Geçmişimiz canavarlara gebedir. Bazen yaptıklarımızın, çoğu zaman yapmadıklarımız bedelidir onlar. Geçmişin karanlıkları, geleceğin üzerine gölge olur. Ne kadar hızlı koşarsanız koşun, o sizi yakalar. Bir anda bugünü ve yarını elinizden alır.

Otuzlu yaşlarını geçmiş insanlar doğum günlerini kutlamayı pek sevmezler. İşleri yoğun olan çoğu insan doğum gününü bile unutur. Ailesi ve arkadaşları sürpriz partiler yapmazsa doğum günlerini farkına bile varmadan geçirebilirler. Ben ise, kırk yaşıma basmak üzereyken bırakın doğum günümü hatırlamayı, kaç yaşımda olduğumu bile unutacak kadar yoğun geçiriyordum zamanı. Kendimi tamamen yeni kitabımın yazımına vermiştim. Benim başyapıtım olacak kitaba. Tüm yeteneğimi, bilgi birikimimi ve enerjimi kattığım baş yapıtım. Üç yıldan beri yazım aşamasındaydı ama, hayatımın tamamını bu eserin hazırlık aşaması olarak görüyordum. Kendi sözlerimin bir bütünü, tamamen bana ait bir eser. Diyorum ya, hayatımın baş yapıtı olacak kitaptı. Ve sona yaklaşmıştı. Bırakın kendi doğum günümü, canımdan çok daha fazla sevdiğim kızımın doğum günün bile unuturdum. Cumhuriyet bayramını kutladığımızı atılan havai fişeklerden anlayacak kadar dünyadan kopuk durumdaydım. Hal bu iken, kaç yaşıma girdiğimi bile unutmamı mazur görmelisiniz.
İlk hediye, ben fark etsem de, etmesem de zaman tarafından verildi. Her yıl olduğu gibi, bu yılda bana yeni bir yaş hediye etmişti. Daha beşeri olan hediyeler ise ailem ve arkadaşlarımca sürpriz doğum günü partimde verildiler. Tüm gün kitabımın basım işleriyle uğraşmıştım. Aslında tamamen angarya olarak gördüğüm tasarım işleri, yayına giriş tarihi gibi şeyler ile bile kendim ilgilenmek istiyordum be sefer. İlgilenmek dediğim, anlamadığım konulardan sorular sorarak anlayanların canlarını sıkmak olsa da, bu kitabın her adımında orada olma dürtüsüne karşı koyamıyordum. Elimde olsa, satılacak kitapların hepsini tek tek kendim verirdim okuyuculara. Abartı bulmayın ama, en son kızım doğduğunda, doğum hane kapısında beklerken bu kadar heyecanlıydım. Anahtar ile kapıyı açıp eve girdiğimde kızımın uyku saati çoktan geçmişti. Bana aldığı güzel hediyesini vermeden uyumamak için baya bir yaygara çıkarması gerekmiş. Hediyesini hemen verip kendini uykuya bırakmak için odasına gitti, şu klasik kapalı ışıkların yanıp iyi ki doğdun diye bağırılan karşılamadan hemen sonra. Amerikan filmlerinden ithal, klasik bir sürpriz doğum günü kutlaması yaşadık.
Bu güzel sürpriz için kime teşekkür etmem gerektiğini biliyordum. Tüm hengame içerisinde, bir ara karımın kulağına, herkes gittikten sonra edeceğim teşekkürü hafif de ahlaksızca fısıldadım. Karım, güzel, akıllı ve sevecen karım. Onunla bir "genç yazarlar öğrenciler ile buluşuyor" gibi bir ismi olan konferanslardan birinde tanışmıştık. Söz alınca soru sormak yerine sahnedeki konuşmacıyı yerin dibine sokmaya ant içmiş biri gibiydi. Uzun uzun "Türk Romanı" diye bir kavramın oluşamadığından, roman yazmaya başladığımızdan beri ya bireysel konulardan, yada genel geçer toplumsal olaylarımızdan dem vurduğumuzu, evrensel sorunlardan dem vurmaya çalıştığımızda sadece başka milletlerin yazarlarını taklit edebildiğimizi söyledi. Daha uzun ve örneklerde vererek konuşmuştu. Konuşurken sesi kendisine ve söylediklerine tam bir inançla çıkıyordu. Belki de bu yüzden, benim sesim ağzımdan çok başka bir yerimden çıkar bir hal almıştı cevap verirken. Şimdi bile söyeldiklerine tam cevap bir cevap verecek niteliklerim yokken, dokuz yıl önceki halimin bunu başarması imkansızdı. O konuştukça, ben sahnede boncuk boncuk terliyordum. Örnek verdiği bazı yazarları hiç okumamıştım, bazı kitapların adlarını bile duymamıştım. Henüz bir tanecik roman yazabilmiş, yazdığı eser bir kaç köşe yazarınca olumlu eleştiri almış, otuz bir yaşındaki genç bir yazarı sahnede madara etmenin yolunu bulmuş gibiydi. Bilgimin yetersiz kaldığı yerde, mizah anlayışım yardımıma koştu. "Sizi haksız çıkarmayı, bir gün evrensel bir roman yazmayı çok isterim." dedim. "Ama önce sizi yemeğe çıkarmayı daha çok isterim." Tüm salon teklifim ile kahkahaya boğulmuştu. Soruyu soran bir erkek olsaydı nasıl nasıl yırtardım hiç bir fikrim yoktu, ama öyle olmadığı için çok şanslıydım. Daha şanslı olduğum ise gülenler arasında soruyu soran bu kadınında olmasıydı. Teklifimi kabul etti, bir yemeğe çıktık, daha sonra bir tane daha ve altı ay sonra evlendik. Evet, çok hızlı olmuştu. Ama doğru insanı bulduğunda, insan kaybedecek pek fazla zamanı olmadığını anlıyor.
Şimdi tam dokuz yıl sonra, ben hala romanlar yazmaya devam ediyorum. O ise anne olduktan sonra yüksek lisans programına geri döndü, sonrasında doktora. Bu yıl sonunda doktorasını tamamlayacak ve bir üniversiteye atama bekleyecek. Annelik ve öğrenciliğin yanına çalışmayı da ekledi. Bir gazetenin kültür sanat departmanında yardımcı editörlük yapıyor. Bu işi alabilmesinde benim karım olmasının ne kadar payı var bilmiyorum ama, bir inşaat işçisinin karısı olsaydı bile, tüm bunları yapabileceğine eminim. Bu yoğunluk arasında bana böyle bir sürpriz yapabildiğine göre, her şeyi yapmaya enerjisi olsa gerek.
