde kuş dili, parca gibi bir dil muamelesi görmeye devam eder benden. Aslında gizli bir tarikatın yada istihbarat örgütünün şifreli dili falan diye de şüpheleniyorum ama, malum böyle şüpheleri internetten dillendirmemek gerek.

Bulmaca yazarlarının tamamı eski gemicilerden oluşuyor galiba. Her bulmaca en az iki üç denizcilik sorusu olmasının başka bir açıklaması yok. Bu adamlar gemilerde çalışırken boş zamanlarını halk dili gibi diller yaratmakla, kelimeleri yan yana yazıp kare yapmakla falan uğraşıyorlar, bulmaca olayı böyle ortaya çıkıyor. Boş zaman insanı deli eder, bu adamlar da delirmiş, bu bulmacaları çıkarmışlar. Bu adamların bildiği gemi terimlerini benim diyen kaptanlar bilmiyordur. Yok geminin rüzgar alan yanı, yok geminin giriş-çıkış izni, efendime söyleyeyim altı düz gemi... Liste uzuyor gidiyor. Mutlaka her bulmacada var bu sorulardan bir kaçı. 

Bulamaca yazarları gemilerde çalışmak dışında hobi olarak botanik ile ilgileniyorlar olsa gerek. Fasulyenin tanelerinin adının Latincesi diye soru mu olur lan? Japon bitki düzenleme sanatı nedir? Nereden çıkıyor bunlar? Bir süs bitkisi olarak nane gördüm. Ciddiyim, hata yapmışımdır dedim, ertesi gün cevap anahtarına baktım, bildiğiniz naneydi cevap. Galiba nane Japon kardeşlerimizin çiçek düzenleme sanatında süs bitkisi. Yada halk dilinde nanenin başka bir anlamı falan var. Başka bir açıklama gelmiyor aklıma. Kokulu bitki de nane değil, lale. İkisini karıştırıyorlar galiba sık sık. Gündöndü, ayçiçeği dışında o bitkinin hala çözemediğim, "gün" ile başlayan bir adı daha var. Grup günebakan yazar geçerim. 

Bulmaca çözerken yanınız da periyodik cetvel bulunursa, başarı şansınız yükselir. Bu adamlarda kesin poster olarak periyodik cetvel kullanıyorlar. Çünkü sadece elementler ile iş yürütüyorlar. Bileşikleri, molekülleri falan hiç kullanmıyorlar. Bir de eskiden sadece simge sorarlardı, şimdi simge verip elementin adını da sormaya başladılar. Özellikle hürriyet "N" ile başlayan elementlere takmış vaziyette. Neon, neodim, nikel, neptünyum, niobyum vs... Ben bu kadar "n" ile başlayan element olduğunu bile bilmezdim. "N" olmazsa, "R" var. Radon, radyum falan. 

Birde ünlü meselesi var. Hiç mi birini tanımam be arkadaş? Ne biçim ünlü bunlar, nerelerde ünlüler? Ben niye hiç birini görmedim. Hayır Tv falan izleyen adamım ben. Pazar günleri yakalarsam magazin programlarını izlerim. Kaldı ki, bulmaca ekleri magazin eklerinin içinden çıkıyor, her gün o eki az biraz inceliyorum, arkadaşım hiç mi oradaki bir ünlü sorulmaz? Ya sen adamı kadını ünlü olarak sadece bulmacada soruyorsun, magazin ekine hiç almıyorsun. Ne biçim iş la bu? Bir de HT gazetesi ve Sabah gazetesi daha kültürlü görünmek için paso yazar ismi soruyor. Ya bırak kardeşim bu ayakları. Hangi gazete hikaye yarışması falan düzenliyor, roman ödülü dağıtıyor artık? Kültür falan derdiniz olsa böyle şeyler yaparsınız. Cumhuriyet ve Radikal dışında kitap eki olan gazete bile yok sanırsam. Her güne ayrı ek koy, ama yazarı, ressamı, heykel tıraşı sadece bulmacada sor. Aynı şey sinema için de geçerli. Kültür sanat sayfalarında sadece gişe filmleri reklamı oluyor, ama bulmacada sadece sanat filmlerini soruyorlar. Yok şu yönetmenin kült filmi, bu yönetmenin unutulmaz film karakteri. Birader, sen gazete sayfalarında kaç sütun ayırdın şimdiye kadar o filme, o karaktere? Bana bulmaca üzerinden kültür ayakları çekmeyin lan. (bu sorulara cevap yazamadığım çok belli olmamıştır umarım)

Boru sesi? Ti mi? Bu ney la? Ti diye öten boru mu olur. Boooo falan diye öter belki. Ayak sesi diyorlar, cevap "rap" çıkıyor. Sanki adamlar günlük hayatında marş marş yürüyorlar. En güzeli bacak sorusunun cevabının "ayak" çıkması. Dalga mı geçiyorsunuz la, hiç bacak ile ayak aynı şey olur mu? Götten eş anlam üretmenin bu kadarı olur yani. Kuzu sesi "me" diyorlar, ama o me değil "meeee" gibi bir şey olmalı. Siz hiç "me" diye kısa kesen, tek atan koyun falan gördünüz mü? Kurban bayramında kesilirken bile uzatıyor hayvanlar o -e'yi. Ayrıca tanrıtanımaza ateist denir lan. Ate ne? Her şeye -ist takısını koyuyorsunuz. Ateistlere nedir yani bu ayrımcılık arkadaş? 

