25 Ocak 2014 Cumartesi

Doğum Günü Hediyeleri

Sağ olsun, zaman hiç unutmuyor doğum günümü. Her yıl bana bir yaş daha hediye ediyor. Ben yaş almak istemesem de, o her yıl hiç atlamadan hediye gibi veriyor.

Zorla hediye vermek zamanın işi, zorla hediye aldırmak benim işim. Zaten hep topu, üç kişi geldi doğum günü çağrıma. Birinden bir kaç gün önce bir hediye istemiştim. Alınabilecek değil, yapılabilecek bir şeydi. Yapmamış pezevenk. Birinin gelmesi bile hediye gibiydi, ondan istemedim hediye. Öbürüne nazım geçerdi, zorla kitap aldırdım. 

Psikiyatrım "iyi gördüm seni" dedi. Üç hafta sonra ilacı bırakma sürecinin başlayabileceği müjdesini verdi. E bu da bir hediye sayılır. 

Birinden aramasını istedim, uyumuş öküz. Canı sağ olsun. Öbürünü kendim aradım, e doğum günü olan tek kişi ben değilim. Sizinle aynı gün doğmuş birini bulun mutlaka. Doğum günü kutlamanız fantastik bir konuşma haline geliyor. 

Kuru kuru mesaj çeken de oldu. En sevdiğim kutlama şekli olan dgkoooooo yazan da. Pek takmadım.

Tanımadığım üç kadın tarafından öpüldüm. Doğum günüm olmasının avantajları da varmış. Biri gerçekten çok başarılıydı. 

En güzel hediyeyi ise kendi kendime verdim. Akşama uçuyorum. Yolum Tahran'a

Bir kaç gün yokum buralar da. Beni özleyin...

24 Ocak 2014 Cuma

Koç

Yolsuzluk operasyonları arasında kaynadı ama geçen ay Koç Grubu'na yaklaşık olarak 200M lira kadar bir vergi cezası kesildi. Yok yok, Geziden, sermayeyi sindirmekten falan bahsetmeyeceğim. Bunları artık hepimiz ezbere konuşabiliyoruz. Asıl düşünmemiz gerekeni atlıyor muyuz lan?

Olm adamlara 200 milyon lira falan ceza kesebiliyorlar. Vergi cezası olarak ödenecek tutara baksanıza. Şu yazıyı okuyanları toplasan o kadar para çıkmaz bizden. Sülalemizi toplasak çıkmaz o kadar para. Arttırıyorum, tanıdığımız herkes ile güçlerimizi birleştirsek, gene o kadar para çıkaramayız. 200 milyonu olan birinin buraları okuduğunu sanmıyorum.

Türkiye'deki vergi mükelleflerinin %10-15'ine denk gene bir servetleri var adamların. 200 milyon koymaz bile. He kıskanıyor muyum, yok. Nedeni açık, Ali Koç'un durumu. Adamda para var, karizma var, tahsil var, yetenek var, var anam var. Fenerbahçe gibi bir kulübün başkanlığına adaylığını koysa karşısına çıkacak rakip olmaz. Gel gör ki başkan olmuyor, olamıyor. Neden? Ailesi izin vermiyor. 

Yahu sanki gece 12-01 halı saha maçına gidecek liseli delikanlı lan adam. Ailem izin vermiyor ne demek? Akşam ezanı okununca eve girmek de zorunda mı acaba bu adam. Tüm o servetin içinde bakkala ekmek almaya Ali Koç gönderiliyorsa hiç şaşırmayacağım. İstediği Ferrari'yi aldırmak için götünü yere vura vura galeri önünde ağlayan bir Ali Koç düşünsenize. Annesi tutmuş elinden götürmeye çalışıyor, bizim ki salya sümük, atmış kendini yere ağlıyor. E yani Sonuçta adam Ali Koç, oyuncak için değil, Ferrari için ağlayacak.

İdare edemem anne Ali Koç versiyonu çıksa ya...

Neyse Ali'cim ezdirme kendini sen gene de. Neden başkan olamadığını sorana "Abicim ben çok düzgün bir şekilde Fenerbahçe diyebiliyorum. Bizde şarttır, başkan kulübün adını doğru düzgün söyleyemeyenlerden çıkar" falan de. Sıkma da canını, bak bende bir abin sayılırım artık, Ali'cim olayına falan girdim. 

İçime ukde oldu, bitirmeden bir not düşeyim, içimde patlamasın. Eğer 200 milyon lirası falan olan biri burayı okuyorsa süzüm onadır. 

Nasrettin hoca fırına gitmiş, 99 tane ekmek istemiş. Fırıncı da 100 tane vereyim, tam olsun hocam demiş. Hoca yapıştırmış cevabı "Oha lan, o kadar ekmeği kim yiyecek" ahahahahadjbashj... Ne kadar saçma değil mi ? İlahi hoca yani. İşte sen böyle komik duruma düşme abi, ha 200, ha 199 milyon liran var. Ne fark eder. Değil mi? Sana gösterdiğim bu engin bilgi hazinesi karşılığında 1 milyon lira kadar da bana hediye et. Ha 200, ha 199. 

Tama lan, 500.000tl'ye de tavım ben. At işte bir şeyler.

(öyle demeyin olm, millet internette kaybolup nerelere gidiyor. Porno olmasa da ancak kaybolunca gelinecek yer burası. Hem ne demiş hoca? "Ya tutarsa?")

23 Ocak 2014 Perşembe

Kaç Buradan

Gözlerinin içi de senin gibi, sürekli gülmek istiyor. Sürekli gülüyor. Böyle bir şeyi hiç görmemiştim.

Lisede duymuştum bu sözleri. Bahsedilen gözler benim gözlerim. Sürekli gülmeye hazırız. 

Sevmek, sevilmek istiyor insan, değil mi? Birinin beni sevdiğini ilk duyduğumda tüm gücümle koşmuştum. Sevilmeyi bünyem kabul etmemişti. O ana kadar kimsenin beni sevebileceğini düşünmemiştim. 

Aslında konudan çok uzak bir çocuk değildim. Çocukluk aşkım vardı sonuçta. Karşı komşunun benden bir yaş ufak kızı, bebeklik aşkımdı. Aşk dediğim de evcilik oynamak gibi bir şey.

Gene de, biraz aklımın bastığı çağlarda, ilk sevilme ödümü koparmıştı. Hemde arkadaş olarak bile pek anlaşamadığım bir kız tarafından seviliyordum. 

Sonra deyim yerindeyse işin orospusu olduk. Kızlardan kaçmamaya, aksine kovalamaya başladım. Kısmetimin açık olduğu zamanlardı. Olmak istediğim buydu, çiçekten çiçeğe gezen bir arı. 

Sonra o sözleri duydum. Hem de o kadar güzel bir kızdan duydum ki. Sap sarı saçları, yemyeşil gözleri olan, kürdan bacaklı, inci dişli bir kızdan. Nutkum tutuldu. Kimse bana bu kadar hoşuma gidecek bir söz söylememişti. Belki daha sonra da duymadım, beni bu kadar güzel ifade edecek sözleri. 

Sevmek bir an sürer bazen. Tek bir an yeter. Tek bir söz, tek bir bakış...

Bir kaç yıl sonra, Bir kumsalda, tek bir anda, tek bir bakışta aşık olmuştum. Bir çakmağın ateşinin onun gözlerinde nasıl alev aldığını görmüştüm. 

Lisedeki o kız ne kadar cesurdu. Tüm kalbini yazılı olsun, sözlü olsun açtı bana. Sevgisini hissedebiliyordum. Çocukça bir sevgiydi ama gene de yoğundu işte. 

İstemedim o zaman o sevgiyi, ihtiyacım olan bu değil dedim. Ben bir arı olmalıyım, çiçekten çiçeğe dolaşmalıyım dedim. 

Bazen düşünüyorum, eğer korkak olamasaydım, o sevginin içine balıklama dalsaydım, nasıl bir hayatım olurdu. 

Hayır, bir pişmanlık itirafı değil bu. O zamana dönebilsem gene aynı kararı verirdim. Sadece merak ediyorum, farklı bir kararın sonuçları ne olurdu? 

Hani ilk sevildiğimi duyduğumda kaçtım demiştim ya, aslında kız beni sevmiyormuş, bana uyuz oluyormuş. Camide uyuya kalmış bektaşi gibi lafın sadece sonunu duyunca, olayı götünden anlamışım. Belki de kaçmama rağmen sevilmek istiyordum. İstediğini elde edince korkanlardanımdır belki.

Eski Dostlar

İlkokul bebesiydim. Çok net hatırlamıyorum o günü. Sadece çok canımın sıkıldığını hatırlıyorum. Rahmetli dedem ile beraberdik. Sessiz, suskun ve sıkkın bir halde... Sonra dedem bir şey yaptı, bugün bile içimde yeri olan bir şey, şarkı söyledi. Eski Dostlar...