Ufak kutlamamızdan sonra, insanlar gidince etrafı birlikte toparladık. Gözlerinden yorgunluk akmasına rağmen, bana bakınca hep oluşan o ufak parıltı tüm engelleri delip göz bebeklerine ulaşıyordu. İşlerin bitmesine yakın, "gerisini ben hallederim" deyip, burnuna bir buse kondurdum. "Beni bekle" dedim. Kocaman bir gülümseme yayıldı ağzına, bekleyeceğini söyledi. Önce kalan işleri bitirdim, sonra kızımın odasına, iyi geceler demeye gittim.
Bir insan, bir insan yavrusu, hatta bir şebek yavrusu bile böyle uyuyamaz. O küçücük vücudu ile "nasıl daha fazla alan kaplarım?" diye düşünerek yatsa, bu kadar fazla alan kaplayamaz. Sol kolu Viyana'da, sağ ayağı Yemen'de. Yorgan yatak dışında, hani her baba gibi üzerini örtmeye kalksam, kızımı uyandırmadan bunu yapmam imkansız gibi. İşte böyle uyuyor benim ufak canavarım. Yatağının yanı başındaki koltuğuma oturup bir süre onu izliyorum. Kız babası olmanın o korkunç hisleri bir kere daha aklıma hücum ediyorlar. Bir gün, umarım çok uzun yıllar sonra bir gün, bir adam, başka birinin çocuğu kızımı elimden alacak. Nasıl ben annesini aldıysam, bir adam da benim kızımı elimden alacak.
Hiç bir sevgi yok ki, sonunda insanın kalbine acı vermesin. En temiz olanı bile...
Kızımın yanında ne kadar kaldım bilmiyorum ama, kendi odamıza döndüğümde, kızım gibi çılgınca olmasa bile, karımı da uyumuş buluyorum. Bir süre de bu meleği izliyorum. İçim huzur ve mutluluk ile dolu sanki. Ne sankisi, kesinlikle öyle. İki tane meleğim var, kitabım hazır ve doğum günümün gecesindeyim. Yatsam da uyuyamazdım, içim kıpır kıpırdı. Mutluluğun en belirgin göstergesi kütür kütür atan bir kalptir. Çoşkuyla akan bir kalp, sizi uyutmaz.
Salona geçip televizyonu açtım. Kanallar arasında dolandım. İlgimi çeken bir şeyler olmadığı için, akşam yayınlanmış bir tartışma programının tekrarında kaldım. Bu programlarda genellikle başkalarının sözlerini kesin doğrularmış gibi kabul etmiş ve karşılarındaki insanlarında kabul etmesi için didinen insanlar olur. Kendi sözleri olmayan insanlar, aslında kendileri de olmayan insanlardır. Eh, bunları düşünüp, insanın kendisi ile bir hayat muhasebesi yapmaması olmaz. Hele 40 yaşına bastığı günde, bu muhasebe kaçınılmazdır. Benim için bu muhasebeler genelde kısa olur. Pek fazla geriye bakıp ağlayan birisi değilim. Benim için önemli olan şey, yaptığımın hata olması ya da olmaması değil, yaptığımın benim olmasıdır. Bir başkasının istediği gibi değil, kendi istediğim gibi davranmak zorunluluğunu her zaman hissettim. Önemli olan ikinci şey ise, istediğimi almamdır. İstediğimi alana kadar asla duramam. Ne istediğini bilmeyen insanlardan olmadım hiç. Hislerime güvenerek hızlı kararlar verdim. Aldığı kararlar insanın kendi kararları olduğu sürece, bu kararları hayata geçirmesinin önünde ne engel olursa olsun, insan bunu başarır. Ben bir yazar olmayı daha on yaşımdayken falan vermiştim. Yalan söylemedeki başarımı fark ettikten sonra, bu yalanları en iyi nasıl kullanabilceğimi düşündüm ve yazar olmak kararını verdim.
Ve şimdi, kırk yaşımı doldurup geride bıraktığım bu gecede, hayatımda yapmak istediğim hemen hemen her şeyi yaptım. Arık tamam hissediyorum. Bir erkeğin hayatındaki en önemli yaş kırktır. İnsan kırk yaşına gelmediğinde, kendisini tamamlama zamanını geride bırakmıştır. Bu yaşa kadar yapılan birikimler, en olgun meyvelerini artık vermeye başlar. Yaşlılık gelip insanı tekrar çocukluğuna döndürene kadar insan en değerli eserlerini verir. Benim için bu olgunluk çağı harika başladı. Şimdiye kadar ki en önemli eserim artık hazır. Bir kaç gün içinde basım başlayacak ve kitap okurlara sunulacak. Çeşitli sempozyumlarla, röportajlarla bir dinlenme süresi geçireceğim. Sonra yeni bir eser için, daha iyi bir eser için yeniden çalışmaya başlayacağım.
Kırk yaşımda istediğim bir hayatı yaşamanın mutluluğu içerisinde otururken, hiç olmaması gereken bir şey oldu. Bunu açıklamanın tek yolu, geçmişten gelen bir canavarın beni yoklamasıdır. Henüz lise zamanlarımda bir kız arkadaşım vardı. Bir yıl kadar birlikte olmuştuk. Çoğu ilkimi onunla yaşamıştım, o da benimle. Masumane ve çocuksu bir ilişkiydi. Karşı cinse nasıl davranması gerektiğini öğrenen gençlerdik. Üniversitelerimiz farklı şehirlerde olunca da, sancılı bir süreçten sonra ilişkimiz sona erdi. Sancılı dediğim, kavgalı ve tüketici, anlaşılmaz bir dönem. İkimizde artık bu ilişkinin yürümeyeceğinin, bir sonumuz olmadığının farkındaydık. Bunu karşısındakine ve kendisine itiraf eden kişi olmayınca, karşındakini, kendini ve ilişkinizi yıpratma süreci başlıyor. Gençliğin verdiği aptallık ile de bu süreç uzuyor. Belki daha olgun olsaydık, bugün sevgili olmasak bile, en azından arkadaş olabilirdik. Şimdi dönüp o günlere baktığımda, hatırladığım tek şey çok yorgun olduğum. Hiç bir şey yapmamak en iyi dinlenme oluyor bazen. Böyle olsun istemezdim, ama oldu. En iyisi, bu gibi anıları kafadan bile silmektir. hiç düşünmemek, hayatın bir bölümünü yok saymak. Unutmak, mümkünse unutulmak. Yapılan hatayı, daha doğrusu yapılamayan doğruyu görmezden gelmek.
