30 Mayıs 2014 Cuma

Göz yaşları

Ellerini balkonun soğuk mermerlerine dayamış, kafasını eğmiş duruyor. Fonda acı bir şarkı tıngırdıyor. Kollarından, bacaklarından halatlar ile çekiştirilse, ancak bu kadar gergin olurdu vücudu. Kendini tutmasa, kolları bacakları zangır zangır titrerdi bu  gerginlik ile. 

Sokak kedilerini izliyor. Öyle ya diyor, hep onlar mı bizi gözetleyecek. Birbirlerine kur yapıyor kediler. Erkek kedi bir kaç kere doğru anı yakalıyor, dişisinin üzerine çıkıyor, ama enseden ısırmadığı için her seferinde dişi kedi kaçmayı başarıyor. Ama çok uzağa kaçmıyor, gene yakalanmak istiyor. Bu sefer erkek kedinin doğru olanı yapmasını, onu ensesinden ısırıp etkisiz hale getirmesini istiyor. Her kaçışında bir pençe atıyor. Erkek kedi de yapması gerekeni biliyor, ama yapmıyor işte. Sonunda dişi kedi erkeğe kafa göz dalıyor, erkek kaçmak zorunda kalıyor.

Bizim eleman balkondan, erkek kedi sokağın öbür tarafından dişi kediyi seyrediyorlar. Kendini yalayan, her bir tarafa çiftleşmeye hazırım kokusu yayan kediyi. Başka bir erkeğin ortaya çıkması uzun sürmüyor. Bu seferki tek hamlede enseden yakalıyor dişiyi.

"Sen seversin, dayın siker" diye bir ata sözü var. Atalar boş konuşmuyor.

"Sokaktaki kedilerden bile kendime pay biçer oldum" diyor kendi kendine. Zaten kendinden başka da konuşacak kimsesi yok bu saatte. Dolaptan iki bira alsam, diye geçiriyor içinden, gidip şu kedi ile içsek, sessizce anlaşsak. Sözler olmadan, susarak anlaşsak. Aynı dertten çektiğimizi bilsek. İkimizde biliyorduk ne yapmamız gerektiğini, ikimiz de yapamadık.

Yalnızlık böyledir, kediyle konuşmaya muhtaç eder insanı. Bir şair, sessizlik yalnızlığın türküsüdür demiş. Oysa yalnız olan, hiç de sessiz değildir. Anlatmaya çalışır yalnızlığını. Paylaşıp, eritmek ister, ama kimse anlamaz. İşte o zaman susar yalnızlar, ve bu bir türkü değil, ağıt olur.

Erkekler her zaman daha yalnızdır diye düşünüyor. Kadınların doğası daha koruyucu sanki, anne olmak gibi bir görevleri var onların, soyumuz devam etsin diye. Elinde sonunda anne olacağım diye düşünüyor, benden bir parça olacak diye düşünüyor. Dışarıda kendinden parça olan kimse, yalnız değildir. Erkek ise bundan yoksun işte. O yüzden ömür boyu daha yalnızdır erkek. Zaten hep tanrı olma merakındadır erkek, bu yalnızlık tanrısal sanki.

Saçmalıyor işte, ne yapsın, adam yalnız.

Şimdi balkondan atlasa ya. Bitse bu yalnızlık. Biter mi diye geçiyor içinden. Biteceğine garanti verseler düşünmez atlar. Hiçliğe gideceğini bilse, bir an beklemez de, bilmiyor işte, ölen ne olur, nereye gider. Giden geri gelmedi ki, anlatsın ne var, asıl ne yok.