Bir arkadaş ortamında herkes lisede yaptığı fırlamalıkları anlatıyordu. Orta okulu beraber okuduğum bir arkadaşım, "abi lisede herkes fırlama oluyor da, ben orta okulda bile Cenker kadar fırlama olabileni görmedim" demişti. İşte bu fırlamalık sayesinde tanışmıştık. 

Gene bir şeyler yapmıştım, dershanede dersten atılmayı başarmıştım. Büyük ihtimal fen dersiydi. Pek haz etmediğimden sürekli dersten atılmayla sonuçlanan yaramazlıklarım oldu. Ben kapıdan çıkıyordum, o geç kalmış yan kapıdan giriyordu. Günaydın diledi, adımı söyledi.  Gerçek tanışma hikayemiz buydu. 

Üç gün sonra ilk okuldan beri arkdaş olduğumuzu öğrendim. Tabii ki bunun bir yalan olduğunu biliyordum. Zararsız bir yalan. İnsanlara böyle söylemeye başladı, itiraz etmedim. aslında bu ilk yalan, diğerlerinin kapısını açan bir anahtar olmuştu. 

İlk taksime çıkmalar, Beşiktaş Çarşısı'na, Ak Merkeze gitmeler hep onunla ve beni tanıştırdığı yeni arkadaşlarım ile olmuştu. 

Aradan zaman geçti, biraz büyüdük. Ekibimiz üç erkek bir kız haline geldi. Her gün okuldan sonra onlardan birinin evinde toplanır, muhabbet eder, bir şeyler ile uğraşırdık. Altın zamanlardı gerçekten. Çok şey öğrendim, çok şey yaşadım. 

İlk şarabımı onlar ile içtim, bir kız ile aynı yatakta ilk defa onlar sayesinde uyudum. Dertlerimi anlattım, onlarınkileri dinlemeye çalıştım. Ama hep aradaki yalan dolanı hissettim. Kendini olduğundan farklı gösterme çabasını sezdim. Bende dahil, hepimiz olmadığımız biri gibi davranmaya çalışıyorduk. En çok o abartıyordu, en saçma yalanları o söylüyordu. Bilemezdim ki içinde ne olduğunu. Şimdi baktığımda neden bu kadar yalan söylediğini, onlara neden inanmak zorunda olduğunu anlıyorum. Kendisini olduğu gibi kabullenmesi o kadar zordu ki, başka bir benlik yaratmaya çalıştı. 

Birinin en yakın arkadaşı olmak ne kadar zordur hiç düşündünüz mü? Bu kardeş olmaktan ötedir, çünkü kardeşinizi kader seçer, arkadaşınızı ise siz seçersiniz. Aklınız, mantığınız ve sevginizle seçersiniz arkadaşlarınızı. 

İnanmış göründüğüm her yalan bağımı çözüyordu. Elimden bir şey geleceğini düşünemiyordum. Kurduğu yalan dünyada yaşıyordu, onu çıkarıcağıma kendimi o dünyaya bırakıyordum. Yalanlar o kadar tatlı ki, inanmak istiyordum. 

Ama içimde bir lanet gibi büyüyen gerçekçilik hissim vardı. Her zaman işin aslını, yani gerçeği bilmek istedim. Beşikten mezara değişmeyecek tek şeyim, gerçeklik isteğim olacaktır. 
Dedemin sesi o kadar güzeldi ki, ilk defa duyduğum Eski Dostlar şarkısı, beni ağlatmıştı. Bırakın eskiyi, dost edinecek yaşta bile değildim. Ne söylediğinin önemi yoktu, önemli olan nasıl söylediğiydi. Gerçek olan, o sesin çok güzel olduğuydu.

Yalan olan söylenen kelimeler değildi, yalan olan onun bu yalanlara ihtiyacıydı. Arkadaşım için hiç bir şey yapmadım. Bir şeyler yapmak yerine, kaçmayı tercih edecek yaşlardaydım. Onun yalanlarında boğulmaktansa, kendi gerçekliğime kaçtım. Yalnız bıraktım. Nasıl da ağlamıştı bırakma beni kardeşim, diye. 

Yıllar sonra o çok değişik bir yaşamda, ben çok daha değişik bir yaşamdayım. Düşününce içimi sızlatan hatalarımdandır. Yardım etme şansım varken, kaçmak. Umarım bulduğu şeyler onu mutlu etmiştir ve artık yalanlara ihtiyacı yoktur. 

Hayatla ilgili öğüt vermeye çalışanlardan nefret ediyorum. Kendim de farkında olmadan yapıyorumdur kesin. hiç birimiz kendimize göre bile mükemmel değiliz. Benim hatamı yapmayın, eğer arkadaşınız yalanları ile kendini kandırıyorsa, buna müsaade etmeyin. Gerçek bir arkadaşın yapması gereken budur. Arkadaşını korumak, kendisinden bile...

Ve son olarak, özür dilerim kardeşim.

Dehşet

Eğer bakarken dehşete düşmüyor, hebele deyip geçiyorsan gerçekten bir beynin var mı diye bir mr çektirmelisin. 

Aslında evrende yalnız olmadığımız göstermek isteyen bir görünüm bu. Bende ki tek etkisi ise dehşet... 

Bugün sabah bana göre sorun olan şeyleri yazdım. Gerçek acıları, yüreğimi dağlayan şeyleri. Kendi rahat hayatımda, derdim var demeye, beni utandıran acırları. İşte bu tablo, bana dünya üzerinde görebileceğim her şeyden daha korkunç ve daha gerçek geliyor. 

Evrenin büyüklüğü karşısında ezilmemek mümkün mü? Sürtünmesiz bir ortamda, bayır aşağıya giden bir top gibi hızlanarak genişliyor evren. Belki şimdiden bu gördüğümüzün iki katı kadar genişlemiştir. 

İşte bu büyüklük, bu dehşet dizlerimi kırıyor. Secdeye varıyorum. Bunların hiç birinin kendiliğinden olduğuna inanamıyorum. Bir sinek kanadının meydana getirdiği güç kadar az bir gücün tüm büyük patlamanın kaderini belirlediğini bile bile, alemin bir sahibi olmadığına inanamam. 

Bu mesafeler ile ilgili olan korkunçluk. Bunun bir de eşi var. Zamanın devasalığı...

İnsanların Dünya üzerinde geçirdikleri zaman, Dünya'nın kendi varlığının sadece %5'i kadarmış. Bu farkı evrene göre düşünün önce. Sonra kendi zamanınızı tüm bu sonsuzluk içinde değerlendirin. 

Tüm Dünya'yı yönetseniz bile, bu mekan ve zaman korkunçluğu içinde ne kadar büyük bir iş yapmış olabilirsiniz ki?

22 Ocak 2014 Çarşamba

Azimle Sıçıp Toprağı Delmek

Sevdiğim bir arkadaşın, Türkiye'de okuma süresi sona ermiş, kendi okuluna geri dönecek. Veda babında tüm arkadaşları ile görüşmek için Facebook'ta bir etkinlik ayarlamış. Kızla ortak arkadaşımız, benim gibi aklı başında olan kuzenimdi. Mekanı bilmediğim için sordum, nerede burası kuzen? Kadıköy'de dedi. 

Yakar beni oralar. 

Neyse efendim, çıktım yollara, kıta değiştirdi. Kara kedi diye bir yerde buluşulacak. Benim kuzen ne de olsa biliyordur diye, Kadıköy'de onla buluşmak için çıktım yola. Vardım Kadıköy'e, aradım açmadı kuzen. Mesaj çekmiş, Mekan nerede bilmiyorum, Kadıköy'deyim. Bende duymamışım, beş dakika sonra gördüm mesajları aradım. Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor diyen o çirkin kadın sesi çıktı karşıma. E devir internet devri, çıkardım telefonu yazdım Google amcama. Nerede bu "kara kedi bar Kadıköy". Soruya soru ile cevap verdi, "Did yu miğn Kara Kedi Taksim?" Yok lan, olur mu öyle şey, Kadıköy'de benim aradığı mekan. Sorduk o kadar kuzene, sen mi bilecen, kuzenim mi bilecek eyyy google? E peki madem dedi, Sarı ve Kara Kedi Cafe var Kadıköy'de. Sen ona git. 

Dediği yerde öyle bir mekan olmamakla birlikte, benim için gayet tehlikeli olan diyarlara sürükledi beni. Aynı sokakları defalarca geçtim. Burada dediği yerde bildiğin apartmanlar var. İnsanların yaşadığı apartmanlar. Ve ıssız sokaklar. Kafamı kaldırmış camlarına bakıyorum. Bir polis gelse " Nabıyon lan burda ?" diye sorsa cevap veremeyeceğim, biliyorum. 

Tam bir buçuk saat aradım. 

En sonunda vazgeçtim, yüz yılın taşıma yolu metrobüse yürümeye başladım. Bu sokaklardan son geçişlerimde içimde kopan fırtınalar geldi aklıma. Ben bu yolda can verdim lan. Yemin olsun koşarak geçtim yolun bir kısmını. 

