Medine Memi
Adıyaman'ın Kahta ilçesinde doğdu. Adını peygamber şehri anlamına gelen Medine'den aldı. Dilim varmaz dindar demeye, cehaletin hakim olduğu bir ailenin kızıydı.
Nasıl bir çocukluğu oldu acaba? Baba sevgisi görmediğine eminim de, peki ya annesi ? Annesi nasıl sever, okşar mıydı onu? Hiç okula gitme şansı oldu mu? Çocukluk arkadaşları var mıydı?
Medine hakkında o kadar az şey biliyorum ki. 16 yıl boyunca ne zorluklar çektiğini sadece tahmin edebiliyorum. Medine'yi 16 yaşındayken toprağa gömdüler. Babası ve dedesi... Ona Medine adını verenler tarafından toprağa gömüldü. Canlı canlı gömdüler.
Üzerine atılan toprağı gördü Medine. Ağladı mı? Suçum neydi diye düşündü mü? Suçu? Hayır, Medine'nin hiç bir suçu yoktu. Telefonda erkekler ile konuşuyor diye gömdüler onu.
Dede ve baba müebbet hapis aldılar. Onların cezası bu olmamalı. Eğer ilahi bir adalet var ise, onların cezası sadece orada verilebilir. Bu dünyadaki hiç bir ceza onların suçuna karşılık olamaz. İşledikleri suçta tüm toplumun patı var. O kümesin arkasına Medine değil, İslam'ın kendisi gömüldü.
Şimdi ben nasıl anlatayım benim derdim var diye? Utanırım kendi derdimden.
Ali Osman
Üç kız kardeşinden sonra doğan erkek çocuk oldu. Ne çok sevdi onu babası, annesi. El bebek gül bebek büyüdü. Eve umut oldu. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nda güneş batarken, o evine bir güneş gibi doğuyordu.
Nişanlısı vardı. Ayşe. Onu ilk gördüğünde kalbi pır pır atmıştı. Duyguları karşılıklıydı. Her gece yatmadan kandil ışığında mektuplar, şiirler yazdı Ayşe'ye. Mektebi Sultaniye'de talebeydi. Daha 16 yaşındaydı. Önünde parlak, mutlu bir hayat vardı. Sonra, savaş geldi.
İmparatorluk, medeniyet, vatan tehlikedeydi. Ne anlamı var dedi, benim geleceğimin. Gönüllü askere yazıldı üç okul arkadaşı ile. Ailesi hiç istemedi savaşa gitmesini. Savaş, ölüm demekti. Biliyorlardı, savaşı. Hiç eksik olmamıştı hayatlarından. Ama Ali Osman tek bir şey biliyordu, bu koca imparatorluğun son savaşı olabilirdi.
Çanakkale'ye gönderdi kader onu. Düşman İstanbul'u imparatorluğun kalbini hedefliyordu. Ali Osman'ın kalbi de İstanbul'da atıyordu. Hayatı bildiği şehir tehlikedeydi. Ailesi tehlikedeydi. Ayşe tehlikedeydi.
Cepheye geldiği ilk günler sık sık yazı Ayşe'ye. Ona gördüklerini, fikirlerini, gelecek güzel günleri yazdı. Sonra yazamaz oldu. Bir cennetin savaş ile nasıl cehenneme dönüştüğünü gördü, yazamadı Ayşe'ye. Fikirlerine sadece ölümler, kaybedilen arkadaşlar doldu, yazamadı Ayşe'ye. Gelecek hakkında planı kalmadı, bu cehennemden sağ çıkamayacağını anladı, yazamadı Ayşe'ye.
Hiç öpemedi Ayşe'yi, dokunamadı ona, içinde yok olamadı. Güzelliğini tadamadı aşkının. Gezemediler doyunca, uzanamadılar boylu boyunca. Birlikte izleyemediler doğan güneşi. Konuşamadılar hayatı, anlamını.