Unutulan her şey, bir anda, tek bir muhabbetin kuru hatırası ile insanın kafasına dolabilir. Gelecek hakkında fantastik tahminler yapmayı, birbirimizden istek de bulunmayı çok severdik. Mesela bir keresinde bana bir uzaylı tecavüz ederse, intikam için cinsiyet değiştirip bana tecavüz eden uzaylıya tecavüz etmesini istemiştim. Kabul edince de bunu bir deftere yazıp, sanki bir senet gibi imzalamıştık. O da ABD başkanı olması halinde benim Rusya başkanı falan olmamı isterdi, kabul eder sözde senetler imzalardık. Böyle böyle koca bir defteri saçma anlaşmalar ile doldurduk. Bir gece uykusundan irkilerek uyanmıştı. Ne olduğunu sorduğum zaman, rüyasında öldüğünü ve mezara gömülmek üzere olduğunu, tüm bunları dışarıdan izlediğini söyledi. Sonra gizli yasamızı bozdu, ve benden mümkün bir istekte bulundu. "Eğer senden önce ölürsem" dedi, "beni hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa göm. Çünkü ölen insanlar bile hala ayrıma uğruyorlar. Hayattayken anlaşamayan insanlar, ölülerinin vücutlarını bile, çürüyüp gidecek o et parçalarını bile birbirlerinden ayrı tutuyorlar.Ben bu ayrımın bir parçası olmak istemiyorum. Kimsenin ölü bedenim üzerinden diğerlerini benden ayırmasını istemiyorum." Bende salak gibi kabul ettim, karşılık olarak da, eğer kırk yaşıma geldiğimde sıradan ve sıkıcı bir insan haline gelmişsem, kafamın arkasına bir odun ile vurmasını istedim. Bu isteğim kabul ettiğim isteğinden daha salakçaydı kuşkusuz. Çünkü dünya üzerindeki kırkıncı yılımı geride bıraktığım bu gecede, eski bir hatıranın, güzel günlerin ama can sıkıcı sonunun hatırlanmasına neden oldu. Bir süreç ne kadar güzel olursa olsun, hatırlanan daima sonu oluyor. Muhteşem çalımlar ile ilerleyen bir futbolcu, eğer bu hareketleri gol ile bitirmez ise, hiç bir şey elde edemiyor. Gelip kafama odun ile vurabileceği bir yaşantım olmasa da, en azından unutmadığını gösteren bir işaret vermesi çok hoşt bir jest olurdu diye düşündüm. Çok da üzerinde durmadım, en azından bu güne kadar.
Bir kaç gün önce yayın evine benim için bir mektup gelmişti. Yeni bir kitabım çıktığı için, okurların kutlama mesajları çok normaldi. Ancak elektronik postalar yerine gerçek bir mektup ilk defa geliyordu. Herhalde nostarjik olmaya çalışan bir kadın yazar, ya da beni etkilemek isteyen genç bir yazarın mektubudur diye düşündüğüm için yayın evine kadar gidip mektubu almadım. Bu sabah bir nezaket ziyareti yaptığım sırada mektubu da almış oldum. Eğer köprü trafiği olmasaydı, büyük ihtimalle arabamın ön koltuğunda karım bulana kadar dururdu o mektup. Trafik sıkışıklığında küfürler savururken, gözüme mektup çarptı. Oyalanmak olsun, belki eğlenceli de olur yada hoş bir kaç cümle okumak iyi gelir diye mektubu açtım. Beklediğimden kısa ve pek özensiz bir yazı ile yazılmıştı. Zarfın üzerinde, gönderen kısmında bir erkek adı yazılıydı. "Serkan Yılmaz" Tanıdık geldi ama, nereden tanıdık geldiğini bile anlayacak zamanı tanımadan okumaya başladım mektubu. İlk bir kaç cümlede kim olduğunu hatırladım zaten.
"Sayın Okan Mertoğlu
Büyük ihtimal beni hatırlamayacaksınız ama daha önceden tanışmıştık. Lise çağınız sırasında ablam ile ablam ile bir yıl kadar bir birlikteliğiniz olmuştu. Anladığım kadarı ile birbirinize olmayacak olaylar hakkında sözler vermek sizin için oyun gibi bir şeydi. Hatta birbirinize verdiğiniz bu sözlerden bir defteri doldurmuşsunuz. Sizin için de özel olabilecek bu defteri okuduğum için özür dilerim. Vereceğim kötü haber için de özür dilerim. Haberiniz var mı bilmiyorum ama, ablamı dokuz yıl önce kansere kurban verdik. Ölmeden bir kaç gün önce, bana da bir söz verdirtmişti. Siz kırk yaşınıza vardığınız zaman, eğer sıradan bir hayatınız var ise kafanıza odun ile vurmamı istemişti. Kendisi için çok önemli olduğunu, unutmamam gerektiğini söylemişti. Hayat ve yaşamak ile uğraşırken, ablama verdiğim bu söz aklımdan çıkmış, bir kaç gün önce şans eseri bir röportajınızı okuduğum sırada kırk yaşınızı doldurduğunuzu öğrendim. Sıradan bir hayatınız olmadığını bilmek için, herhangi bir röportaj okumama gerek yoktu. bu yüzden siz büyük bir acıdan, bende büyük ihtimal sunu karakolda bitecek zorlu bir görevden kurtulmuş oldum.
Ancak defterden fark ettiğim kadarı ile, bu tür sözleri genellikle iki taraflı vermişsiniz. Ablamın bana bu konuda söz verdirmesinin sebebi, odun ile vurma hakkın da kendi verdiği sözü bana devretmesi olduğunu anlamam çok güç olmadı. Sizin ona ne söz verdiğinizi bana söylemedi, bende defteri bir kere daha okudum, ancak sizin ne söz vermiş olduğunuzu bulamadım. Zaten artık pek de önemi olmasa gerek. Sonuç olarak, ablam için artık kimsenin yapabileceği bir şey yok. İçimden bir his, ablamın sözünü unutmadığını bilmeniz gerektiğini söyledi. O yüzden size bu mektubu yazdım. Adresinizi bilmediğim için yayın evinize yolladım. Mektubun elinize geçip geçmeyeceğini bilmiyorum, zaten daha çok üzerimde kalmasın diye, aklıma takılmasın diye yaptığım bir şey bu. Hem ablam için bir şeyler yapmış olmak, dışarıdan anlamsız görünse bile benim için önemli.