Bir de Yurt gibi, Sözcü gibi, Aydınlık gibi gazetelerin bulmaca kısımları din içeriğinden geçilmiyor. İnsanlara "bizde din sahibiyiz arkadaş"gibi bir mesaj mı vermeye çalışıyorlardır nedir? 

22 Nisan 2014 Salı

Para

Merhaba, ben Yunus Emre. Yani onun özel üretim pamuk ve saten karışımına basılmış, kırmızıya yakın tonda, bir çok farklı ve özel detaylar ile son teknoloji lazer yöntemiyle basılmış bir temsili resmiyim. Bildiğim kadarıyla, gerçek Yunus Emre'nin ne bende gördüğünüz bu suret ile, ne de para ile bir ilişkisi yoktu. Eğer beni hiç fark etmediyseniz, ya çok dalgın bir insansınız, ya da çok fakirsiniz.

Büyük bir darphanede, büyük uğraşlar sonucu üretiliyorum. Sahtelerimi engellemek için, hamurumun üretiminden, üzerimdeki boyalara kadar her şeyim özel. Pek çok sır barındırıyorum, yani sır olması gereken şeyler barındırıyorum. Bu kadar özen sadece sahtelerimden korunmak için değil, ayrıca beni sevmeniz için gösteriliyor. Bulabilirseniz, beni biraz okşayın. Hamurumun özel yapısı sayesinde içiniz bir hoş olacaktır. Zaten bana sahip olmak yeterince hoş değilmiş gibi, böyle ufak sürpriz gibi detayları da barındırıyorum. 

Üretimindeki tüm şaşaa sizi yanıltmasın. Piyasaya sürüldükten sonra, şaşaadan eser kalmaz. Ufak bir kasaba da, bir bankanın ufak bir şubesi aracılığıyla piyasaya sürülüyorum. Demir kasadan pek çok eşim ile beraber çıkarılıp bir masanın üzerine konuyorum. Bir ay boyunca bizden binlerce dağıtan, ama ay sonunda evine dağıttığının çok çok daha azı ile evine dönen bir adam ile, yüzü buruş buruş bir çiftçi arasında bir masada bulunuyorum. Beni dağıtan adam son derece soğuk kanlı ve bana karşı kayıtsızken, beni alacak adam hayatının en karmaşık anlarından birini yaşıyor. Gözlerinde umut ile korku karışımı bakışları var. Eşlerim ile birlikte bizi sayacak bir makinenin içinden  geçiyoruz. Artık yeni sahibimize gitmeye, bize kısa süre sahip olacak bu çiftçiye gitmeye hazırız. Sayımızın tam olduğu görünüyor, imzalar atılıyor ve teslim ediliyoruz. Çiftçinin bizi ceketinin cebine koyan elleri heyecan ile titriyor. Kalp atışlarının hızını ceketin cebinden hissedebiliyorum. Bankanın bu havasız kasa odasında, nefes alıp verişi düzensiz. 

Hiç bir aşk, bir insanı benim kadar heyecanlandıramaz. 

Bankadan çıkar çıkmaz, çiftçi beni ve dört eşimi daha diğerlerinden ayırıp pantolonunun göt cebine koyuyor. Geri kalanlar tohuma, mazota, geçen yıldan kalma borçlara dağılıyor. Ne kadar hızlı tükendiğimizi düşünemiyor bile buruş buruş suratlı, kuru ve nasırlı elli çiftçi. Bu hız içinde, onun düşünmeye hiç vakti yok. Kendisini ve ailesini hayatta tutmaya çalışıyor. Gecenin bir yarısı tarlasına geliyor, sabahın ilk ışıklarına kadar mahsulünü tarladan kaldırmaya çalışıyor. Güneşin doğumunu bile izleyemiyor. Her sabah, bu dünya da bir mucize gerçekleşir. Güneş doğudan, önce gök yüzünü mavinin en güzel tonu ile aydınlatır, sonra ufukta sarının muhteşem bir tonu çizgi halinde belirir, bazen kızıllar, turuncular, hatta yeşiller bu renklere eşlik eder. Karanlık, aydınlığın karşısında yenilir. Ancak bu çiftçi o güzelim kırmızı tonunu görse bile, aklına yalnızca ben gelirim. 

Mahsul kalkar, ofis fiyat verir, ama asla yeterince eşim kazanılmamıştır. Her yıl biraz daha erir çiftçi bu ülkede. Benim şansım, yada uğursuzluğum da denebilir, bu çiftçinin son kurşununa denk gelmem oluyor. Ondan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, kredi borcu ve faizi karşılığı banka tarafından el konulan tarlasının bedeli olarak, işleri iyi gitmiş, daha doğrusu işi ve düzeni daha iyi bilmiş birileri tarafından satın alınan tarlanın bedeli olarak banka kasasına geri dönüyorum. Kısa süren birlikteliğimiz boyunca, onun göt cebinde taşınırken ve o, bu süre zarfında tarlasında çalışırken, evde korku ile yarını düşünürken, oğlunun kızının geleceği için edişe derken, kahvede kendi gibi ufak toprak sahibi diğer çiftçiler ile çayını içip muhabbet ederken, gece derdi tasayı biraz olsun unutabilmek için iki tek atarken götü terim terim terliyor. Ter donundan, yamalı pantolonundan sızıp bana ulaşırdı. 