Savaşta şehit düştü Ali Osman. Daha yaşayamadığı hayatını, sevgisini, Ayşe'sini feda etti. Ne için? Benim için, senin için, feda etti. Sadece kendini değil, Ayşe'yi de feda etti. Ayşe hiç evlenmedi. Ali Osman şehit düşünde, onunda hayatı sona erdi.
Şimdi ben nasıl diyeyim derdim var diye? Ayıp olmaz mı Ali Osman'a? Utanırım derdimden.
Semih Çeri,
18 yaşında, lise son sınıf öğrencisiydi Semih. Geleceğini düşündükçe, içi titrerdi. Üniversite sınavları kapıdaydı. Bir dershaneye gitmeden, üniversitenin kapısından giremeyeceğini düşünüyordu. Bir anası vardı. Baba yıllar önce iş kazasında ölmüştü.
Annesi gündelikçilik yapardı, Semih okul çıkışlarında bir kuyumcuda çıraklık ederdi. Kıt kanaat zor geçiniyorlar, ancak kimseye hallerinden şikayet etmiyorlardı. Annesi üzerine titrerdi. her ana gibi. Oğlu için her şeyin en güzelini isterdi. Üniversite de okumasını, geleceğinin onu titretmek yerine, umut vermesini istiyordu.
Semih'i bir dershaneye yazdırdı. Okul sonraları kuyumcuya değil, dershaneye gönderdi. Daha çok çalışmak zorunda kaldı. Hiç gocunmadı zor işlerden. Oğlu her şeye değerdi. Kader mi denir, yoksa kadersizlik mi? Kocası gibi o da iş kazası geçirdi. Ölmedi, ama kolu kırıldı. Ekmeğini kol gücü ile kazanan bu kadın için, ölüm kadar karaydı kırık kol. Çalışamaz oldu. Dershanenin borçları birikti.
Semih deli gibi çalışıyordu. Eline geçirdiği her testi çözüyor, annesinin fedakarlığının karşılığını vermeye çalışıyordu. Kimse annesinin hakkını ödeyemezdi, Semih ise hiç ödeyemeyeceğini düşünüyordu. Yokluk ile mücadele bir yandan, başarısızlığın korkusu bir yandan sarıyordu onu. Ya başaramazsa, ya annesinin tüm çabalarını boşa çıkarırsa? Uyuyamıyordu, rüyaları hep karabasan doluydu.
Kol kırılınca, yen her zaman içinde kalmıyor. Semih'i dershane borcu için her gün idareye çağırdılar. Annesini çağırmasını söylüyorlardı. Söyleyemedi annesine. Dershane sonunda borç için mahkemeye verdi onları. Sınava bir ay kalmıştı. Semih'in annesini borç yüzünden hapishaneye gönderdiler. Bir başına kaldı Semih. Annesini kurtarmak için eski patronundan borç istedi, eli boş döndü. Annesinin kaza geçirdiği evden yardım istedi, kovulmaktan beter edildi. Çaldığı her kapı yüzüne kapandı.
Dayanacak gücü kalmadı Semih'in. Annesi onun için hapishanede yatarken, neyin doğru neyin yanlış olduğunu göremez hale geldi. Hiç bir çıkar yol bulamadı. En sonunda ailesinin yazgısını kabullendi. Babası yüksekten düşerek can vermişti, annesi de düşerek kolunu kırmıştı. Onların kaderi buydu. Düşmek. Apartmanın çatısına çıktı. Ve kendini boşluğa bıraktı.
Geride kısa bir not bırakmıştı. "Hakkınızı helal edin, dayanacak gücüm kalmadı."
Ben şimdi nasıl diyeyim benim derdim var diye? Utanırım diyemem derdimi.
Erkan,
İnsanları ne olduklarına göre değerlendirmeden önce, nasıl bu hale geldiklerini bilmek gerekli. Anne karnında başlıyor bizi biz yapan etkenler. Aslında kim olduğumuz hakkında hiç bir seçim hakkımız yok.