Saygılar, Serkan Yıldırım"
Korna sesleri, aynadan yansıyan selektör ışıkları, yanımdan geçen arabalardaki şoförlerin küfürleri ve kadınların garip bakışları... Hiç bir şey bu evrenden değil sanki ya da ben çok farklı bir evrendeyim. Kanser? Ölüm? Defter? Sevin?
Ve karanlığın içinden, geçmişim gölgelerinden bir canavar ortaya çıkar, bugünü ve yarını yutar.
Evime geldiğimde, hala şok içerisindeydim. Suratımdan büyük bir şok yaşadığımı anlamak için, ne psikiyatr olmanız gerekli, ne daha önce şok yaşamış olmanız, ne de karım olmanız gerekli. Karım suratıma bakıp, "konuşmak mı istersin, yoksa gene kendine mi saklayacaksın?" diye soruyor. Bir derdim olduğu zaman, bunu insanlara anlatmayı can sıkıcı bulurum. Ne de olsa kendi bildiğimi okuyacağım için, insanların tavsiyeleri sadece bir kulağımdan girip öbüründen çıkacağı için insanlara dertlerimi anlatmayı gereksiz bulurum. Karım bunu bildiği için, daha önemlisi bunu anlayabildiği için sıkıntım olduğu zamanlarda beni kendi halime bırakması gerektiğini bilirdi. Artık ne halde görünüyorsam karım sonucu bildiği halde sormak zorunda hissetmişti kendini. "Dertlerini , sıkıntılarını en önemlisi öfkeni kendi içinde tuttuğun sürece böyle olacaksın sen. Tuttuğun her şeyi bir anda dışarı salıyorsun. Ani sinir nöbetlerinin tek nedini bu. Bu böyle devam ederse, öfken ve nefretin seni yok edecek. Seninle beraber, seni sevenleri de yok edecek." Yıllar önce söylenmiş sözler. Sevin'in sözleri. Benim yerime, benim için düşünme gereksizliğinin sözlere dönüşmüş hallerinden sadece biri. Geçmişte gömülü olmuş, ancak teker teker yüzeye fırlayan ve fırlayacak anılardan sadece bir tanesi. "Hiç olmaz ise ne olduğunu söyle" diyor karım. Ölmüş diyebiliyorum sadece. Kim ölmüş, ne zaman ölmüş, neden ölmüş, nerede ölmüş, nasıl ölmüş, ne? Hiç bir soruya cevap veremiyorum. Doğrudan yatağa gidiyorum. Kıyafetlerimi bile çıkarmadan yatağa bırakıyorum kendimi. Sonrası, karanlık alıyor beni, uykuda bir parça huzur buluyorum.
Ertesi gün öğlene doğru uyanıyorum. Saatler hatalı değilse, 14 saatten fazla uyumuş olmalıyım. Her tarafım tutulmuş durumda. Karım ne yanımda uyumamakla kalmamış, odaya bile girmemiş. Üzerimi bir yorgan ile örtmemiş olmasından anlıyorum bunları. Karım gibi düşünceli bir kadının bu tavrı tek bir şey ile açıklanabilir, dün akşamki halim ve tavrım sinirlerini tepesine çıkartmış. Sinirli ve yaşayan bir eş, ölü eski sevgiliden daha gerçekçi bir sorundur. En azından kısa vadede böyle olması gerekir. Sıcak bir duş alıp biraz rahatlamak, birazda ağrıyan ve gergin kaslardan kurtulmak gerekli. Sıcak suyun altında duruyorum. Su kafamdan tüm vücuduma yayılıyor. Vücudumu yıkadığım süreden çok daha fazlasını suyun altında öylece durarak ve düşünerek geçiriyorum. Benim yıkanmaktan anladığım da bu zaten. Yıkanmak ve amaçsızca yürümek benim için en önemli meditasyon zamanlarıdır. Kitapların konuları, çoğu fikrin temeli, sorunlarımın çözümleri ya yürürken bulunmuşlardır, ya da böyle su altında dururken. Şimdi de karımın gönlünü almanın yolunu düşünüyorum. Kızmakta çok haklı olduğunun farkındayım. İnsanlar yakın oldukları kişilere dertlerini anlatmak kadar, o kişilerin dertlerine ortak olmak da isterler. Benim bu çekilmez yalnızlığım, yani dertlerimi kendime saklamam, büyük bir bencilliğin göstergesi. Su altında bunları düşüyorum, sonra bir ses "bu yaptığın bencillikten başka bir şey değil" diyor. "İhtiyacın olmayan bir suyu harcıyorsun, suyu israf ediyorsun. Dünyada o suya muhtaç milyonlar varken, gelecekte daha çok insan suya ihtiyaç duyacaklar. Yapma bunu." diye diye kafamın içinde çınladı. Onun seni bu, Sevin'in sesi. Onun sözleri bunlar. Geçmişin fısıltıları..
Ketum kalabilmenin en önemli şartı, az biraz rol yapmaktan geçer. Kendimi bildim bileli derdini tasasını paylaşan biri olmadığım için sürekli derdimi kurcalamaya çalışan ailemden, arkadaşlarımdan, rehber öğretmenlerimden kaçmak için oyunculuk yeteneğimi geliştirdim. Akademiden ödül alacak oyunculuklar sergilemesem de, kendi ödülüm olan sessizliği çoğu zaman elde ettim. Banyodan çıktıktan sonra salonda kahve ve sigara seansı yapan karımın yanına gidiyorum. Nasıl ki beni için su altında ya da amaçsızca yürümek bir meditasyon yöntemi ise, kahve sigara seansı da karım için aynı işlevi görüyor. Sessizce ayak ucuna oturuyorum. Oyun oynarken sahibini biraz fazla dişlemiş bir köpek gibiyim. Sanki özür dileyeceğim, ama doğru sözleri bulamıyor gibiyim. Bana bakan gözlerinde öfkesini görebilirsiniz. Biraz daha derine bakarsanız, bu gözlerdeki şefkati ve endişeyi de görebilirsiniz. "Lisedeki eski sevgilim bir süre önce ölmüş" diye başlıyorum söze. Nasıl öğrendiğimi anlatıyorum. Son aylarda duygusal bir çoşkunluk yaşadığımı, bunu zaten bildiğini, bu çoşkunluk üzerine gelen kötü bir haberin normalde yapacağından daha fazla bir tepki yarattığını anlatıyorum. Söz oyunundan bahsediyorum. İyiyim diyorum. Banyodaki yada daha önceki seslerden bahsetmiyorum. İnanmıyor, şüphe ediyor, inanıyor. Sonunda aramızdaki ilişki için en hayırlı olan ne ise, ona sarılıyor. Bana güveniyor. "Eeee, ne yapacaksın?" diyor. Ne konuda olduğunu anlamıyorum. "Yani verdiğin söz, kadın nerede gömülü?" Bilmiyorum. Bu konuda kendi kendime bile düşünmedim. Ne yapabilirim ki? Dokuz sene önce ölmüş bir bedenden geriye ne kalmıştır ki? Cevabı bilmiyorum, karımda bilmiyor. Özür diliyorum, sarılıyorum, öpüyorum, öpüyor, öpüşüyoruz. Affediyor beni, ya da öyle zannetmemi istiyor. "Bunca seneden sonra" diyor, "unutamadığın bir eski sevgilin olduğunu öğrenmem... bilmiyorum, sadece garip bir his."