Onun göt teri, çoğu insanın yalan alın terinden çok daha temizdir. 

Bankaya dönmem demek, aslında oradan ayrıldığım anlamına gelmiyor. Aslında onlar beni sadece kiralarlar. İnsanlara kısa rüyalar yaşatır, sonra gerçek olanı karşılarına çıkartırım. Uyuşturucu kadar sahte bir cennetim. Benim mutluluk getirdiğimi düşünenler, ben ellerine geçince bana sahip olduğunu sananlar sadece yanılırlar. Kimse bana sahip olamaz. İnsanlar beni yarattılar, sonra bana köle oldular. Bu bakımdan, sahte mitos tanrılarına benziyorum. Bu yüzden bazı insanlar, ama çok nadir görünen insanlar, cebinde tanrı taşıdığının farkında olurlar. 

Bir baba, kızının okul harçlığı olarak gönderir beni. Babalar evlatlarının okuması için her fedakarlığı yaparlar. Kitap parası adı altında çekildiğim ATM'den, alkol parası olarak bir bara giderim. Bazen bir torbacıya, yakın kuzenimin bedeli olarak verilirim. Çoğu zaman, yalan bir aşkın bedeli olarak harcanırım. Bazen, benim için hiç çaba harcamamış biri beni sadaka olarak bile verebilir. Kirli vicdanını temizlemeye çalışır, ancak sadece kendini kandırır. Benim ile hayır olmaz. Çünkü üzerimdeki tek likit madde göt teri değildir. Benimle hiç teması olmasa bile, ben her zaman üzerimde kan barındırırım. 

Adamın biri, babasından kalan bir kaç arsayı satar. Eline benden çok toplu miktarda geçer. Kafası yatırıma basmadığı için, beni en uygun şekilde nasıl değerlendireceğini bilmediği için, beni gene bankaya yollar. Karşılığında faiz alır. Aldığı faizin kaynağını hiç düşünmez. Sanki ben tek hücreli bir canlıyım ve bölünerek çoğalıyorum. Bir arkadaşı, az biraz benim maceram hakkında bilgisi olan bir arkadaşı, ona benim amip olmadığımı anlatmaya çalışır. Benim üzerimden sağladığı faizin, bankanın borçlulardan aldığı faizin olduğunu anlatmaya çalışır. Aslında bankanın çoğu zaman sadece aracı olduğunu, o tarlayı çiftçinin elinden alanın kendisi olduğunu anlatmaya çalışır. "Ne yapalım der" gizli haciz memuru, "düzen böyle." Sadece dürüst bir şekilde çalışarak, doğru bildiği yoldan çalışan insanların bu düzende yeri yoktur. Haklı aslında bizim haciz memuru, düzen böyle, ve bu düzenin sahibi artık insanlar değil, sadece benim. 

Dostluk, aile, aşk? İnsanlığın yarattığı hangi manevi kavram, benim üzerimde olabilir ki? Benden daha değerli şeyler var ise, emin olun, ona ulaşma aracı da sadece benimdir. 

Bir romantik benim yenilemeyeceğimi insanların anlayacağı günden bahsetmiş. İşte o gün, insanlar beni yemeyecekler ama, işte o gün bile, insanlar benim için hala birbirlerini yemeye devam edecekler. Hemde bu sefer işin içinde mecaz olmayacak. 

Yunus bu günleri görse, aşkın, dostluğun katilinin üzerinde sahte bir temsili resmi olduğunu görse, acaba ne yapardı? Bana kul olanlardan mı olurdu, yoksa başka bir yol mu arardı?

20 Nisan 2014 Pazar

Yalan

Neden kestirdin güzelim saçlarını?
Soruyu duydun, başla hikayeye.

Askere gideceğim. 

Ne askeri be? 

Heee, sen bilmiyorsun değil mi? Okuldan atıldım ben. 

Hocayla kavga ettim. Adam Sovyetler şöyle şeytandı, Osmanlı böyle melekti derken kafayı sıyırdım. Zaten uykusuzdum da, "o kadar iyiydi de neden battı bu Osmanlı?" diye giriştim. Bir şeyler dedi, sonra "zaten sen bu konulardan anlasan bunca yılda bitirirdin okulu" dedi. Beynime kan sıçramış, "senin gibi mal adamlar hoca olabildiği için benim gibiler yıllarca buralarda sürünüyor" falan dedim. "Çık dışarı" dedi, "çıkmıyorum amk" dedim. Üzerime falan yürüdü, bende kafa attım. Onlarda beni okuldan attılar.

Gözler ve ağız açık, bana bakıyor. Bu yalanları söylediğim kişi ablam(kuzenim). Hikayemde tek bir doğru kelime olmamasına rağmen, her kelimeye inanıyor. Yaşadığı kısa süreli şoku bozan, babaannemin, "yalan yapıyor o be" demesi oluyor. Gülmekten alamıyorum kendimi. Evet, yalan yapmıştım. 

Yapım aşamam şöyle işliyor, asla bir sonraki cümleyi düşünmüyorum. Yeri geldiğinde, o cümle kendiliğinden ağızdan dökülecektir. Eğer yalan söylerken düşünürseniz, fazla detay verir, bir yerde kendinizi açık edersiniz. Sadece ezbere şiir okur gibi konuşun. Özel tepkiler vermeye çalışmayın, bırakın kelimeler tepkinizi kendileri yaratsınlar. Söylediğinize inanmanızın bir yolu yok, ama inanır taklidi de yapmayın, bu da sizi ele verecek şeylerden biri olur. 