Daha anne karnındayken babası doğuda şehit düşmüştü. Çilesi anne karnında başladı. Annesinin korkusunu, kederini hissetti. Cenazede üzüntüyü ve öfkeyi duydu. Sağlıklı olan, güzel olan tek bir duygu, tek bir düşünce girmedi o ana rahmine.
Annesinin kaderi belliydi. Kocasının kardeşine berdel ile gelin olacaktı. Yengesine kuma olacaktı. Ne kadar da korkuyordu, dokunur muydu kaynı ona? Bilemiyordu geleceğini. Kapkara görünüyordu her şey. Çok korkuyordu. Yengesi ilk günden zulme başladı. Karnı burnuna gelince bile ev işlerine koştu onu. Bir ırgat gibi çalıştırdı. İşler tüm gün sürüyordu. Hamile haliyle tüm gün çalışıyor yorgunluktan bitap düşüyordu. Hakaret görüyor, horlanıyordu. Dayanırdı tüm bunlara. İçinde ki o korku olmasaydı. Kaynının ona dokunma korkusu, kocasının kaybının kederi onu içten tüketiyordu. Doğacak bebeği bile umut veremiyordu ona. Ne verebilecekti ki ona? Nasıl bir cehenneme bebek getirdiğinin düşüncesi en büyük yıkımıydı.
Doğum evde oldu. Temizlik yaparken geldi sancılar. Bir koltuğa yıkıldı kaldı. Yengesi onu bulduğunda bilinci yarı kapalıydı. Hemen mahallenin ebesi çağrıldı. Evde doğum yapılacaktı. Sadece bu ırgat kuma değil, herkes evde doğururdu bu yoksul mahallede. Kimse onun durumunun farkında değildi. Tükenmişti artık. Son gücü ile ıkındı. Bebeğini doğurdu. Onu kucağına alamadan bilincini tamamen yitirdi. Kanaması durmuyordu. Ebe doktor çağırdı, doktor gelene kadar çoktan iş işten geçmişti. Bu sefil yaşam son bulmuştu.
Kimseyi suçlu bulamadı devletin adaleti. Evde doğum yaparken ölen bir kadın olarak zabıt tutuldu. Yengenin, ebenin ifadeleri alındı. Çilesi gazetelere haber olamadı. Sadece ölümü ufak puntolar ile verildi. Mahallede bir kaç kişi dışında, kimse görmedi bile haberi. Her şey o kadar normaldi ki bu insanlar insanlar için, bir kaç yıla kimse hatırlamaz oldu o kadını. Mezarının yeri bile unutuldu. hiç yaşamamış gibiydi.
Çocuğa babasının adı verildi. Erkan... Amcası kendi kardeşinin bir avuç malına sahip olmak için yeğenini kendi nüfusuna yazdırdı. Ne nüfusuna yazılarak evlat olabilirsiniz, ne de her amca baba yarısıdır.
Hiç sevgi görmeden büyüdü Erkan. Zorunlu ilkokul eğitimi bitince okuldan alındı. bir fabrikaya çocuk işçi olarak gönderildi. Asgari ücret dahi kazanmıyordu. Kazandığı ufak paranın bir kısmına amcası el koyuyordu. Evde amcası ve yengesi, fabrikada işveren ve usta başı horluyordu onu. Hayata dair bildiği tek şey nefretti. Sevgiyi ne gördü, ne tattı.
Nasıl suçlarsınız onu sevgisizliği için? Bilmediği duyguyu nasıl hissedebilirdi? Nasıl suçlarsınız ki onu, eğer bir suç işlerse.
Benzin ile metalin üzerindeki yağı temizliyordu. Ağzında sigara ile. Aklında az önce kendi gibi bir işçinin ona gösterdiği Bulvar gazetesindeki kadınlar vardı. Düşündükçe heyecanlandı, heyecanlandıkça nerede olduğunu dahi unuttu. Unutmaması gereken şeyleri unuttu. Ağzındaki sigarayı ve önündeki teneke dolusu benzini. Sigaranın dumanı gözlerine girdi. Gözleri silmek için hareketlenen eller, sigaraya çarptı, sigara ağızdan düştü. Ve basket oldu.