Unutamadığım eski sevgili? Daha önce ona Sevin'den hiç bahsetmemiş olduğumu söylüyor. "Eğer bahis etmediysen, unutamadığındandır" diyor. Belkide tamamen unuttuğum içindir? "O da aynı kapıya çıkar ya" diyor. "En azından senin için, çünkü sen istemedikçe hiç bir şeyi unutmazsın." Söz konusu olan ölü bir kadın bile olsa, kadınlar için bunun bir şeyi değiştirdiğini sanmıyorum. Her kadın bir rakip, doğan her kız çocuğu potansiyel bir rakip.
Bir kaç günüm evde geçiyor. Yarı yıl tatili zamanında olduğumuz için kızım ve karımla vakit geçiriyorum. Üzerinde çalışmak zorunda olduğum bir kitabım olmadan dilediğimce kızıma vakit ayırabilmenin mutluluğunu yaşıyorum. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyorum. Çünkü bir eser ile meşgul olmayan zihnim, üzerinde pek de düşünmek istemediğim bir konuya, Sevin'e kayıyor. Bir kaç kere daha sesini duyar gibi oluyorum. Ne söylediğini anlamasam bile, onun bana bir şeyler söylediğini duyuyorum. Bu garipliği eşime ve kızım İkra'ya yansıtmadan geçiriyorum günlerimi. Sadece bir kere rüyuama giriyor, mezardan çıkmaya çalışan bir el görüyorum. Gözleri ile gözlerim arasında bir buçuk metre olmasına rağmen, sanki gözleri benim gözlerime kilitlenmiş gibi. O gözleri görmüyorum, ama "beni buradan çıkar" diye yalvarır gibi baktığını tüm hücrelerimde hissedebiliyorum. Elini tutup onu çıkarmak istiyorum, fakat vücudumu kımıldatamıyorum. Felç geçirir gibiyim, adım atamıyorum. Kafamı eğim ayaklarıma baktığım topraktan çıkmış iki el tarafından sıkıca tutulduklarını görüyorum. Eller ayaklarımdan tutarak beni toprağın altına çekmeye çalışıyorlar. Hareket etmeye çalıştıkça, Sevin'e yardım etmeye uğraştıkça daha da güçlü çekiyorlar.
Her şeyi oluruna bırakmak, kendi hayatınızdan kendi iradenizi çıkarmak gibidir. Eğer şanslıysanız, hayat sizi daha iyi bir yerlere sürükler. Şansız iseniz, daha beter durumlara sokar. Her iki ihtimalde de, sonuç sizin olmaz. Bu yolla gelen bir mutluluğu sahiplenmek, sizin olmayan bir çocuğu sevmek gibidir. Farkında olmasanız bile, çocuğun gerçek babası her zaman aklınızın bir kenarında, gizli bir düşman gibi durur. Kendi kafanızın içine bir kendi elleriniz ile bir Truva Atı sokmuş olursunuz. Olası bir mutsuzluk ise, zaten sizin olmadığı için kendinizi değil başkalarını suçlarsınız. Öyle ya, insanlar bizi yapmadıklarımız ile değil, yaptıklarımız ile suçlarlar. Şunu yaptın, bunu yaptın, onu niye öyle yaptın? En azından bir şeyleri değiştirmeye çalışmış, kaderine razı kalmamış, ama bir nedenden başarısız olmuş insanları suçlamak çok kolaydır. Taşın altına elini koymak, taşı kaldıramayınca birinin elinizi kıracağının garantisi gibidir.
Ve geçmişten kulaklara dolan seslerle, gölgelerden çıkan canavarlarla canavarlar ile yaşamak herkes için zordur. Arabamı torpidosunda duran mektubun zarfına bakıyorum. Gönderenin adresinin yazdığı yerde okuduklarımı aracımın adres bulmaya yarayan yön göstericisine yazıyorum. Götü beni araba, ufak bir ziyaret yapmam gerekli. Bu ziyaretin zorunluluğunu hissediyorum. Belki de çok uzun yıllar önce yapmam gereken bir ziyaretin, günümüzdeki sahte iz düşümünü gerçekleştiriyorum. Sadece Serkan ile konuşup, ölünün arkasından ufak bir ağıt söylemek istiyorum. Belki onu ölümsüzleştirmek için bir şiir yazarım ya da mümkünse hayatından parçalar buluna bir hikaye. Benden ona bir hediye, ölü bedenini hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömmediğim için, sözümü tutmadığım, tutamadığım için bir özür.
Serkan'ın yaşadığı apartmanın kapısına vardığımda, yola çıkarken sahip olduğum kararlılıktan eser bile kalmıyor. Ne işim var ulan benim burada? Ne diyeceğim, ne konuşacağım ki bu adamla? Merhaba, ben ablanın lisedeki sevgilisiyim, bildiğin gibi, senin de bildiğin gibi. Ölümünü öğrenince ufak bir şok geçirdim, sesini duyar, rüyalarımda görür oldum. Seninle onun hakkında biraz konuşmak, mümkünse mezarını açıp kalan parçalarını taşımak hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömmek istiyorum. Böyle bir mezarlık bilmediğim için, mezarlık bile olmayan, boş bir araziye gömmek zorundayım. Bir kaç yıl sonra ablanı gömdüğüm yerin iskan planı değişir ve bölge iskana açılırsa, ablanın üzerine insanların yaşayacağı bir bina dikme ihtimali de var tabii. Ne yapalım, İstanbul burası, şehitlik altından otoyol geçen şehir, ablanın da üzerine bina dikseler ne olacak ki?