Tüm vücudu hala kaskatı. Ellerine bakıyor, çok el tutmuştu o ellere. Hani neredeler şimdi? Kalbine dokunan bir el yok, bari elini tutan olsa. Yok ama. Tüm kadınlar ile defterleri kapattı. Sözler söylendi, hepsi tükendi. İstediği onlar değildi. O gerçek aşkı hissetmek istiyordu. Aklının yerinden çıkmasını, var olmanın tüm ağırlığının bir anda yok olmasını. Bir mucize istiyordu aslında. Rüyalarının kadınını istiyordu. Yıllar önce görmüştü onu bir gece düşünde. Düşlerin en güzeliydi. Kalabalık bir anda etrafını sarmıştı, onu omuzlarına aldılar. Önce korktu, nereye götürüldüğü hakkında hiç bir fikri yoktu. Bir markete daldı kalabalık, o da omuzlarda kalabalıkla beraber daldı markete.  Tüm reyonlarda kadınlar vardı. Kendilerini satmaya çalışan renkli ambalajlı cikletler gibiydiler. Ambalaja aldanıp çiğnese, kağıt parçası gibi ağzında dağılacak, kanser edici sakızlar. Kalabalık durmadı, her reyonu hızla geçtiler. Bizim oğlan bir kaç kadını beğendi, omuzlardan inmek istedi, ama bırakmadılar onu. Zaman yok, diye mırıldandılar. Marketin karanlık deposuna götürdüler onu. Az önceki renkli reyonlardan sonra ürkütücü gelen depoları aştılar. Sonunda yukarıdan tek bir spot ışığı ile aydınlatılmış bir kadının yanına bıraktılar onu. Kafasını öne eğmiş kadının yüzü gölgeler içindeydi. Kıvırcık saçları, sarıdan kızıla dönüyordu uçlarına doğru. Üzerinde sade, beyaz, tek parça etekli bir elbise vardı. Tombul kolları ve bacakları bir bebeği andırıyordu. Tombul olmak başka kimseye bu kadar yakışmazdı. O şok içinde bu genç kadına bakarken tüm kalabalığın dağıldığını fark etmedi bile. Zaten dünyanın tüm insanları orada olsalar, hatta mahşer günü, mahşer yerinde olsalar, sadece onu görebilirdi. Onu gördükten bir an sonra, başka kimseyi görmek istemediğini anladı. Seslendi ona, cevap alamadı. Bir adım yaklaştı, sonra bir adım daha... Her adımda cesareti arttı. Bir daha seslenmedi ona. Sonunda en yakınına geldi, eliyle eğik başının çenesine dokundu. Eli alev aldı sanki. Tek bir temas ile tüm vücudu titredi. Çekmedi elini, hafif hafif başını kaldırdı onun. Tarifsiz bir sima, tarifsiz bir gülümseme... Tek kelime etmedi, istese de edemezdi belki. Anlaştılar, anlaşamadılar, hiç fark etmez. Bu sessizlik ile, sadece ona bakarak sonsuzlukları aşabilirdi. O da isterse, tüm sonsuzlukları aşarlardı.

O rüyanın etkisinden asla çıkamadı. Ne uyandığı sabah, ne de yıllar sonra, balkonda tek başına durduğu bu gecede. Hayalleri, mucizeleri istiyordu. Erkek kedi ile bira içmek, rüyasındaki kadınla susmak istiyordu. Dokunamayacağı kadar uzak olanları düşlüyordu. Kim olduğunu, ne olduğunu bilemediği bir kadını arıyordu, tanıdığı tüm kadınlarda. Bir şeyin ne olmadığını anlamak, ne olduğunu anlamaktan her zaman daha kolaydır. Ulaşılmazı aradığını da bal gibi biliyordu. Kim ne derse desin, daha azı ile yetinmeye de hiç niyeti yoktu. Ya hep, ya hiç dedi. Bugün olmazsa, yarın. Bu alemde değilse, belki bir sonrakinde

Sonra;

Balkondan aşağıya bin kilodan ağır bir şey düştü toprak biraz ıslandı, biraz tuzlandı. 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Temet Nosce

Kaç evren var, kaç boyut var, kaç ben var bilmiyorum. Kim olduğumu, ne olduğu mu bilmiyorum. Tek bir tane beni bile anlayamadım, diğer benler benim neyime?  Umurumda da olmaması gerekir değil mi? Hayır, işte farkımız burada. Çünkü benim umurumda, çünkü bildiğim ender şeylerden biri, kendimi bilmek zorunda olduğum. Yoksa bir asalak bitten, bir mantardan, bir virüsten farkımı bulamam. 


Bir erkek nedir, neye sahiptir? 
Eğer kendisi değilse, hiç bir şeye sahip değildir. 



Büyülü kelimeler. Tüm sıkıntılarım kaynağı olan soru, ve tersten cevabım. Sizin için, çoğunuz için sadece şarkı sözleri bunlar. Benim için şarkıdan ötesi...