Bir anda parladı benzin. Tüm suratı, kolları yanık içindeydi. Gürültüye koştu tüm fabrika. Acı içinde, yerde kıvranıyordu. Gelen işçiler önce çıkan ufak yangını söndürdüler. Mal canın yongası derler, ama malın bazı canlardan daha değerli olduğunu söylemezler.
Hastahaneye kaldırıldı Erkan. Sigortası yoktu. Bu iş kazası patronun başına dert olacak gibiydi. Amca bulundu, eline üç beş kuruş verildi ve kaza iş kazası olmaktan çıkarıldı. Her şey yoluna girmişti. Kimse şikayetçi değildi. Erkan'ın tedavisi tamamlandı. Ne sigortadan, ne amcasının aldığı paradan haberi vardı. Suratı berbat bir haldeydi. Aynadaki yansımasına kendi dahi bakamıyordu. Tek gözünde görme, tek kulağında duyma engeli oluşmuştu. Parlayan o alevler yüzünü, gözünü, kulağını almıştı ondan. Ama bir ruh vermişti. Öfke ve nefret dolu bir ruh.
Her sır bir gün açığa çıkar. Akacak kan damarda durmaz.
Fabrikada fısıltı halinde dolanan hikayesi en sonunda kendi kulağına geldi. Amcası ve işverenin onun üzerinden pazarlığını öğrendi. Ruhu nefret ile yandı. Bir kez daha yangının içindeydi. O gece uyuyamadı. Mutfaktan aldığı bıçakla önce amca ve yengesini kesti. Sonra kardeşi olması gereken yeğenlerini. Üç yaşındaki sabiyi dahi kesti. Dinmedi nefreti, tükenmedi ateşi.
Fabrikaya gitti. Gece nöbetinde bir kaç dökümcü döküm yapıyordu. Kapıyı ölümlerine açtılar. Kendisinden kat ve kat kuvvetli üç dökümcünün canını aldı. Öfkenin verdiği güç korkunçtu. Tüm benzini ve diğer yanıcıları döktü etrafına.
O gece söndüremediği ateşin içinde yaktı kendini ve fabrikayı. Gazetelerde annesinden daha büyük yer buldu. Bir anda tüm ülke nefret etti ondan. 3 yaşındaki bebeğin fotoğrafları yayınlandı. Öldürdüğü insanların hikayeleri yazıldı. Sadece onun hikayesi yazılmadı. Kimse ne onun ne annesinin dramını görmedi, bilmedi.
Öldürdüğü dökümcülerin birinin cenazesinde büyük bir nefret vardı. Ve o dökümcünün hamile karısı.
Ben nasıl diyeyim derdimi? Utanırım bu ateşten. Korkarım yanmaktan.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Sadece işini yapıyor diye kovulan gazeteciler, iftiraya uğrayan askeri personel var. Çocuğunu kemiklerini otuz yıldır arayan anneler var. Her gün ölen kadınlar, cinayet işlemeye sürüklenen insanlar var. Fillerin kavgasında çim haline gelmiş bir ülke var. Hemen dibimizde kafa kesip top oynayan caniler var. Koca kıtanın insanlarını kısık ateşte yakmış canileri biliyoruz. O topraklarda hala büyük acılar var. Sokağa doğmuş bebekler var. Bebeğini evde bırakıp açlıktan ölümüne neden olmuş kadın var. O çocuğa sahip çıkmamış baba var.
Her yer acı, her yer ızdırap olmuş. Bilemediğim göremediğim ne acılar var.
Not: Medine Memi dışındakiler gerçeklerden kurgulanmıştır. Medine'ye bir kurgu yapamadım. Hiç bir kurgum onun başına gelenlerden daha korkunç olamazdı. Bu yazıyı unutun, beni unutun ama ne olur o kızı ve onun hayatına son verilmesini unutmayın.