Metrobüste Magna'dan cevap geldi. "Kadıköy'deymişsin ama biz taksimde buluştuk." Sonra kuzen aradı. "Olm sen de mi kadı köyde bir buçuk saat olamayan mekanı aradın diye sordu?" Cevap verdim: "Olm ben bir buçuk saat arayarak olmayan mekanı buldum." 

Beş yaşımda falandım. Kafayı sehpaya vurarak üç buçuk dikişlik yara açmıştım. Kaşımın üzerinde taşırım hala izini. "Noldu?" diye sorana, "Faffaya vurdum" diye cevap veriyordum. Bizim kuzen de beni düzeltiyor "Faffa değil o, seffa"

Bak işte adamın seni nasıl düzelttiği gün gibi ortadayken, sen neden güvendin be olm. 

Yemin ederim olmayan mekanı arayan bu azmimiz, paralel bir evren de aşağıdakine neden olmuştur. E azimle sıçmak böyle bir şey.

Mevlana

Dünya tarihinde görülmemiş bir kargaşa döneminin hemen sonrasında, etkiler daha devam ederken Anadolu'da doğan bir güneş... Mevlana

Ama önce, insanların ne kadar birbirine bağlı olduğuna bir kanıt sunmak istiyorum. Eski dünyamızın merkezi sayılan toprakların çok uzaklarında, Moğolistan'da bir kabile reisi, güçten düşüş başka bir kabile reisinin obasını basıyor. Basılan oba güçlü bir babanın genç ve belki de yetersiz oğlu Temuçin'in obasıdır. Kendisine bağlı olanların bağları birer birer koparken, birde zayıf obası bu baskına hedef olmuş, karısı Börte esir düşmüştür. 

Kısacası adamın reisin biri, yan obayı basıp reisin karısını kendisine odalık etmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüş. Sonrası tüm dünyanın kaderini baştan sona değiştiren olaylar zinciri. O zayıf obanın reisi, bizim bugün Cengiz Han diye tanıdığımız kişiydi. 

Bilinen dünya topraklarının 2/3'ünü ele geçiren bir devlet kurdu Cengiz Han. Sadece yaptığı yıkım ve katliamlar değil, önünde sürüklediği kavimlerde değiştirdi dünya tarihini. Hatta 13. yy'da Avrupa nüfusunun yarısından fazlasını öldüren Kara Veba'da bile Moğol ordularının ölü fareleri biyolojik silah olarak kullanmasının payı vardır. (tabii asıl neden adamların pis olması. 17.yy'da dahi Osmanlıyı gezen bir Avrupalı Seyyah "Türkler biraz salak, yıkanarak hastalıklardan uzak durabileceklerini sanıyorlar" mealinde bir şeyler karalamıştı)

Biz dönelim asıl konumuza. Anadolu önce aldığı göçler ile karışmış, sonra Moğollar ile savaşan Türkiye Selçuklu batışa gitmiş. Ortada ne bir otorite kalmış, ne bir güven. Belki de Türkiye'de yaşadığımız bu kaos sistemi bize o günlerden mirastır. 

Temelleri daha önceki yoğun göçlerde ve hızlı islamlaşma döneminde atılan tarikat, bu otorite boşluğunda altın dönemlerini yaşamaya başlamışlar. İşte Mevlana böyle bir dönemde ortaya çıkmıştır. "Gel ne olursan ol gel" demiştir. Etrafına insan toplamaya ihtiyacı vardır. O insanlara güven, insanlar ona güç vermiştir. Gücün olduğu yerde suç kapıdan, pencereden sızar. İftira olmasın, adamın işlerini araştırmadım, ne suçlara bulaşmıştır, yada temiz kalmayı başarmış mıdır, bilmem, ama bildiğim şey, Mevlana'nın sadece bir imaj çalışması olduğu. Çünkü ihtiyaç dönemlerinde, kahramanların varlığı hayatidir. 

Ünlü mesnevisinde "Kadınların akli melekeleri göreli olarak düşük olduğu için, kadınların düşlerinin de erkekler kadar gerçekçi olmadığını " yazar. Şimdi bana bu adamın alim olduğunu mu söylüyorsunuz? Hayır işin cinsiyetçilik boyutunda değilim. Ben kendim cinsiyetçi bir insanım bir yerde. Ben bu adamın hayatı anlamadığını görüyorum burada. Kadınların akli melekeleri düşük mü? Göreli bile olsa ağza alınamayacak bir iddia bu.

Kadınlar Mevlana gibi hayatı anlayamayan salaklara kendilerini aptal kabul ettirebilecek kadar akıllıdır.  

Siktir Git

Adam kitap yazmış. Hatta tarikatlaşma çabasına gitmiş. Felsefesinin özeti de ne biliyor musunuz? Siktir et.

Gördüm de böyle manyaklık görmedim. Ön yargı kötü bir şey falan, evet ama akıl var mantık var. Siktir et diye hayat felsefesi olabilir mi ya? Hadi oldu diyelim, felsefe özneldir, kişiden kişiye değişir. (Bu lafa da hastayım amk. Bir arkadaşım her felsefe sınavında bu cümleyi yazardı. Lan felsefeden sınav olması mı daha saçma, arkadaşın yaptığımı, yıllardır karar veremedim ha. )Neyse konuya dönersek, arkadaşlar, hayata siktir çekmeyi öğrenmek için neden bir kitap alıp para harcamak istiyorsunuz. E bu kadar meraklıysanız, öldürün kendinizi, siktirin kralını çekmiş olursunuz. 

Zaten bu kişisel gelişim zırvası baştan saçmalık üzerine kurulu. Lan bu herifler madem hayatı bu kadar biliyor, peygamberliğini falan ilan etse ya. 

Dolar rekor üzerine rekor kırmış, ülke koşar adım batıyor, bu adamlar diyor ki nefesinize dikkat edin. Lan nefesi dolara çevirmenin yolu mu var. O kitapları alan herkesin amacı dolar. Değil mi? Alan biri aydınlatsın beni. 

Huzur arıyorum. Lan git. Huzur ne? Para var, huzur var. Kafa bu değil mi abicim? E para verip neden kitap alıyorsun? Bir nevi para ile huzur alma çabası değil mi bu kitapları almak? Lan kalsın cebinde işte o para, az buçuk huzur sağlar. Olmadı karına bir çiçek alırsın o parayla karın gece sana huzuru verir. 

Bir de isimler nedense hep iddialı oluyor. Sır, Siktir Et, Etkin İnsan Olmak, Kaliteli Çocuk Yetiştirmek... 

Aaa bak bir de bu var. Çocuk yetiştirmek piyasanın en önde giden atı olmaya başladı. Lan çocuk mu yetiştiriyorsun, şirket içi eğitim mi veriyorsun. İnsan evladını paragöz bir adamın sırf maddi düşünceleri ile yetiştirmeye kalkar mı ya? Yazık çocuğa, geleceği direk ipotekli...

Hele seminerler falan var. Tarikat gibiler. Eskiden zaten bu işler tarikatlar üzerinden yapılırdı. Yok Nakşibendi, yok Havlevi, Menevi, dergah üzerine dergah... Olm hepsinin vakfının da maşallahı var. Şurada şu kadar arazi, burada bu kadar bilmem ne...

İçlerinde samimi olarak bir şeyleri çözmüş ve anlatmaya çalışanlar illa ki vardır. Ama onların fikirlerinin ve öğütlerinin kitapçıların çok satan raflarında olduğunu hiç düşünmüyorum. 

İnadım İnat

Her  film, her kitap, her hikaye...

Psikologlar profesyonelce, arkadaşlar, sevgililer, aile amatörce bizi bir yola sokmak istiyorlar. 

Bak evladım, ile başlayan cümleler, hayat devam ediyorlar, bu böyle şu şöyleler...

Tüm sözler söylendi de benim mi haberim yok? 

Bunu böyle yap, şunu söyle ki, mutlu olasın. Güzel bir hayatın olsun. 

Amaçlar ben doğmadan çok önce belirlenmiş sanki. Roma'dan bile önce. 

İyi de ben neredeyim? 

İki yol duruyor sanki önümde. Hissiz, uyumsuz, sizlerden biri olmak. Yola gelmek, çevreye, hayata kendini yok sayarak uymaya çalışmak. İçten içe kendini yemek. 

Yada şairin yaptığı gibi boğaz köprüsünden uçmaya çalışmak. 

Hayır, yollar bu kadar olsa bile, hayır. İnadına kendi bildiğimi okumak, kendi yolumu inşa etmek istiyorum. Bu böyledir denildiği için değil, onu kendim deneyimleyip karar vermek istiyorum.

Hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum. 

Bu böyledirlere uyan yaşamlarınızdan tiksinti geliyor bazen, ama kimseye kızamıyorum. 

Kutadgu Bilig

Sevgi, güç, mantık ve hiçlik mutluluk bilgisine nasıl ulaşılacağını tartışmak için toplanmışlar. 