Hayır, bunlar saçmalıktan daha öte. Benim güzel bir hayatım var. İstediğim hayata sahibim. Güzel ve beni seven bir karım, çok sevdiğim bir kızım ve üretme gücüm var. Bir kaç gün sonra, bu ölüm haberini almamış olduğum zamanlara dönebilirim. Bir kere geçmişe gömüşmüş olanı, tekrar çıkmaya çalıştığı mezara gömebilirim. Böyle bir maceraya, böyle bir saçmalığa hiç ihtiyacım yok. Arabanın motorunu çalıştırıyorum. Eve dönmek en mantıklısı diyorum kendi kendime. Tekrar unutmak, hiç olmamış gibi davranmak. Kızım ve karım ile mutlu mesut yaşamak. Kimse ne bir zarar görür bundan, ne de kimse incinebilir. Zaten sadece iki kişi arasında, daha doğrusu iki ergen arasındaki saçma bir oyundu bu. Saçmalık.
"Neden bilmiyorum ama, ölürken aklımda kalan son şeyin sen olacağına inanıyorum. Belki şu anda hislerim çok yoğun olduğu için böyle düşünüyorumdur. Belkide, seninle doğduğum için böyle düşünüyorum. Ben hayata gözlerimi seninle açtım, sende benimle açtın. Her hikaye başladığı yerde bitmeli, eğer biteceklerse. O yüzden, bu dünyaya gözümü seninle açtığım için, seninle kapatmalıyım"
Son sözleriydi bunlar bana.
Ne ara motoru kapattım, ne ara arabadan çıktım ne ara Serkan Yılmaz yazan zile bastım da, apartmana girdim? Duyduğum sözler sanki bir büyünün gizemli sözcükleri de, farkına bile varamadan beni ele geçirip kendi istekleri doğrultusunda hareket ettiriyorlar. Serkan'ın kapısında dikilip, o çok tanıdık yeşil gözlerine bakıyorum sadece. Aynı gözler, Sevin'in gözleri bunlar. Sessiz bir anlaşma ile içeri davet ediyor beni. Ne şaşırıyor, ne de başka bir tepki veriyor. Sözler olmadan salona yönlendiriyor beni, tıpkı ablasının sözlere ihtiyaç duymadan beni yönlendirebilmesi gibi. Ben sessizce oturuyorum, o ise mutfağa geçiyor. Bir kaç dakika sonra elinde buz ve kola katılmış iki viski ile yanıma geliyor. Benim viskiyi nasıl içtiğimi biliyor, şu anda bir içkiye her şeyden fazla ihtiyacım olduğunu biliyor. Konuşmuyor, ama anlıyor. Tıpkı...
"Mektubun elinize geçmemesini umuyordum" diyor. Konuşmaya başlama işini kendi üstüne alarak, en az getirdiği viski kadar rahatlatıyor beni. "Sadece, yapmam gerektiğini hissettiğim için yaptım. Sonucunu pek düşünmedim. Buraya geleceğinizi hiç düşünmedim. Madem geldiniz, başa gelen çekilir, biraz da içilir." Rahatsızlık vermek istemediğimi, sadece bir kaç gündür pek de kendimde olmadığımı, ne yapacağımı bilemediğimi, o yüzden buraya geldiğimi söylüyorum. "Muhtemelen aklıma gelen ilk fikre sarılıp düşünmeden hareket ettim. Rahatsızlık veriyorsam hemen gidebilirim."
"Rahatsızlık değil" diyor. "Acı veriyorsun. Yanlış anlama, istediğim bir şeyin bedeli bedeli olan bir acı bu. O kadar uzun zamandan beri ablama ait yeni bir şey ile karşılaşmıyorum ki, sizinle ablam hakkında bir iki kelime edebilmek için sahip olduğum her şeyi verebilirim."
Önce ona, sonra etrafıma bakıyorum. Gördüğüm her şey tam bir perişanlık sergiliyor. Pek bir şeye sahip olmadığı ortada. Bu evin daha iyi zamanlarının görüntüleri doluyor aklıma. Evet, burası onunda eviydi. adresi ilk gördüğüm anda hatırlamalıydım. Daha önce, çok uzun zaman önce gelmiştim buraya. Bu evde kalmıştım. Ama şimdi o günlerden hiç bir iz kalmamış gibi. Duvarlar en son ne zaman yeni bir badana gördü kendileri bile unutmuşlardır. Halının üzerinde sadece likit gıdaların bıraktığı izler yok, mideden geri çıkanların da izleri var. Tüm temizlik üstün körü yapılmış. Eşyaların dili olsa, kurtar bizi buradan diye yalvaracak gibiler.
Etrafa bakındığımı fark edip, "dağınıklık için kusura bakma" diyor. "Sen bir süredir kendin de değilsin ben ise son bir kaç yıldır hiç yok gibiyim." Ailesini soruyorum, anne ve babasını. "Onları ablamdan daha önce kaybettik, ablam ile sen ayrıldıktan kısa bir süre sonra bir trafik kazasında hayatlarını kaybettiler. O günden sonra ablama benim için her şey oldu."
"Başınız sağ olun" diyorum. Söylenecek pek bir şey bulamıyorum. Hayatı çocukluğundan beri acı içinde geçmiş biri var karşımda. Biz ayrıldığımız zaman, o daha ilk okula gidiyordu. Şu anda otuzlu yaşlarının ortalarında olmalı, ancak sokakta görseniz elli yaşında falan dersiniz. Suratı çektiği her acıyı kayıt etmiş, bir evde tıkılı bir yaşama mahkum olmuş. Ruhani bir yatalaklık bu. Hikayelerimin, romanlarımın kendisini arayan kahramanları kadar dağınık. Ancak artık aramaktan vazgeçmiş biri var karşımda. Belki de bulmuş biri.
Ablası hakkında sorular soruyor bana, geçirdiğimiz zamanları. Aklıma gelen her şeyi anlatmaya çalışıyorum, kavgalarımızı, sohbetlerimizi, sevgimizi. Aklıma da kalan her şeyi. Verdiğim sözden bile bahsedecek oluyorum, ama içimde bir yerlerde hala mantıktan kırıntılar kalmış olmalı ki, bu konudan bahsetmiyorum. Beni dinlerken, ablası hakkında bir şeyler dinlerken gözlerine parlaklık geri dönüyor. Yeniden genç bir adama dönüşüyor sanki. Sözlerim bittiğinde ise, o çökük haline geri dönüyor. Biz konuşurken zaman ilerliyor, bardaklar boşalıyor. Yeniden dolmuyor bardaklar. Artık konuşabilmek için alkole ihtiyacımız yok. İkimizin çok önemli bir ortak noktası olduğunu fark ediyoruz. Sevin.