İyi bir yalancı olmak için, önce gerçeklere az biraz vakıf olmak gerekir. En iyi yalancılar, aslında en gerçekçi insanlardır. Çünkü yalan, olmayan bir şey değildir. Gerçek olma olasılığı olanın, sizin ağzınızdan yansımasıdır. Gerçekten bir vampir görseniz bile, kimseyi buna inandıramazsınız. Her kafanın içinde bir gerçek algısı vardır. Bu yüzden, yalanların temelini, yalanı söylediğiniz kişinin gerçekliği üzerine kurmalısınız. Benim örneğimden yola çıkarsak, ablam doktor olduğu için sağlıksal geçmişimi biliyor. Kullandığım ilacı, nedenini ve etkilerini biliyor. Zaten ben daha hikayenin ortasındayken bana inanmıştı ve kendince kafasında benim için bir yol haritası hazırlamaya başlamıştı. İlk iş doktorum aranacak, ilaç seviyem arttırılacak. Oysa babaannem bu bilgilerden yoksundu. Söylediklerimi kendi kafasında temellendirecek bilgileri yoktu. Bu yüzden "yalan" ihtimali aklına gelen o oldu. 

Tıp fakültesi size pek çok şey kazandırır, ama sizi sezgilerinizden uzaklaştırabilir. 

Bilgi her ne kadar güç olsa da, sizin için bir yanılgı kaynağı olabilir. 


Yalan söylemek benim için gerçekten çocuk oyuncağı. Kafamda uzun bir "yalan" senaryosunu tek nefes süresinde oluşturabilirim. Ancak, tersi de geçerli. Yalanlara kolay inanırım. Özellikle hakkında bilgim olmayan konularda beni kandırmak çok kolaydır. Yıllarca O/PET firmasını ordunun(TSK) sandım. Bir ailecek bir yerlere giderken abim öyle olduğu söylemişti, bende inanmıştım. Yıllar sonra şüphe duyup babama sorunca, okkalı bir azar işitmiştim. "Olur mu lan öyle şey, salak mısın?" sen babında. 

Çok kolay inandığımı bildiğim için, paranoya derecesinde şüpheci olabiliyorum. Çoğu zaman şüphelerim haklı çıkar, bu da bir sonraki paranoya nöbeti için bana daha büyük cesaret verir. Gerçek ne kadar acı olsa da, ne kadar yıkıma yol açsa da, gerçeğin bedeli ağır olsa da, bulunması gerekendir. Eğer bir yalana tutunup yaşamaya çalışırsan, bir süre şansın ile gidersin. Eğer daha da şanslıysan, erken ölürsün. Çünkü gerçekten kaçılmaz, elinde sonunda gelir seni bulur. Yalanla yaşadığın süre ne kadar uzunsa, gerçeğin yıkımı da o kadar ağır olur. Gerçeği göremeyecek kadar salak olan kimse yoktur. Sadece görüp de inkar edebilenler vardır. İşte onlar yalanın içinde kendisini de kaybetmiş olanlardır. Asla mutlu olamazlar, asla nedenini anlayamazlar. 

Dedim ya, yalan sadece gerçeğin yansıtılmış halidir diye. Bu yüzden en az gerçek kadar acı olabilir. Yalan barut gibidir, havai fişeğe koyarsan, ki benim yaptığım budur, eğlence sağlar. Bir tabancaya koyarsan, tebrikler, ölümcül bir silah elde ettiniz. 

Hangisi tepemi daha çok attırır bilmiyorum. Silah olarak kullanılan yalanlar mı, yoksa zekama hakaret edecek derecede beceriksizce söylenen yalanlar mı? Çaresizce söylenmiş, karşındakini salak yerine koyan yalanlar. Üzerine düşünme gereği bile duyulmamış. Sanki "vampir gördüm ben" diyor gibi. Gerçekten tepemi attırıyor, dengemi bozuyorlar. En berbatı da insanların ne kadar aptal olabildiklerini görmek. Size gösterdikleri bu aptallık, aslında sizi gördükleri durumdur. Aptalca söylenmiş her yalan, size aptal demekle eşdeğerdir. 

18 Nisan 2014 Cuma

Uyku

Kafasını ellerinin arasına almış vaziyette buluyorum. Arkadaşın sonuçta, hayırdır diye sormalısın. Cevabı bilsen bile... "Abi, hiç uyumadım gece yeaa" diyor. Gözlerime bakan gözleri, uykusunu almış birinin gözleri. Uykusuzluk ile ilgili ilk yalanı değil bu. Adamı görseniz, gayet kanlı canlı bir bir görüntüsü var. Yanakları al al, suratından sağlık fışkırıyor sanki. Hiçte uyku sorunu olan birine benzemiyor. 

Nedenini anlamadığım bir şekilde, uyku sorunu bir statü meselesi oldu. Sanki uyku sorunu olanlar daha bohem, daha hisli, daha bilmem ne. Size bu konudan hayatının her evresinde çekmiş biri olarak söylüyorum, yok öyle bir şey. Uyku sorunu, bildiğiniz sorundur. Hayatınıza ek sorunlardan başka hiç bir şey katmaz. 