Önce sevgi konuşmuş:

"Benim yolumdur mutluluğa çıkan yol. İnsanların içine işlerim, yüreklerini pır pır ettiririm. Bazen sevgiliye duyulan aşk, bazen anneye duyulan ihtiyaç, bazen evlada duyulan şefkat oluyorum. Hakim olduğum kalbe kötülük giremez. 

Ben tanrısal olanım. Mutluluk bilgisi benim yanımdadır"

Güç dinlemiş, Mantık dinlemiş, Hiçlik dinlemiş. 

Sonra Güç konuşmuş:

"Benim yolumdur mutluluğa çıkan yol. Ben insanların yanında olduğum zaman korku nedir bilmezler. Üzüntüden korurum onları. Kalplerine direnç veririm. 

Sen Sevgi, onları üzüntüden uzak tutamazsın. Sen onların üzülmelerine neden olabilirsin. Bir evladın kaybı onları yok mutsuz eder. Ancak ben yanlarında olursam mutluluğu tekrar bulabilirler. Benim muktedir olan. Benim yolumdur, başka her şeyden üstün olan. 

Tanrısal olan benim. Mutluluk bilgisi benim yanımdadır."

Sevgi dinlemiş, Mantık dinlemiş, Hiçlik dinlemiş.

Mantık konuşmuş:

"Benim yolumdur mutluluğa çıkan yol.  Ben sağlarım dengeyi. Sevginin fazlası zarardır. Gücün yolu taşlıktır. Ben denge kurarım. Her şeyi ihtiyaç kadar sağlarım. Sevginin kaybı zarardır. Güce giden yollar zordur. Kaybı ben önlerim, yola ışığı ben tutarım. Benim yokluğumda kör edersiniz insanları. Mutluluk yerine tersine kürek çektirirsiniz. 

Belki tanrısal değilim ama, ihtiyaç duyulanım. Mutluluğun bilgisi benim yanımdadır."

Sevgi dinlemiş, Güç dinlemiş, Hiçlik dinlemiş. 

Hak vermişler birbirlerine. Mutluluk en kutsal olandır. İnsanların mutluluğu için birlik olmuşlar. Sonra hiçliğe sormuşlar. "Senin söyleyeceklerin yok mudur?"

Hiçlik konuşmuş:

"Beyhudedir tüm kelimeler. Gerek yok onlara. 

Sevgi, sevgisizlik ile var. Güç, güçsüzlükle, Mantık, Mantıksızlıkla...

Anlamaz mısınız? Mutluluğun olduğu her yerde, Mutsuzlukta olacaktır. Her mutluluk mutsuzluğu besleyecektir.

En doğru yol benim yolumdur. Belki mutluluk bilgisi yanımda değildir ama, benim yolumda mutsuzlukta yoktur. 


Tanrısal olan benimdir. Bana vardıktan sonra, gene var olunur. Belki bu sefer zıtlar olamadan."


Utanırım Derdimden

Medine Memi

Adıyaman'ın Kahta ilçesinde doğdu. Adını peygamber şehri anlamına gelen Medine'den aldı. Dilim varmaz dindar demeye, cehaletin hakim olduğu bir ailenin kızıydı.

Nasıl bir çocukluğu oldu acaba? Baba sevgisi görmediğine eminim de, peki ya annesi ? Annesi nasıl sever, okşar mıydı onu? Hiç okula gitme şansı oldu mu? Çocukluk arkadaşları var mıydı? 

Medine hakkında o kadar az şey biliyorum ki. 16 yıl boyunca ne zorluklar çektiğini sadece tahmin edebiliyorum. Medine'yi 16 yaşındayken toprağa gömdüler. Babası ve dedesi... Ona Medine adını verenler tarafından toprağa gömüldü. Canlı canlı gömdüler. 

Üzerine atılan toprağı gördü Medine. Ağladı mı? Suçum neydi diye düşündü mü? Suçu? Hayır, Medine'nin hiç bir suçu yoktu. Telefonda erkekler ile konuşuyor diye gömdüler onu. 

Dede ve baba müebbet hapis aldılar. Onların cezası bu olmamalı. Eğer ilahi bir adalet var ise, onların cezası sadece orada verilebilir. Bu dünyadaki hiç bir ceza onların suçuna karşılık olamaz. İşledikleri suçta tüm toplumun patı var. O kümesin arkasına Medine değil, İslam'ın kendisi gömüldü. 

Şimdi ben nasıl anlatayım benim derdim var diye? Utanırım kendi derdimden.

Ali Osman

Üç kız kardeşinden sonra doğan erkek çocuk oldu. Ne çok sevdi onu babası, annesi. El bebek gül bebek büyüdü. Eve umut oldu. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nda güneş batarken, o evine bir güneş gibi doğuyordu. 

Nişanlısı vardı. Ayşe. Onu ilk gördüğünde kalbi pır pır atmıştı. Duyguları karşılıklıydı. Her gece yatmadan kandil ışığında mektuplar, şiirler yazdı Ayşe'ye. Mektebi Sultaniye'de talebeydi. Daha 16 yaşındaydı. Önünde parlak, mutlu bir hayat vardı. Sonra, savaş geldi. 

İmparatorluk, medeniyet, vatan tehlikedeydi. Ne anlamı var dedi, benim geleceğimin. Gönüllü askere yazıldı üç okul arkadaşı ile. Ailesi hiç istemedi savaşa gitmesini. Savaş, ölüm demekti. Biliyorlardı, savaşı. Hiç eksik olmamıştı hayatlarından. Ama Ali Osman tek bir şey biliyordu, bu koca imparatorluğun son savaşı olabilirdi. 

Çanakkale'ye gönderdi kader onu. Düşman İstanbul'u imparatorluğun kalbini hedefliyordu. Ali Osman'ın kalbi de İstanbul'da atıyordu. Hayatı bildiği şehir tehlikedeydi. Ailesi tehlikedeydi. Ayşe tehlikedeydi.

Cepheye geldiği ilk günler sık sık yazı Ayşe'ye. Ona gördüklerini, fikirlerini, gelecek güzel günleri yazdı. Sonra yazamaz oldu. Bir cennetin savaş ile nasıl cehenneme dönüştüğünü gördü, yazamadı Ayşe'ye. Fikirlerine sadece ölümler, kaybedilen arkadaşlar doldu, yazamadı Ayşe'ye. Gelecek hakkında planı kalmadı, bu cehennemden sağ çıkamayacağını anladı, yazamadı Ayşe'ye.

Hiç öpemedi Ayşe'yi, dokunamadı ona, içinde yok olamadı. Güzelliğini tadamadı aşkının. Gezemediler doyunca, uzanamadılar boylu boyunca. Birlikte izleyemediler doğan güneşi. Konuşamadılar hayatı, anlamını. 

Savaşta şehit düştü Ali Osman. Daha yaşayamadığı hayatını, sevgisini, Ayşe'sini feda etti. Ne için? Benim için, senin için, feda etti. Sadece kendini değil, Ayşe'yi de feda etti. Ayşe hiç evlenmedi. Ali Osman şehit düşünde, onunda hayatı sona erdi.

Şimdi ben nasıl diyeyim derdim var diye? Ayıp olmaz mı Ali Osman'a? Utanırım derdimden.

Semih Çeri,

18 yaşında, lise son sınıf öğrencisiydi Semih. Geleceğini düşündükçe, içi titrerdi. Üniversite sınavları kapıdaydı. Bir dershaneye gitmeden, üniversitenin kapısından giremeyeceğini düşünüyordu. Bir anası vardı. Baba yıllar önce iş kazasında ölmüştü. 

Annesi gündelikçilik yapardı, Semih okul çıkışlarında bir kuyumcuda çıraklık ederdi. Kıt kanaat zor geçiniyorlar, ancak kimseye hallerinden şikayet etmiyorlardı. Annesi üzerine titrerdi. her ana gibi. Oğlu için her şeyin en güzelini isterdi. Üniversite de okumasını, geleceğinin onu titretmek yerine, umut vermesini istiyordu. 

Semih'i bir dershaneye yazdırdı. Okul sonraları kuyumcuya değil, dershaneye gönderdi. Daha çok çalışmak zorunda kaldı. Hiç gocunmadı zor işlerden. Oğlu her şeye değerdi. Kader mi denir, yoksa kadersizlik mi? Kocası gibi o da iş kazası geçirdi. Ölmedi, ama kolu kırıldı. Ekmeğini kol gücü ile kazanan bu kadın için, ölüm kadar karaydı kırık kol. Çalışamaz oldu. Dershanenin borçları birikti.

Semih deli gibi çalışıyordu. Eline geçirdiği her testi çözüyor, annesinin fedakarlığının karşılığını vermeye çalışıyordu. Kimse annesinin hakkını ödeyemezdi, Semih ise hiç ödeyemeyeceğini düşünüyordu. Yokluk ile mücadele bir yandan, başarısızlığın korkusu bir yandan sarıyordu onu. Ya başaramazsa, ya annesinin tüm çabalarını boşa çıkarırsa? Uyuyamıyordu, rüyaları hep karabasan doluydu. 