Ancak sözler biter, sessizlik havayı ağırlaştırır. İnsanlar kendi iç dünyalarına dönerler. Tam kalkmaya hazırlandığım sırada, tama mezarın yerini sormaya karar verdiğimde, Sevin'in odasına görmek isteyip istemediğimi soruyor. Çok istiyorum, o kadar ki, isteğim daha ağzıma ulaşmadan bana yolu gösteriyor.
Sessizce anlaşıyoruz.
Oda evin geri kalanı ile tam anlamıyla tezat oluşturuyor. Her şey düzenli, en küçük biblonun bile tozu alınmış. Kapıyı açtığınız zaman, evin geri kalanında olmayan bir hijyen kokusu kapıdan dışarı yayılıyor. "Ablam, her zaman çok düzenli olmuştur, bilirsin" diyor. "O gittikten sonra da, sanki o hiç gitmemiş gibi tutmaya çalıştım bu odayı."
Bu sefer sessiz bir büyü var sanki. Bir anda o an doluyor aklıma. Tam olarak burada vermiştik birbirimize gerçekçi olan o tek sözü. Ayakta duracak gücü kendimde bulamıyorum. Yatağa salıyorum kendimi. Serkan kapıyı çekip gidiyor, bu anımda bana en ihtiyacım olan şeyi, yalnızlığımı veriyor. Daha ne olduğunu anlayamadan salya sümüğe boğuluyorum. Gözlerim iki çağlayan halini alıyor. Yastığına bastırıyorum kafamı, yıllar sonra, dokuz yıl sonra bile onun kokusu var hala yastıkta. Ya da zihnim bana bir oyun oynuyor. Fark etmez, kokusunu içime çektiğimi sandığım sürece, gerçek olmasa bile, zihnim onu gerçek kıldığı sürece... Düşünemiyorum, kayboluyorum. Sadece hisler, sadece özlem, sadece yoksunluk. Daha önce hiç yaşamadığım bir bunalımın ortasındayım. Sadece ağlayabiliyorum, ve koklayabiliyorum. Serkan'a anlattıklarımdan çok daha fazla anı doluyor zihnime. Daha özel olanlar, o ilk dokunuşlar. Aşık gözlerin karanlık da dahi kedi gözü gibi parlaması. O gözler, koku, sevgi ile dokunuşlar. Kaybolup giden her şey. Tüm ömrüm boyunca benim ile birlikte olması gerekenler: Unutulmaması gerekenler. Fiziken olamasa bile, duygusal olarak hiç kaybetmemem gereken şey, Sevin. Unuttuğum, geçmişin gölgelerine attığım Sevin ve ona dair her şey. Şimdi evreni yok edecek gücüm olsa dahi yanında olamayacağım, yanıma alamayacağım kişi.
Ve canavarlar sizi öldürseler, iyilik etmiş olurlar. Onlar size bir ayna tutarlar. Size kendinizi gösterirler, size kendinizi nasıl öldürdüğünüzü gösterirler. Her hangi bir parçanın ölümü, kanserden yavaş yayılır, her yane sirayet eder ve sonunda sizi sahici bir ölümden beter eder.
Ölümden kötü olan, yaşarken ölmektir. Daha kötüsünü isterseniz, bunu fark etmeyin.
Kendime geldiğimde gene sabah olmuştu. Yastık hala nemli ve benden çıkan sümük, salya karışımı ile kirlenmişti. Odayı inceliyorum, neredeyse son girdiğim zamanki gibi. Raflara çekmecelere bakıyorum. Benim ona verdiğim, defter sayfalarından koparılmış sayfalara yazılmış şiirleri buluyorum. Birlikte çekildiğimiz, tek fotoğraf, çerçevelenmiş bir şekilde bir çekmeceden çıkıyor. Başkaları ile başka fotoğraflar. Başka erkekler hakkında botlar, benim hakkım da notlar. Benden sonra da hayatı devam etmiş, sevmiş sevilmiş. Hem seviniyorum, hem de garip bir kıskançlık hissediyorum. Hakkım olmayan bir kıskançlık. Genede yüzüme bir tebessüm yayılıyor. Bulduğum her yeni şeyde, eski bir arkadaş ile yıllar sonra tekrar karşılaşmış gibi hissediyorum. Her şeyden özürler diliyorum, onlarda kabul ediyorlar sanki. Garip bir huzur kaplıyor içimi, sanki bir yükten kurtulmuş gibi hissediyorum. Gerektiği kadar kalıyorum o oda da. Sonra çıkıyorum, belki bir gün geri dönerim, belki hiç dönmem, bilemiyorum. Zaten artık bir önemi olduğunu da sanmıyorum. Geçmişimin gölgesine şelale sularından ışık tuttum, canavarımın beni farkında olmadığım iki ölümden kurtarmaya çalıştığını gördüm. Sevin'i korkunç ve çirkin bir canavar gibi mağaraların en kör noktasında çürümeye bırakmış bile olsam, içinde bu iyi kalp olduğu sürece sadece yanlış anlaşılan bir masal kahramanı kadar zararlı olabilirdi zaten.
Serkan'ı salonda temizlik yaparken buluyorum. Üstün körü değil, gerçek bir temizlik. Çok işi olduğunu söyleyebilirim. Beni görünce kocaman bir gülümseme ile selam veriyor. Derisindeki kızarıklıklara bakılırsa evden önce sağlam bir kese yaparak kendini temizlemiş. Anlaşılan bu sabah güneş sadece bana değil, ona da doğmuş. Soran gözler ile bakıyorum, gene sessizce anlaşıyoruz. "Ailemizi kaybettikten sonra, ablam hayatını bana adamıştı. Sanki benimle ilgilenmekten geri kalan zamanlarında kendi hayatını yaşamaya çalışır gibiydi. İnsanlar ile arasındaki ilişkilerde ben bir duvar gibiydim. Bu yüzden düğün arifesinde nişanlısından bile ayrıldı. Tam artık ben kendi ayaklarımın üzerinde duracağım sırada, o kara hastalık geldi ve onu aldı. Tam özgür bir kuş gibi uçacakken. Belki nişanlısı ile barışırlardı, belki yeni birini bulurdu. Kariyerine odaklanırdı, dünyayı gezmeye kalkardı. Kendisi için herhangi bir şey yapardı. Ama olmadı. O öldükten sonra kendimi toparlayamadım. Kısa hayatının değil ama, bu kısacık hayatını yaşamamasının bile sorumlusu hissettim kendimi. Arkadaşları aradılar ilk zamanlar, nişanlısı aradı, birileri kısa bir süre aradı işte. Sonra herkes unuttu onu. Ablamın bir zamanlar canlı bir insan olduğunu bilen bir ben kaldım gibi hissettim. Her geçen gün daha ağır geldi bu düşünce. Çok bilindik bir söz vardır, insanlar aslında onları hatırlayan son kişi öldüğünde gerçekten ölürler. Ablamı hatırlayan bir ben vardım. Nasıl ki o benim için hayatını yaşamaktan vazgeçtiyse, bende onun hatırasını en azından kendim için hep taze tutarak, onun için yaşar oldum hayatımı. Ama dün gece sen geldin, o odaya girdin, saatlerce ağladın. Kalbinde ablam için hala yer olan tek kişi olmadığımı gösterdin. Tüm gece mutluluk ile çarptı kalbim. Ağlaman beni bu kadar mutlu ettiği için kusura bakma, ama umarım ne demek istediğimi anlıyorsundur. Kendi hayatımı yaşayabileceğimi hissediyorum artık. Çünkü senden istesem de, istemesem de, onu bir şekilde ölümsüz kılacağını biliyorum. Aramızda sessiz bir anlaşma olduğunu fark eden bir tek sen değilsin."