İlk defa sabahladığım zaman, daha ilkokul öğrencisiydim. Yaz ayıydı, ve salonda ne olduğunu unuttuğum bir şeyler ile sabahlamıştım. Sabaha karşı, inanılmaz bir susama isteği bastı, ancak ezandan korkup, (evet, sabah ezanından uzun süre korktum ben) mutfağa su içmeye gidememiştim. Geceden salonda kalmış karpuzu yiyerek (yada içerek?) susuzluğumu gidermiştim. Orta okula geçtiğimde, yaz aylarında sabahlamak benim için olağan olmuştu. İnternet başında, mirc'te falan takılarak sabahlıyordum. Adımı selin yapıp, kendimce abazanlar ile kafa buluyordum. Ya da doğru düzgün muhabbet ediyordum. Ailemin baya endişelendiğini hatırlıyorum. Hele genç olan ablamın (kuzen aslında) baya baya ne halt ediyorsun, o saatte senden büyük insanlar ile muhabbet ederek falan dediğini hatırlıyorum. Sahi amacım neydi? Herhalde yaşımı sorduklarında, ve tahmin et diye cevap verdiğimde, 20li yaşları tahmin etmeleriydi. Kendimi olgun hissediyordum. Yaşından büyük olma arzusu, bir ergenin en sık hissettiği ikinci dürtüdür. Birinciyi hepimiz biliyoruz, hakkında konuşmasak da olur.

Geceleri oturmak, sanırsam insanın seçtiği bir şey değil. Bazıları bir nedenden gece insanı olur. Onların arasında "garip" adamlar çıkar, bazıları da garip olmanı koşulunu gece adamı olmak sanır. Bence arkadaşımın, fosur fosur uyuyup, sabahında hiç uyumadım çekmesinin nedeni, gece uyumak ile garip olmak arasında kurduğu  bağlantıydı. Ben size gene söyleyeyim, öğle bir bağlantı yok. Bakın bende gece insanıyım ama gördüğünüz gibi gayet sıradan bir insanım. (yersen) Şaka bir yana, yok öyle bir şey.

Uyku sorunu size sadece dert getirir dedim ya, çok haklıyım. Mesela eski sevgilim ile en sık kavga nedenimiz, benim gece oturup, tüm gün uyumamdı. O kadar abartıyordum ki, bir ara neredeyse ikimizinde uyanık olduğu zamanlar sadece bir kaç saat ile sınırlı kalıyordu. Maşallah uyudum mu da 12 saat falan uyuduğum için, e o da 8 saat uyusa, kaldı sana dört saat. Gerçi benim 13 saat uyuduğum da olur ya, durumu varın siz anlayın. Kaç kere, yat uyu sabah gelemeyeceksin, dediğini bilirim. Cevap hazır, uyumadan geleceğim. Geleceğim de, o gelen zombi ben mi olacağım? Zaten asabi adamım, sinir katsayım beşe katlanmış oluyorum. Tahammül sınırı eksilerde, kendisine de her zaman tahammül edilmeli zorunda olduğu için, alın size kavga. Ay başı kavgaları dışında en sık kavga bu yüzden çıkardı.

Bu kadar ile bitiyor mu? Bitmez tabii. Bir insanın okul hayatı boyunca tek devamsızlık nedeni uyku olur mu ya? Oluyor işte. Özellikle pazartesileri bir ara sürekli okulu kaçırırdım. Çünkü, pazar gecesi benim için South Park demekti. O da Nip-Tuck'tan sonra saat 00,00'da yayınlanırdı. Ful dikkat izle bunları, sonra hemen uyu. Olur mu anam? Olmuyor, gece 03'e kadar falan uyku tutmazdı. Biraz oku, biraz hayal et, ancak uyurdum. Sonra sabah hemen zinde uyanmak ha? Unuttum ben o hissi en son ne zaman yaşadığımı. 

Evde gece insanı sadece bende değilim. Benim babamda ben kendimi bildim bileli geç yatan biridir, ama sabahta en geç 10,00 gibi kalkar. Abim ise ben kime çektiysem ona çekmiş. Akşama kadar uyur. Onun şanslı olduğu yer, karısını da kendisi gibi gececi olması. Eğer ertesi gün iş yoksa, sabaha kadar oturup, tüm gün uyuyorlar. Gayet uyumlu buluyorum. 

Birde farklı bir model var, az uyuyanlar. Bazı insanlar sadece beş saat uyuyor. Canlı şahidi olmasam inanmazdım. İyi geceler diye mesaj çekiyorum, uyandığından hala oturuyor oluyorum. Gerçekten ilginç şeyler. Mesela benim kuzenlerden biri de böyledir, gece 3'te yatar, sonra 6'da kalkıp işe gider, o işten döndüğünde kardeşiyle ben daha yeni uyanmış oluruz. Tahmin edeceğiniz gibi kardeşi de gececilerden. O değil de, yazarken fark ettim, benim bütün yakın arkadaşlarım yakınlarım falan gececi. İki tanesiyle oyun başında sabahlardık, ikisinin sevgilisi de ayrı ayrı, "seninle benden daha çok konuşuyor" diye şikayet etmişti. 