Kol kırılınca, yen her zaman içinde kalmıyor. Semih'i dershane borcu için her gün idareye çağırdılar. Annesini çağırmasını söylüyorlardı. Söyleyemedi annesine. Dershane sonunda borç için mahkemeye verdi onları. Sınava bir ay kalmıştı. Semih'in annesini borç yüzünden hapishaneye gönderdiler. Bir başına kaldı Semih. Annesini kurtarmak için eski patronundan borç istedi, eli boş döndü. Annesinin kaza geçirdiği evden yardım istedi, kovulmaktan beter edildi. Çaldığı her kapı yüzüne kapandı. 

Dayanacak gücü kalmadı Semih'in. Annesi onun için hapishanede yatarken, neyin doğru neyin yanlış olduğunu göremez hale geldi. Hiç bir çıkar yol bulamadı. En sonunda ailesinin yazgısını kabullendi. Babası yüksekten düşerek can vermişti, annesi de düşerek kolunu kırmıştı. Onların kaderi buydu. Düşmek. Apartmanın çatısına çıktı. Ve kendini boşluğa bıraktı. 

Geride kısa bir not bırakmıştı. "Hakkınızı helal edin, dayanacak gücüm kalmadı."

Ben şimdi nasıl diyeyim benim derdim var diye? Utanırım diyemem derdimi.

Erkan,

İnsanları ne olduklarına göre değerlendirmeden önce, nasıl bu hale geldiklerini bilmek gerekli. Anne karnında başlıyor bizi biz yapan etkenler. Aslında kim olduğumuz hakkında hiç bir seçim hakkımız yok.

Daha anne karnındayken babası doğuda şehit düşmüştü. Çilesi anne karnında başladı. Annesinin korkusunu, kederini hissetti. Cenazede üzüntüyü ve öfkeyi duydu. Sağlıklı olan, güzel olan tek bir duygu, tek bir düşünce girmedi o ana rahmine. 

Annesinin kaderi belliydi. Kocasının kardeşine berdel ile gelin olacaktı. Yengesine kuma olacaktı. Ne kadar da korkuyordu, dokunur muydu kaynı ona? Bilemiyordu geleceğini. Kapkara görünüyordu her şey. Çok korkuyordu. Yengesi ilk günden zulme başladı. Karnı burnuna gelince bile ev işlerine koştu onu. Bir ırgat gibi çalıştırdı. İşler tüm gün sürüyordu. Hamile haliyle tüm gün çalışıyor yorgunluktan bitap düşüyordu. Hakaret görüyor, horlanıyordu. Dayanırdı tüm bunlara. İçinde ki o korku olmasaydı. Kaynının ona dokunma korkusu, kocasının kaybının kederi onu içten tüketiyordu. Doğacak bebeği bile umut veremiyordu ona. Ne verebilecekti ki ona? Nasıl bir cehenneme bebek getirdiğinin düşüncesi en büyük yıkımıydı.

Doğum evde oldu. Temizlik yaparken geldi sancılar. Bir koltuğa yıkıldı kaldı. Yengesi onu bulduğunda bilinci yarı kapalıydı. Hemen mahallenin ebesi çağrıldı. Evde doğum yapılacaktı. Sadece bu ırgat kuma değil, herkes evde doğururdu bu yoksul mahallede. Kimse onun durumunun farkında değildi. Tükenmişti artık. Son gücü ile ıkındı. Bebeğini doğurdu. Onu kucağına alamadan bilincini tamamen yitirdi. Kanaması durmuyordu. Ebe doktor çağırdı, doktor gelene kadar çoktan iş işten geçmişti. Bu sefil yaşam son bulmuştu. 

Kimseyi suçlu bulamadı devletin adaleti. Evde doğum yaparken ölen bir kadın olarak zabıt tutuldu. Yengenin, ebenin ifadeleri alındı. Çilesi gazetelere haber olamadı. Sadece ölümü ufak puntolar ile verildi. Mahallede bir kaç kişi dışında, kimse görmedi bile haberi. Her şey o kadar normaldi ki bu insanlar insanlar için, bir kaç yıla kimse hatırlamaz oldu o kadını. Mezarının yeri bile unutuldu. hiç yaşamamış gibiydi.

Çocuğa babasının adı verildi. Erkan... Amcası kendi kardeşinin bir avuç malına sahip olmak için yeğenini kendi nüfusuna yazdırdı. Ne nüfusuna yazılarak evlat olabilirsiniz, ne de her amca baba yarısıdır. 

Hiç sevgi görmeden büyüdü Erkan. Zorunlu ilkokul eğitimi bitince okuldan alındı. bir fabrikaya çocuk işçi olarak gönderildi. Asgari ücret dahi kazanmıyordu. Kazandığı ufak paranın bir kısmına amcası el koyuyordu. Evde amcası ve yengesi, fabrikada işveren ve usta başı horluyordu onu. Hayata dair bildiği tek şey nefretti. Sevgiyi ne gördü, ne tattı. 

Nasıl suçlarsınız onu sevgisizliği için? Bilmediği duyguyu nasıl hissedebilirdi? Nasıl suçlarsınız ki onu, eğer bir suç işlerse.

Benzin ile metalin üzerindeki yağı temizliyordu. Ağzında sigara ile. Aklında az önce kendi gibi bir işçinin ona gösterdiği Bulvar gazetesindeki kadınlar vardı. Düşündükçe heyecanlandı, heyecanlandıkça nerede olduğunu dahi unuttu. Unutmaması gereken şeyleri unuttu. Ağzındaki sigarayı ve önündeki teneke dolusu benzini. Sigaranın dumanı gözlerine girdi. Gözleri silmek için hareketlenen eller, sigaraya çarptı, sigara ağızdan düştü. Ve basket oldu. 

Bir anda parladı benzin. Tüm suratı, kolları yanık içindeydi. Gürültüye koştu tüm fabrika. Acı içinde, yerde kıvranıyordu. Gelen işçiler önce çıkan ufak yangını söndürdüler. Mal canın yongası derler, ama malın bazı canlardan daha değerli olduğunu söylemezler.

Hastahaneye kaldırıldı Erkan. Sigortası yoktu. Bu iş kazası patronun başına dert olacak gibiydi. Amca bulundu, eline üç beş kuruş verildi ve kaza iş kazası olmaktan çıkarıldı. Her şey yoluna girmişti. Kimse şikayetçi değildi. Erkan'ın tedavisi tamamlandı. Ne sigortadan, ne amcasının aldığı paradan haberi vardı. Suratı berbat bir haldeydi. Aynadaki yansımasına kendi dahi bakamıyordu. Tek gözünde görme, tek kulağında duyma engeli oluşmuştu. Parlayan o alevler yüzünü, gözünü, kulağını almıştı ondan. Ama bir ruh vermişti. Öfke ve nefret dolu bir ruh. 

Her sır bir gün açığa çıkar. Akacak kan damarda durmaz.

Fabrikada fısıltı halinde dolanan hikayesi en sonunda kendi kulağına geldi. Amcası ve işverenin onun üzerinden pazarlığını öğrendi. Ruhu nefret ile yandı. Bir kez daha yangının içindeydi. O gece uyuyamadı. Mutfaktan aldığı bıçakla önce amca ve yengesini kesti. Sonra kardeşi olması gereken yeğenlerini. Üç yaşındaki sabiyi dahi kesti. Dinmedi nefreti, tükenmedi ateşi. 

Fabrikaya gitti. Gece nöbetinde bir kaç dökümcü döküm yapıyordu. Kapıyı ölümlerine açtılar. Kendisinden kat ve kat kuvvetli üç dökümcünün canını aldı. Öfkenin verdiği güç korkunçtu. Tüm benzini ve diğer yanıcıları döktü etrafına.

O gece söndüremediği ateşin içinde yaktı kendini ve fabrikayı. Gazetelerde annesinden daha büyük yer buldu. Bir anda tüm ülke nefret etti ondan. 3 yaşındaki bebeğin fotoğrafları yayınlandı. Öldürdüğü insanların hikayeleri yazıldı. Sadece onun hikayesi yazılmadı. Kimse ne onun ne annesinin dramını görmedi, bilmedi. 

Öldürdüğü dökümcülerin birinin cenazesinde büyük bir nefret vardı. Ve o dökümcünün hamile karısı.

Ben nasıl diyeyim derdimi? Utanırım bu ateşten. Korkarım yanmaktan.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Sadece işini yapıyor diye kovulan gazeteciler, iftiraya uğrayan askeri personel var. Çocuğunu kemiklerini otuz yıldır arayan anneler var. Her gün ölen kadınlar, cinayet işlemeye sürüklenen insanlar var. Fillerin kavgasında çim haline gelmiş bir ülke var. Hemen dibimizde kafa kesip top oynayan caniler var. Koca kıtanın insanlarını kısık ateşte yakmış canileri biliyoruz. O topraklarda hala büyük acılar var. Sokağa doğmuş bebekler var. Bebeğini evde bırakıp açlıktan ölümüne neden olmuş kadın var. O çocuğa sahip çıkmamış baba var. 