"Ve, ablama ne söz verdiysen, verdin ama onun tek varisi olarak seni bu sözden azat etme yetkim vardır diye düşünüyorum. Ne de olsa o artık buralarda değil ve sözünü tutmanın da pek imkanı yok gibi."
Sözün ne olduğunu bilse ne yapardı acaba. Ağlamamın onda bu etkiyi yaratması beni de mutlu etti. Sevin, onun bende bıraktığı ve benim görmeyi bunca sene beceremediğim her şey. Sevin, bir şekilde, konuşmadan, hatta nefes bile almadan bana gene istediğini yaptıran kadın. Benim kendi istediğim şeyi yapma kuralımı kırabilen tek kadın. Gene bir şekilde beni kullanıp kardeşini kullanmıştı sanki. Tüm bu hikayede, başrol olduğumu sanıyorken, kendimi merkezde görürken, aslında ne kadar yan bir karakter olduğumu fark ediyorum. Ufak bir aldatılmış hissi var ama yaşadığım şaşkınlığı bastırmıyor. Suratımdaki tebessümü silmiyor. Serkan'dan mezarın yerini öğrenip oradan ayrılıyorum. Ve ona ablasının ölümsüz olduğunu söylüyorum.
Eve vardığımda karım sorgulayan gözler ile karşılıyor beni. Hakkı da var, haber vermeden eve gelmemek, telefonlarımı açmamak gibi bir huyum yoktur. Her şeyi anlatıyorum, geceyi ölü eski sevgilimin yatağında geçirdiğimi söylüyorum. Yaşayan bir fahişenin yatağında geçirseydim, ilişkimize bu kadar zarar gelmezdi. Kanserli hücreyi bünyeye yerleştiriyorum, canlı bomba olduğunu bildiğim yolcuyu uçağa alıyorum, radyasyon taşıyan madde ile oynuyorum. "Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer. Mutsuz ailelerin her birinin mutsuzlukları da kendine göredir." Tolstoy tek bir cümlede evliliğimin neden sona ereceğini açıklıyordu bana. Söz konusu evlilik ise, tek bir hata tüm doğruları silebiliyor. Mutsuz bir evlilik yürütmekten ise, mutlu bir ayrılık yaratmak daha akıllıcadır.
Karım ile yavaş yavaş kopuyoruz. Böyle olacağını bildiğim için, her adımı doğru atmaya çalışıyorum. Ayrılık aşamasını satranç oynar gibi geçiriyorum. Ayrılsak bile, ikimiz içinde en önemli şey olan İkra'yı tüm bunlardan koruyoruz. Arkadaş kalmayı başarıyoruz, kendimize göre bir denge bulup, hayatımıza oradan devam ediyoruz.

Arkeolog bir arkadaşımdan kemik toplama sanatını öğreniyom. Hazır arkeolojiye girişmişken, bu konuda fantastik bir macera romanı da yazıyorum. Ama asıl amacım, o kemikleri toplamak ve hiç bir dine ait olmayan bir mezara koymak. Ne olursa olsun, sözümü tutmuş olmak. Yeni romanımda her şeyi yönlendiren ve insanlara mutluluk getiren tanrıçanın adını Sevin koyuyorum. Fısıltı gazetesine sevinin gerçek kimliğini veriyorum. Sevin, benim romanım ile bir kere daha ölümsüzleşiyor. Gizli gizli mezar kazarak çıkardığım kemikleri Kilyos'ta ağaçlık bir alana gömüyorum. Alışıla gelmişin aksine, mezar taşını mezarın başına dikmiyorum. Mezara gömüyorum. Mezar taşında Frig dilinde mutluluk tanrısının mezarı olduğu yazıyor. Kim rahatsız eder ise, lanetlenir yazıyor.
Her şey bittikten sonra, Serkan bana bir mektup daha veriyor. Sevin'in kendisinin bana yazdığı bir mektup. Ölümünden bir kaç gün önce, Yaşlanana, garip bir virüs vücuduma kamp kurana kadar mektubu okumuyorum. Öleceğimi anladığım zaman, eski karım ve İkra ile vedalaştıktan sonra mektubu okuyorum. Okuduğum son şey oluyor.
"Senin kadar iyi bir yazar olmadığımı biliyorum. Hala benden daha iyi olduğun konularda delice övünür müsün, onu bilmiyorum. Ama övünürsün sen, bazı şeyler asla değişmez. Asla değişmeyecek olanlardansın sen. Neyse, bari şu ölüm döşeğindeyken didişmeyeyim seninle.
Hatırlar mısın bilmiyorum ama, sana ölürken aklımda olan son şeyin sen olacağına inandığımı söylemiştim. Hikayenin başladığı yerde biteceğini söylemiştim. Benimki biraz kısa sürdü ama, dediğim gibi oldu. Ömürlerimiz ne kadar farklı yollarda ilerlese de, bittiği yerde gene birleşti. En azından benim için...
Umarım güzel bir hayatın olur ve Serkan kafanı kırmak zorunda kalmaz. Eli biraz ağırdır, odunu kafana geçirirse, kafan kırılabilir. Bizim söz oyunumuz senin kafanı dağıtıp onu hapislere düşürmez inşallah. Onu emanet edecek kimsem yok, ben gidince bir başına kalacaktır. Sana ulaşıp ona göz kulak olmanı isteyecek halim de olmadığına göre, bende bir mektup yazdım. Eğer bir gün Serkan ile karşılaşırsan, ve ona yardım edebilirsen bu mektubu sana verecek. Umarım bunu okursun, umarım Sevin'irsin.
Yokluğunda seni kalbinde taşımış olan,
Sevin"