Uyku sorununun en kötü yanı ise, gece uykusundan mahrum kalmak ve günü kaçırmak. Özellikle kışın yaşandığında, güneş görmeden geçen günler demek. İnsanın içi bayılıyor belli bir süre güneşi göremeyince. Hele benim gibi kapalı havada bile içi sıkılan biri iseniz, direk depresyona giriyorsunuz. Ve gün ışığında, aydınlık ortamda uyuduğunuz için uykunuzu da asla tam alamıyorsunuz. Bu da depresyonu tetikleyen şeylerdendir. Yani gece insanlarının o bohem havası sadece depresiflikten gelir. Depresif bir karakter ise özenilecek en son şeydir. O şairler falan geceleri oyun başında sabahlamıyor, okuyup düşünüyor, yeri gelince üretiyorlar. Biz boşuna depresyon moduna girdiğimizle kalıyoruz. 

He bir de hep bir "düzene sokma" geyiği var. Sabaha kadar oturulmuştur, hatta saat öğlene yaklaşır, bari uyumayayım da, düzene girsin uyku denir. Girer de, ama sadece bir hafta, o da şanslıysan. Sonra gene aynı teraneye dönülür. İnsanın içinde olacak biraz, ne kadar uğraşsan da hayatın düzenli olmadan, çok zor. Hatta düzenli olsa bile zor. Çalıştığım kısa sürelerde kaç kere dörtte yatıp yedide kalktığımı ben bilirim. 

Bu konuda söyleyeceklerim bu kadar, zaten gereğinden de uzun oldu sanki. En azından normalde yazdıklarımdan uzun. 

Cehennem

Bir kaç yıl önce, bir protestan klisesi cehennemi kaldırdığını açıkladı. Bir grup din adamı toplanmışlar, cehennem kavramının yeryüzünde yaşandığına kanaat getirmişler ve ölümden sonra bir cehennem olmadığını açıklamışlar. Tabii Türkiye'de kimsenin umurunda değildi. Aslında tek bir görüş dışında benim de umurumda değil. Yeryüzünde cehennemin yaşanması.

Ben, cenneti, cehennemi, yeryüzünü, bilinen ve bilinmeyen tüm alemleri Allah'ın yarattığına inanırım. İnsanın en büyük günahını da, tanrı olma çabası olarak görürüm. Bakın, din ve tanrı kavramları ortaya çıktığından beri, insanlar, ama özellikle de erkekler kendilerini tanrılaştırmaya çalışmışlardır. Bu hedef yönünde, tanrıları da insanlaştırmışlardır. Mitolojilerdeki tüm tanrılar, insan duyguları ile hareket ederler. Kıskanır, sever, kibirlenir... 

Artık ne tanrılara inananlar var, ne insana benzitilen tanrılar. Şimdi tanrı olma çabamızı, cehennemler yaratarak gösteriyoruz. Neredeyse yüzyıl oldu, bu topraklardaki bir cennet parçasının cehenneme dönmesinden bu yana. Çanakkale, Gelibolu'dan bahsediyorum. Oradan çıkan asker mektuplarını okursanız, ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. 

Peki, cehennem yaratma sevdamız yüzyıl gerilerde mi kaldı? Yada son atom bombasında mı? Bakın, bugün Bağdat'ın düşüşünün 11. yıl dönümüydü. 11 yıl önce, sınır komşumuzda kurulan cehennem hala yanıyor. Sanki toprağın altındaki petrol, üzerine cehennem ateşi veriyor. "Sanki" fazla mı oldu ne? 

Diğer komşumuz, Suriye. Bizim için daha da sıcak olan cehennem. Neden daha sıcak biliyor musunuz? Çünkü o cehenneme odun taşıdık. Bizim seçtiğimiz yöneticiler, Irak'ta dökülen kana sessiz kaldılar, Suriye'de ise iç savaşı körüklediler. Son iddialar ise korkunç; Türkiye, kimyasal silahları taşıdı. Yemin ederim her duyduğumda, kendi adıma utanıyorum. En çok da, yok canım, olmamıştır öyle bir şey, diye düşünemediğim için utanıyorum. Ermeniler ile yüz yıldır kavgalıyız. Kavganın ilk ateşini onlar yaktığı için, kendi yaptıklarımıza kılıf buluyoruz da, yüz yıl sonra bizim torunlar Suriyelilere karşı ağızlarını açamazlar. Bizimle hiç alakası olmayan bir işe, bizim seçtiğimiz orta çağ kafalılar karıştılar. Cehenneme odun taşıdırlar. 

Sana mı ne? Sen onlara oy vermedin mi? Evet, bende oy vermedim. Ne onlara, ne de onlar gibi düşünen kimseye oy vermem. Ancak oy vermemekle iş bitmiyor ki. Kaç kişiye anlattın bunlar bunu bunu yapıyor, insanların ölümlerine neden oluyor diye. Bir park için ayaklandık, iyi de yaptık, ama Suriye için ne yaptık? Eğer organize olabilseydik, o sınırda halk olarak nöbet tutabilseydik, yapabilirler miydi? Nasıl yapalım, ne yapalım? Bilmiyorum işte. Allah belamı versin, bilmiyorum. Bir yolu olmalı, bu orta çağ kafalılara engel olmanın bir yolu olmalı. Okuduk, öğrendik, biliyoruz, ama seyretmekten başka bir şey elimizden gelmiyor mu? Boşuna okuduk, bildik o zaman. 