Her yer acı, her yer ızdırap olmuş. Bilemediğim göremediğim ne acılar var. 

Not: Medine Memi dışındakiler gerçeklerden kurgulanmıştır. Medine'ye bir kurgu yapamadım. Hiç bir kurgum onun başına gelenlerden daha korkunç olamazdı. Bu yazıyı unutun, beni unutun ama ne olur o kızı ve onun hayatına son verilmesini unutmayın.

Modern Amele Pazarları

Televizyona çıkabilmek için, kapısında beklenen yerlerdir. 

İnanmıyorsanız bir televizyon yarışmasına başvurun. oradaki insanların yüzlerine bakın. Sıraları geldiği zaman onları içeri çağıran çalışanlara bakın. 

Ya da bir oyunculuk ajansına baş vurun. Deneme çekimine gidin. İnsanların kendini beğendirme ve sevdirme çabalarını izleyin. Kaslarını sergilemeye çalışan erkekleri, göğüs dekoltesi ile etki yaratmaya çalışan kadınları izleyin. 

Yapılamayacak hiç bir rezillik yok. 

Hiç uğraşmayın, bir araba için karısına kocasına çemkiren o insanları televizyondan izleyin. Onları kameraların olmadığı yerlerde hayal edin. Oraya gelebilmek için yaptıklarını düşünün. 

Pazardan seçilen amelelerden tek farkı, o ameleler bir iş için seçiliyor. Bu insanlar rezillik için.

21 Ocak 2014 Salı

Sikinti

Hayat üzerine düşünüyorum sık sık.

Hayatımızı seçimlerimiz belirliyor. Seçim yapmamızı ise pek çok etken. En bağımsız seçimlerimiz ise isteklerimize göre yaptığımız seçimlerimiz. İşte asıl can alıcı soru burada;

İsteklerimizi ne belirliyor?

Temel olanı ihtiyaçlardan doğan istekler. Su içmeyi aslında istemeyiz, sadece ihtiyaç duyarız. Yemek yemek, uyumak, işemek sıçmak vb istek değil, ihtiyaç aslında. 

"Patates kızartması yemek" istek oluyor. Kola içmek, yumuşak yastıkta uyumak...

"İnsan sosyal bir varlıktır ve sosyal ihtiyaçları vardır. Beğenilmek, sevilmek, anlaşılmak gibi ihtiyaçları vardır." derler. Demesinler amk. Ne sosyal ihtiyacı lan? Bunlar bildiğin insanın istekleri işte. İhtiyaç dediğin şeyin yoksunluğu ölüme yol açar. Uykusuzluk bile sizi komaya sokar ve sonunda ölümünüze yol açar. 

İhtiyaçtan kaynaklanmıyorsa bu isteklerin kaynağı nedir? İşte bu soruya cevap veren kendi isteklerini yönetebilecek insandır. 

Not: Alkol bağımlısının alkole ihtiyacı vardır. Bu nedenle bir istek duyabilir. İleri dereceli bağımlılıklarda bu ihtiyacı reddetmek ölüme bile götürür. Demem o ki doğal olmayan ihtiyaçlar üretip buna uyma durumumuz vardır. Sosyal ihtiyaçlarda bana alkol bağımlılığı gibi geliyor. Öğrenilmiş bir ihtiyaç. Doğal değil. E alkolizm sağlıksız görülürken, sosyal ihtiyaçlar neden sağlıksız görülmez. Hatta aksine sosyal yaşamı reddedenler Sağlıksız görülür. 

Özet: Hayat boktan, dünya çoktan delirmiş.

Mutluluk

Ne kadar mutlu görünüyor, bir görseniz.

Hiç bilmediğim bir evde. Güneş gözlüklerini kafasına çekmiş.  Üzerinde yeni bir kırmızı kazak var. Kucağında kimin olduğunu bilmediğim bir köpek. 

Gülücüğünün oluşturduğu çizgiler çok tanıdık. Bana bakarken oluşurdu o çizgiler. Şimdi bir kameraya bakarken oluşmuş, belkide kamerayı tutana gülüyor. Bir başkası veriyor artık ona mutluluğu. Sevinmem gerekli onun adına. Ne olursa olsun mutluluğu hak ediyor. 

Sevinemiyorum ama...

İçim kan ağlıyor. Kaybettiğim şeyler geliyor aklıma, gözlerim doluyor. Tutamıyorum içimde. 

Bir görebilseniz, ne kadar mutlu göründüğünü... Siz de üzülürsünüz bana.

Tuhaf Şeyler

Çok tuhaf rastlantılar var.

İnternette dolanırken bir kadının fotoğrafını görürsünüz. Aradan zaman geçer, gene internette rastgele biriyle tanışırsınız. Tanışıklık ilerler, arkadaş olursunuz. Muhabbet arasında, birbirinize şarkı yollarken, yolladığınız şarkının altındaki en beğenilen yorumun zaten  ondan geldiğini söyler size. Fotoğrafa baktığınızda aylar önce beğendiğiniz kız ile arkadaş olduğunuzu fark edersiniz. 

Farklı şehirlerdesiniz, hiç karşılaşmadınız. 

Aradan geçen sürede telefondaki sesiyle, gelen mesajdaki yazısıyla arkadaşlığınız ilerlemiştir. Normal bir arkadaşlık yoktur aranızda. Normal bir arkadaşlıkta asla tam anlamı ile açılamazsınız, her zaman bir kaybetme durumu olabilir. Kimse yakın bir arkadaşını kaybetmek istemez. İşte bu kaybetme korkusu olmadan kurulabilen bir arkadaşlık geliştirmişsiniz, değerini hiç düşünmeden. Yadırganmayacağını, yargılanmayacağını bilmenin hafifliği ile yürüyen bir arkadaşlık. 

Sizi bilmem ama kendim için değerli olan bir şeyden bahsediyorum. Aslında pek çok açıdan sağlıksız olan bir arkadaşlığın güzelliğini yaşıyorum. İnsan arkadaşlarından bir şeyler bekler ya, o büyük bir götlüktür aslında. Değer vermek falan hep karşılığı beklenen şeyler. Değer görmeyi istemektir aslında değer vermek. Ancak anlatmaya çalıştığım durumda değer verilen bir kişi değil, aradaki garip ve çok anlamsız duran bağ. Arkadaşlığın kendisi... 

Her şeyin bok edebilme riskini görünce hatırlatma olsun diye kendime yazdım aslında bunu. Çünkü dün fark ettim ki, hatun çok güzelmiş lan. O kadar ki gözlerimi kör edecek, değer verdiğim şeyi kendim yok edeceğim diye korkuyorum. 

19 Ocak 2014 Pazar

Ben ve Spartacus


Peşin söyleyeyim, kıçım açıkta kalmış. 
Hafta sonunu Spartacus dizisini ve Startacus hakkındaki bir kaç belgeseli izleyerek geçirdim. Haliylen bilinç altım köleler ve mücadele ile dolmuş.

Ne rüyası görecektim başka?

Kesit 1

Bir arkadaşım -ki kendisi biraz kısa ve sıskadır, bir yapı için taş taşıyor. Harap olmuş durumda.

Kesit 2

Bir başka arkadaşımı görüyorum. 

"Olm" diyorum. "Bu Batiatus'un bizi köle yapması için hiç bir yasal hakkı yok. Hangi çağdayız amk. Kölelik mi kaldı?" 

"Kanka" diyor, "benim imzalı senetlerim var, her türlü köleyim yani."

Lan benim de senetim varmış. Yıllar önce annem dershane parasını ödemek için bu heriften borç almış, ben de bu nedenle köle olmuşum. Lan doğru düzgün gitmediğim dershane borcu beni köle etmiş iyi mi? 

Kesit 3

Lukrişa kaşarı gelmiş, benim apayrı bir kankaya elmas veriyor. "Sadece beni sev, bana bağlı kal diyor." Siktiğim karısını bak ya. Neden ben değil de, o? Rüyamda en yakın arkadaşımı kıskanıyorum. İbnetor herif güzelim kadını reddediyor. Evet rüyalarımda çok cinsiyetçi bir adamım. Bilinç altım bok çukuru. 

Kesit 4

Ekibi ayarlıyorum, bir şölen anında kaçacağız. Asansör falan var. Katlar falan var. Gök delen gibi bir yerde köleyiz zaten. Hem gök delen var, hem köleler var. Benim göt baya bir açıkta anlaşılan...

Neyse ekibe planı anlattım, ama bu Lukrişa kaşarı anladı falan gibi mevzuyu. İnceden bir tırsıyorum. Neyse sırt çantama eşyalarımı dolduruyorum, biniyorum asansöre. Asansör bozuk ama. Bizim MSGSU Bomonti yerleşkesinin asansörleri gibi. Zaten o asansörler ilk defa rüyama girmiyor. İki ayda bir asansörlü rüya görüyorum ben. 