Sorumluyuz. Lozan Barış Görüşmeleri sırasında bir Bulgar delegesi İnönü'ye gelip, "halimizden siz sorumlusunuz" demiş. İnönü, "nasıl yani, siz bizden isyan ederek ayrıldınız." deyince, "evet, biz ayrıldık, ama bizim hiç bir devlet tecrübemiz yoktu, sizin yüzünüzden büyük devletlerin oyuncağı haline geldik, bize sahip çıkmadınız. onların kucağında bıraktınız" Ya Irak, ya Suriye? Hiç bağımsızlık deneyimleri olmuş muydu? Ey Osmanlı torunuyum diyenler, neredesiniz? Neden sahip çıkmadınız, Osmanlının çocuklarına? Ey ben devrimciyim diyenler, bilmez misiniz, sizin abileriniz Filistin'e destek için ölmüşken, siz Irak için, kendi polisiniz ile çatışmak dışında ne yaptınız? 
Hadi, Balkanlar cehennem iken çok küçüktük, şimdi de mi küçüğüz? Elimiz ayağımız tutuyor, hesap sormamız gerekmiyor mu? Bu sessizlik, cehennem yaratan, kendilerini tanrı sanan bu adamlara ortak olmak değil mi? Elimize silah alıp çatışalım demiyorum, silahlar hiç bir şeyi çözmez. Size karşı silah doğrultulmadan siz silaha sarılırsanız, kahraman değil, katil olursunuz. Bizim silahımız, bilgimizdir. Araştırın, öğrenin ve anlatın. Hiç bir ideolojinin insanı olmayın, sadece ölüme dur demek, cehennemlere sel bastırmak için çalışın. Omlet yaparken iki yumurta kırılır demeyin, omlet yapmıyoruz, hayat kurtarmak istiyoruz. 

16 Nisan 2014 Çarşamba

Ben aslında yokum

Vallahi yokum ben.

Beni görebilen, dokunabilen, hissedebilen var mı? Bedensellikten bahseden kim? Beni anlayan var mı? Beni her hücresinde hissedebilen kim var? Nörolojiden bahseden yok burada. 

Beni gören var mı? 

Elimdeki kırık kemiğin yerini kaç kişi biliyor? Saçlarımın altıdaki sivilceleri? Ortada birleşen kaşlarımdan şikayet eden mi var? Kambur oturmama kızan? Koltuk altına sümük sürdüğümde, "pisliksin ya" diyenler nerede? 

Ben dahil, beni bilen var mı? 

Sağdan soldan bastırıyorum ayağıma, canım ne kadar acıyacak diye test ediyorum. Kafamın içindeki sivilceler yolup kanatıyorum. Sol ayağıma bilerek kramp sokuyorum. Derimin kızarmış bölümlerine kolonya döküyorum. Sigara içiyorum. Kakamı tutuyorum. Diğerlerinin bir amacı var da, bu sonuncuyu neden yaptığımı bende bilmiyorum.

Sesimi duyan var mı?

Ben hiç bir şey anlamıyorum. Sadece büyük bir gürültü ve uğultu duyuyorum. Kırılan camlar, düşen tahtalar, birbirine çarpan dallar... Titreşimler olarak kulağıma geliyorlar. Benden başka herkes, başka bir titreşimi duyuyorlar. Daha doğrusu, hissediyorlar. Benden uzakta bir yerlerde, binalar yıkılıyor. Benden uzakta bir yerde, insanlar hayatlarının en büyük felaketini yaşıyorlar. Yıkılmış bir binanın altında sıkışıyorlar. Titreşimin, depremin yıktığı bir binanın altında. Hayatlarını bir titreşim yok ediyor, sonra sıkıştıkları yerde, başka bir titreşim duymayı bekliyorlar. Birinin sesini... Belki annesinin, belki çocğunun, eşinin, babasının... ya da hiç tanımadığı, kurtarma ekibinden birinin sesini. 

Kokumu alan var mı? 

Bir insanın ter kokusunu bile sevdikten sonra ona sırtınızı dönemezsiniz. Ter dediğiniz, sidiğin bir değişiğidir. Belkide aynı şeydir, tam bilmiyorum. Ne olursa olsun, insanın annesi bile sevmez ter kokusunu. Bir insanın ter kokusunu dahi sevdiysen, bırakıp gidemezsin. Gidersen, arkanda bir şey bırakmadığını bilmelisin. 

Tenime dokunan var mı?

Dört tel sakalım, beş jiletli tıraş bıçağım var benim. Derimi kazır gibi tıraş oluyorum. Cildim tahriş olurmuş, suratımı kesermişim umurumda bile değil. Sevmiyorum suratımda çıkan dört tel sakalı. Ya tam olsun istiyorum, ya hiç olmasın. Böyle yarım olan her şey canımı acıtıyor sanki. Tüm yarım kalmışlıkları hatırlatıyor bana. 

Tadı alan var mı? 

Katı şeylerde tat olur, sıvı şeylerde tat olur da, gazın tadı olduğunu bilmezdik. Geceleri kanımızı emecek olan sivri sineklerden kurtulmak için bile bu kadar gaz sıkmadık biz. Osurana güldük, kokusundan kaçtık da, hiç osuruk tadı almamıştık. Gaz odalarını çok duyduk da, hiç hayal edecek gücü bulamamıştık. Acı yemeyene adam demezlerdi, biz acıyı gaz olarak yiyebildik. Bibere acı diyen, gaz olarak tatsın bir de. 

Ben aslında yokum, olan yerlerim ağrıyor, üşeniyorum olmaya. Canım sıkılıyor, sayıklıyorum. 

15 Nisan 2014 Salı

Blog

Yazlıktan bir arkadaşım Facebook'ta bir takım moda şeyleri paylaştı. Yıllar önce oluyor bu, henüz daha üniversiteye yeni başlamıştım. Sonra ki ilk karşılaşmamızda, "hayırlı olsun, modacı olmuşsun" dedim. Boğaziçi gibi güzide bir üniversitede, güzide bir bölüm okuyordu, gerçi ne hikmetse orada güzide bölüm okuyanlar hiç kendi işlerini yapmazlar. Neyse, arkadaşım "abartma be, blog sadece o" dedi. İşte ben blog olayını ilk böyle duydum. 

Ya çok alakasız olacak ama, aklıma gelmişken yazayım. Geçen gün adı geçmeyen bu arkadaşımı ben rüyamda gördüm. Kendisi bile okusa, kendisinden bahsedildiğini hatırlamayacaktır, o yüzden sorun olmaz yazmamda. Yok lan, öyle rüya görmedim, aklınız kaçmasın hemen bir yerlere. Bu kız benim kuzen ile sevgiliydi rüyamda. Ama baya baya aşıklarmış, çok mutlular falan. Öyle not olsun diye yazayım dedim. 

Neyse, daha da duymadım blog diye bir şey. Sonra, ama yıllar sonra, kuzenimin kız arkadaşının elinde bir kitap gördüm. Ne okuyorsun dedim, cevap verdi. Şu en meşhur blog yazarının kitabını okuyordu. E o ne? Ne yazıyor falan dedim. İşte hayata bakışını, aşklarını falan dedi. İçimden "sana ne lan bundan" demedim değil ama, kıza karşı pek agresif olma hakkım yoktu, sustum. Şimdi yeri gelmişken söyleyeyim, yahu intenette bedava olarak ulaşacağın şeye ne diye para verirsin benim salak arkadaşım? 

Sonra daha öncede yazdığım bunalım geldi bana. Güzelce beni yakaladı, kıskıvrak sardı. Kaçacak bir deliğe ihtiyacım vardı, burası böylelikle doğdu. Yazdıkça biraz daha rahatlar oldum. Konuşmak için yaratıldığımı düşünen ben, konuşamadıklarımı yazmaya başladım. Her şey hakkında yazasım geldi. Mükemmel kaçışım aslında burası benim. Benim için tabu diyebileceğim tek bir konu var, o da başkalarının özel hayatı. 

Kimse ile ilişkim hakkında, onların hayatını etkileyecek detaylar vermemeye çalışıyorum. Aslında belkide sadece babamın fark ettiği bir durum var; ben tek bir şeyi yazıyorum. En azından çoğu yazı, tek bir kaynaktan geliyor.  

Aslında bu kadar uzamazdı bu yazma olayı. Tam, yeter artık, ne saçma saçma takılıyorum gene, oyun oynamak bitti, yazı yazmak başladı falan diyordum, güzel gözlü Tuğba (arkadaşımın arkadaşı) yazılarımı çok beğendiğini söyledi. 

Bunun önemini size şöyle anlatayım, tam gözümün içine baka baka, "senden bir bok olmaz, cümle bile kuramıyorsun", denilen sahne hala gözlerimin önünde. Bunu, ilk defa uğruna yazı yazmaya kalktığınız kişi söyleyince, gerçekten etkisi büyük oluyor. Beğenilmemeye o kadar alışmıştım ki, beğenilmek içimde havai fişekler patlattı. Hemde benimle bağı pek de yakın arkadaş olmayan biri tarafından beğenilmek. Birini etkilemiş olmak. 

Bir süre o gazla yazmaya devam ettim. Sonra, kendi arkadaşlarımla, fikrine önem verdiklerimle yazılarım hakkında konuştum, çoğu olumlu görüş bildirdi. Ancak hiç biri güzel gözlü gibi devamlı bir okuyucu olmadı. Ya da öylelerse bile benim haberim yok. Bu aşamada, tekrar, yeter bu kadar, yazmak artık o etkiyi yapmıyor bende diye düşünürken, bu sefer Gizem(çok eskiden bizim mahallede oturan, pek samimi olmadığımız bir arkadaş) mesaj attı. Bir süredir yazıları takip ediyormuş, ve bir yazımdan dolayı çok etkilenmiş falan filan. Burada önemli olan birinin gönlüne dokunmak değildi artık. Tam, siktir et, dediğim anda mesajı çekmesiydi. Gizem'e de direk söylediğim gibi, tam bırakırken, yazacak yeni bir güç verdi bana. Artık bu kadar sinyalden sonra bırakamazdım. Sırf hobi olarak bile olsa, sadece Gizem ve Tuğba okusa bile yazmaya devam edeceğim herhalde. Burada olmasa, onlara atacağım maillere ile yazarım. Nedir yani? İki kişi garanti

Moda demişken, o blogerlardan sonradan çok çektim. Eğer bilmem kaçıncı İstanbul moda haftası etkinliğinde çalışmam bir haftadan uzun olsaydı, sanırım katil falan olurdum. Hemde tek seferlik değil, seri katil olurdum. Ne kadar moda blogerı varsa ortadan temizlenecek böcek olarak görürdün. Ciddiyim, insanı çileden çıkaran çok bilmiş, eşcinsel görünümlü, sikik beyinli, orospu çocuğu(annesi hariç)...