Gene bozuk bir asansör ile başbaşayım. Köle olmaktan daha ızdırap verici. Neyse Spartacus(ben) binayı terk ediyor. Ama çevreye çaktırmamam lazımmış, dikkat çekmeyeyim derken zıplaya zıplaya , döne döne gidiyorum. Adete bir bale şovu yapıyorum. Tüm yakalanma çabama rağmen, bir şekilde kaçmış bulunuyorum. 

Kaçtım ama, başka kaçan yok ki. Ne sikim ordu kuracağım lan ben? Çaresiz geri dönüyorum. Batiatusa gidip, "abi karıya gittim ben, haber de veremedik, kusura bakma." demeyi planlarken uyandım.

Bu arada o kadar Spartacus izledik. Mübarek konulu porno gibi. Madem görecektim o kısımlarını göreydim rüyamda. 

İkinci bir durum Spartacus ile tek ortak noktamız Trakyalı olmak. 

Beşiktaşlı Doğmak

Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur...

Ergenliğimde takıldığım arkadaşlarımın hiç biri takım tutmuyordu. Gruba uymak adına bende takım tutmadığımı iddia etmeye, kendimi iddiama inandırmaya başlamıştım. Ancak o siyah beyazlılar ne zaman kazansalar sevinir, kaybetseler üzülürdüm. Elimde değildi, ben Beşiktaşlıydım.

Bir edebiyat akımı olarak romantizme baktığımızda, karakterlerin iyi veya kötü olmasının keskin çizgiler ile belirlenmiş olduğunu görürüz. Siyah ve beyaz gibi... Beşiktaş gibi...

Hayatım boyunca ya siyah gördüm, ya beyaz. Benim için gri yok. 

Şimdi bir grim var. Git gide koyulaşmasını izliyorum. Beyazdan siyaha dönüşünü, aşkımın nefrete dönüşünü. Ne kadar ara dönem yaşarsanız yaşayın, sonunda kendinize dönersiniz. Benim için hiç bir şey gri kalmayacak. Ya siyaha dönecek, ya beyaza. 

Belki de bu nedenle Beşiktaşlıyımdır. 

17 Ocak 2014 Cuma

Sabah mı Oldu?

Her gece güneş doğana kadar oturmayı denedim. Bilgisayar karşısında, bazen oyun oynayarak, bazen haber okuyarak, ama en çok eski fotoğraflara bakarak sabahladım. Kendime acı çektirdim.

Sonra, kendi kendime çekebileceğim acıdan daha beteri geldi vurdu beni bir sabah. 

Nutkum tutuldu sanki. Yeni yıla gireceğimiz geceydi. Ben yeni yıla hala giremedim. 

Her günümü geceyi bekleyerek geçirmeye başladım. Saat 20,21 olsun da yatağa gideyim diye bekledim. Sabaha karşı uyanıp sessiz sessiz ağladım. Güneş doğdu, ben doğamadım. Öldüm ve mezara kondum, dirilmeyi bekledim. Dirilemedim. 

Sonra sabahlara kadar içmeler başladı. Acıyı geçici olarak alkole boğarak öldürdüm. Ama acı dirilme konusunda benden güçlüydü. Sızmış vücudum daha ayılamadan o kendini yenileyip dönüyordu. Her seferi daha berbat bir acıya uyanmak gibiydi. 

Artık ne içiyorum, ne sabahı bekliyorum. Elimde bazen bir kitap, bazen bir gazete, hiç bir zaman resimler olmadan koltukta sızıyorum. Sabahları onun düşüncesiyle gözümü açıyorum, gözlerimi sımsıkı kapatınca sanki onu zihnimden atacakmışım gibi, sımsıkı kapatıyorum gözlerimi. 

İlk sigara mı içip, Efexor'umu alana kadar gitmiyor kafamdan. Tüm gün kafamın arkasında onu düşündüğümün farkında olarak hayatta kalıyorum. 

Acı çekiyorum, alıştığım bir acıyı çekiyorum. 

Sabah oluyor mu? Gün batıyor mu? Hiç birini yaşamıyorum ben. Sadece hayattayım işte. Ne diyor siktiğim dilozof kesilmiş arkadaşları, "hayat devam ediyor". Ben de sürüklenip gidiyorum işte

16 Ocak 2014 Perşembe

Başarısız Olmakta Çok mu Başarılıyım?

Boş adamlığımın zirvelerindeyim bugünlerde. Arayanım soranım yok diye sevinecek haldeyim. Olur da biri arayıp "ne yapıyorsun?" diye sorsa, verecek cevabım yok. Sadece kocaman bir "hiç" çekebiliyorum. Tüm gün koltuğumda oturup internetten haber okuyorum. Bu boşlukta ben depresyona girmeyeyim de kim girsin?

Gene bilgisayar karşısında oturup boş boş bakındığım bu gecede facebookta CHP'li bir arkadaşımın paylaşımını gördüm. Bahçelievler CHP'de ortam karışmış. Anladığım kadarıyla belediye seçiminde aday belirlenmesinde bir kriz yaşanıyormuş. İlçe teşkilatı kendi binasını işgal etmiş, eylemi açlık grevine kadar götürenler olmuş. Aha dedim haber. Baktım ajansların sitelerine, hiçbiri haberi görmemiş daha. Dedim ben gider bunu haber yapar vagus.tv'de yada bir blogta yayınlarım. Aradım arkadaşımı çıktım yola. 

Yol boyu kafamda nasıl haber yapacağıma dair planlar dönüyor. Normal dışı bir trafikte var. Düşünmeye vaktim bol. Derken trafiğin sıkışıklık nedenini gördüm. Bir araç yan yatmış, iki şeritli yol yarım şeride düşmüş. Araçlar buradan geçmeye çalışıyor. Aha, bir haber daha ... O an bir seçim yaptım. İstanbul'un bilmem neresinde ki yan yatmış bir araç mı haber, yoksa siyasi bir partinin ilçe örgütündeki karışıklık mı? Tabii ki ikincinin peşinden gittim

Gittim de neye gidiyorsun arkadaş? Benim arkadaşı buldum. olayı sordum. Gayet açık anlattı. Peki dedim bana bunu kameraya anlatacak bir iki kişi daha bulabilir misin? " "Buluruz" dedi. Çıktık yukarı, merkeze. Ortam bir garip, insanlar bir garip, ben herkesten garip. O an aklım başıma geldi. Ben kimim lan? Hayatında bırak röportaj yapmayı, doğru düzgün röportaj okumamışım. Köklü bir siyasi partinin üyelerine iç karışıklıkları hakkında sorular soracağım ha? Kaldı ki kim nedir, necidir hiç bir fikrim yok. Öğrenenileceğim zamanım bile yok. Hadi oldu oradakiler ile konuştum. Karşı tarafa nasıl ulaşacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Eylemciler ile konuş, eyleme neden olan olay hakkında karşı taraf ile konuşma... E bunun neresi tarafsız olacak, tarafsız olanın nesine haber diyeceğiz. Arkadaşa teşekkür ettim döndüm götüm götüm geri.

Seçim yaparken en önemli faktörü, kendimi göze almamıştım. Yan yatmış arabayı haber yapacak yeteneğim vardı. Seçimi bu yönde yapmalıydım. Ders olsun, bir daha ki sefere kendimi de göze alacağım. Her zaman başka şanslar olacaktır.  

14 Ocak 2014 Salı

Durum Sabit Doktor Hanım

Doktor haftamın nasıl geçtiğini soruyor. Evde boş boş oturdum, nasıl geçmiş olabilir ki?

Geçen hafta reçeteme yazdığı ilacın etkisini soruyor. İyi haber, yan etkilerin hiç biri bende görünmedi. Tansiyon yükseltmesi muhtemel olan ilacı kullanmaya başladığımdan beri yüksek olan tansiyonum normale döndü. Mide bulantısı yapması muhtemel olan ilacı kullanamaya başladığımdan beri güne öğürerek başlamıyorum. Kötü haber, yapması gereken etki tam olarak neydi bilmiyorum ama bir değişiklik yaratmadığını biliyorum. 

Bu işler öyle değil be gülüm, çekiyor. Soğuk algınlığı yaşamıyorsun ki, iki ilaç içip kendine gelesin. Etki etmesi bir ay kadar sürebilir. Bir ay? Ben bir aya bırakırım sanıyorum ilaç alma olayını. Ah be gülüm, saf mısın sen? En az dört ay kullanacaksın sen bu ilacı. Sonra hemen bırakmayacaksın. O farklı bir süreç olacak. Dha çok görüşeceğiz. 

Tamam. Patron o. Ancak aklıma takılan bir şey var. Bu ilaç ne işe yarayacak? Sevgili mi bana geri mi getirecek? Hayır. İçimden aşkımı mı söküp alacak? Hayır. Başkasına mı aşık edecek? Yok. E tam olarak neden kullanıyorum ben bu ilacı? 

Son soruyu soramadım. Dedim ya, patron artık o. 

İlişkim boyunca patron sevgilimdi. Çoğu zaman kendimi köpek gibi hissetmiştim. Zaten ilişkimiz artık dayanamayıp patlamamdan dolayı bitti. Şimdi patronum doktor. Oyuncular değişti, kurallar değişti, oyun aynı oyun. Sorun aynı sorun. Hayatımı kendim elime alabilmem lazım. 

Kimim ben? Bu sihirli soru sürekli kulaklarımda. Bunalımlardan farklı bunalımlara sürükleniyorum. Gelenin gidenin ortasında bu soru sabitlendi. Kimim ben? 

Bu ilaçlar bana kendimi tanıtabilir mi? Hiç sanmıyorum.

9 Ocak 2014 Perşembe

Damsız Arayış

Malum, bizim ülkede sap adam, mekan sahipleri tarafından vebalı olarak görülür. Sapım diye konsere alınmadığımı bilirim.


Evde efexor etkisiyle salya akıta akıta Halk Tv izleyeceğime, sosyalleşmek olsun maksadıyla taktım iki arkadaşımı peşime, gittim İstanbul Modern'e. Aslında sosyalleşmek bahane, hatunlar şahane diye bir bilinç altım var. Kendime bile çaktırmıyorum. Çaktırmayacam tabii. Beklenti falan oluşur. Barda sarhoş karıyı kaldıramayan adamım ben. Kaldı ki İstanbul Modern'den entel abla ile çiftleşeyim.

Neyse efem, ben bizim arkadaşları mekanın önünde buldum. Bulmaz olaydım. Adamın elinde iki tane, kızın elinde bir tane kocaman siyah poşet. "Bu ne lan?" diye sordum. "Kanka dedi, pazarda tezgah açıcam mal aldım." Ya pazarda mal satan arkadaşım var benim. O anda o gözlüklü entel hatun bilinç altımdan daha da aşağı inip götümden çıktı kaçtı zaten.

Dedim siktir et olum, git efendi gibi entel tiyatrosunu izle. Girdik içeriye, vestiyere poşetler falan bırakılırken biraz rezil olup, biraz oyuna geç kaldık.

İstanbul Modern saçmalama konusunda her seferinde kendini aşmayı başarıyor ya, artık şaşırmıyorum bile. Etkinlik şu, bir metrekarelik bir platformda, 4 ayrı mini oyun oynanan bir tiyatro. Aaa ne ilginç değil mi? Değil işte amk. Bir kere ben oyun İngilizce olur sandımdı. Ermenice çıktı. E iletişimin %35'i kelimelerdir derler. Ancak oyuncu ablamızın ne dediğini duyamıyoruz bile. Kadına bok atmıyorum. Akustik meselesi. Bok gibi yere koymuşlar affedersiniz platformu. Yetmemiş olacak ki arkadaki salonda çayır çayır keman çaldırıyorlar. Ses olduğu gibi bizde. E oyuncu kız ne yapsın.

İkinci mini oyun sözsüz olduğu için keman falan çok etkilemedi. İki ablamız insanın başka bir insana dönüşmesi ve bununla mücadelesi temalı bir oyun sergilediler. Nasıl buram buram kötü oyunculuk kokuyor. Sıfır senkronizasyon, hareket ederken kaslarda heyecan titremeleri falan... Yetmezmiş gibi oyunun ortalarına doğru reji de boka sardı, ayaklarla falan bir şeyler saçmaladılar. Tam bütün ilgimi kaybediyordum ki, o da ne?

Ablalarımızın ikisi de aynı ten rengi, göbeği açıkta bırakan dar badilerden vardı. E algıda seçicilik, direk meme uçları belli oluyor mu diye bir dikkat kesilmiştim başta. Yok durum sakindi. Zaten kızların memelerde gayet ufaktı. Oyunun ortalarına doğru, birbirlerine dokundukça, kızlardan birinin meme uçları belirginleşmeye başladı. Enem dedim bu kız lezbiyen. Kafa direk birbirlerine dokunan lezbiyenleri izleme moduna ulaştı. İlgim doruk noktalarına vardı.(Bu arada bana abazan diyeceklere şimdiden siktir la çekeyim. Siz hiç yapmıyorsunuz değil mi böyle şeyler?)

Neyse bu ablalarda oyunlarını bitirip alkışlarını aldılar. Üçüncü olarak gene sözlü, ana sessiz bir oyun vardı. Zira kadını duymak için süper güçlerinizin olması lazım. Bu arada İstanbul Modern'in cefakar bir çalışanı elime oyunun Türkçe metnini sıkıştırı verdi. En azından duyamadığım bu kadının ne anlatmaya çalıştığını okuyabilecektim. Okumaz olaydım. Hani Avrupa Yakası Dizisi'nde Volkan karakterinin çektiği bir sanat filmi vardı ya. Hah işte, aynı onun metni gibi bir metin vardı elimde. Havalı ama saçma sözler yan yana dizilmişler. Hiç bir anlam çıkaramadım.

Son oyuna geçmeden hemen metnine baktım. Saçmalamanın doruklarını gördüm. Arkadaşımın kulağına eğildim. "Keşke" dedim,"Faşistler gelse de yaksa burada bizi."

7 Ocak 2014 Salı

Psikiyatr

Kendinizi kandırmayın, o sadece dinler gibi yapıp sonra size ilaç yazacaktır. İnsanın aşk acısı çekmesine hiç bir ilaç mani olmaz. Artık fark etmeyecek kadar alışana kadar o acıyı çekeceksiniz.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Depresyon ve Çiçek

Oldum olası evde çiçek bakımına kılım ben. Çocukluk travması gibi bir şey, babaannemin botanik bahçesine benzeyen ön balkonundan kalma. E hayırlı torun olarak babaanne yokken çiçekleri ben sulardım. Ceza gibi, saatler süren bir işlemden bahsediyorum. Hem pek bir faydalarını da görmedim. Kedi değil ki bunlar, kucağına alıp sevesin. Neyse efem...

Bir kaç hafta önce evde çiçek demeye dilimin varmadığı odunumsu ile garip dakikalar yaşadım. Kış güneşinin tadını çıkaran kedimi izlerken, güneşin eğik ışıkları bana odunsu, ağacımsı, çiçek demeye dilimin varmadığı bu bitkinin yapraklarının ne kadar tozlanmış olduğunu gösterdi. (lan kısa cümle adamıyım ben, şu sevdiğim bitkisinden bahsederken kurduğum cümleye bak. ali ata bak seviyesindeki cümle yapımı bile bozdu) Neyse... Tozlu ve bakımsız hali içime dokundu lan. Kendime falan mı benzettim ne. Hiç adetim değildir, gittim bir bez aldım, başladım o uzun yapraklarını silmeye. Sil anam sil... 

Eve annem gelince transtan uyanmış gibi oldum. Ben bu bitki ile uğraşmaya başladığımda öğle güneşi falan vardı. Hava kararmış, ben ışıkları açmışım, üzerinden tahmini bir saat daha geçmiş. Tüm bu zaman aralığı bende yok şu an. Annem gelince cidden transtan ayıldım ben. 

Şimdi dikkatimi çekti, bu bitki gene tozlanmış. Kendimi zor tutuyordum elime bez alıp girişmemek için. Karar verdim, tutmayacağım kendimi. Haydi ben bitkiye girişir. Artık sabaha biter herhalde işim.

Duygusal Erkek

Duygusallık erkeğe de kadına da doğuştan gelen bir şey. Ancak erkeklerin çoğu kadınların bazıları bu özelliklerini hayat karşısında kaybediyorlar.

Annemiz, kötü bir rol model olarak babamız, işimiz, ilkokul öğretmenimiz, ülkenin başbakanı, ABD başkanı, o, bu, şu, hüllooğğğ, falan derken bir şeyler sürekli erkeğin duygularını elinden alıyor. Direniş sahibi erkeklerimiz duygusal kalabiliyor.

En beteri bir kadın tarafından kalbi eline verilmek suretiyle duygularını kaybeden erkektir. Beterin beteri ise kalbini elinde hala tutmasına rağmen duygusal kalan erkektir. O kadar acı çeker ki o erkek, 80 yaşındaki babaannesi haline üzülür de şeker krizi geçirir. annesi tüm gün endişeli gözleriyle izler, o duygusal erkeğimizi. Arkadaşları ellerinden geldiğince etrafında fır dönmeye çalışır.

O duygusal acı içinde ya, ne kadar güçsüz ne kadar çaresiz görünüyor değil mi? Yanılıyorsunuz. Her şeye rağmen duygularını, en önemlisi içinde ki o aşkı koruyabilen bu erkek, dünyanın en güçlü erkeğidir. Maddi bedeni gözler önünde erirken, o manevi olarak daha da güçlenir. Yeter ki kaybetmesin bu duygusallığını, ben Allah derim, siz hayat deyin, başkası karma, bu erkek ödüllendirilecek ve kazanacak olandır.

Saygılar.