Kaç ben var bilmiyorum ama, hepsinin kafasında sabit olanı biliyorum. Her birimiz, ben olan herkes, yani biz, ölüm fikri ile birlikte doğduk. Depresyondan çok önce, Martin Eden'den önce, Dövüş Kulübünden önce, Aleksey Niliç Kirilov'dan bile önce kafamda olan, kafamızda olan düşünce. Belki tarih okumak istememin bile nedeni olan ölüm düşüncesi. Benim marangozum, deyim yerindeyse benim yaratıcım olan fikir. 

Size hepinizin bildiği, ama hiç birinizin hakkında konuşmadığı bir sır vereyim mi? Her canlı, her biri gözleri kapalı olarak ölüme koşmaktan başka hiç bir şey yapmıyor.  Bu kısacık ömür zamanında, hayatta kalmaya çalışırken, rahat bir yaşamın peşinde koşarken, en önemli noktayı atlıyor insan. Bu ömrü yaşayanın kim olduğu hakkında hiç bir fikri olmadan, ölüp toprak oluyorlar. Kendilerini tanımıyorlar, görmüyorlar, duymuyorlar bile. Zaten kısacık olan ömür, kocaman bir yalana dönüşüyor. Yalandan rahat bir ömür, tebrikler bu sizin için büyük ödül. 

Kendini tanıdıkça, acı alır insanı. Boğucu bir hayvan olur, gırtlağına yapışır. Ölüyorum sanır insan, ama ölmez. Kaçarsa ölür, acıdan kaçmak, kendinden kaçmaktır. Her acı kabullenilmeli. Her acı yaşanmalı. Acılar üretmeli insan kendisine, neyin kendisini acıttığını bilirse, daha iyi tanır kendisini. Mutluluklar sevinçler aldatıcıdır. Parlayan gözler gibi, yalan sevgiler gibidir. Yolu gösterenler onlar değildir. Çünkü onlar istenenlerdir. Sonsuz yol varken, istediğinizin gerçek yolunuz olduğunu asla bilemezsiniz. Sonsuz yoldan sadece gerçek olan yol sonsuzluğa çıkar. Siz bu cümleyi biraz düşünseniz? Ne kadar az düşünüyorsunuz. 

Bir anne babanın, arkadaşların dostların, sevgililerin duymak isteyeceği şeyler değil bunlar. Benim de elimde değil, yazmam gereken şeyler bunlar. Zamanım kısa, ölüm her zaman kapıda. Ha bin yıl sonra, ha elli yıl, ha bir an sonra? Sonsuzluk karşısında zaten hepsi an değil mi? Her an da sonsuz değil mi? Eğer sen kendin bilmezsen, bu nice okumak değil mi? Kendin bilmek, tek gerçek yol değil mi?

Bazen diyorum ki, bırak, herkes gibi ol. Düşünme. Tek derdin kazanacağın para, evleneceğin kadın, yetiştireceğin çocuk olsun. Bırak, zaman alsın seni ellerine, kendi anının sonuna kadar taşısın. Bilincini sil, kafa rahat olsun. Onların yollarında yürü, zaten her şey için bir yol çizilmiş, buna uy, siktir et gerisini. Yalandan bir gülümseme takınmak senin için zaten kolay, idmanlısın zaten tüm hayatından. Başkaları için değil, kendin için takın o gülümsemeyi, o koruyucu maskeyi. Acı acı konuşma, kimseyi ağlatma, kimseyi üzme. Sığ sularda takıl, derinlere gitme. Zaten oldum olası yüzmek seni yorardı, içilen sigaralar cabası oldu. Siktir ediver beyaa, de Trakyalı kanı var sende, en sağlam uyuşturucudan daha rahat bir kafa sağlar o sana. 

Ama anlamadığım bir şey engel oluyor. Belki paralel bir evrende başarmış olan ben, belki önceki hayatlarımdan bir ses, "sen, sen olmak zorundasın" diyor. "Çocukluğundan beri kahraman olmak istiyorsun, hiç ufak hayallerin olmadı senin. Büyük paralar ile büyük hayaller satın alınamaz. Alına bilse, dünyanın tüm servetlerini önüne dökerlerdi, hayallerini satın alabilmek için. Senin kendini gördüğün yerde, sadece bir anlığına görmek için her şeyini verenler olurdu." Böyle saçma sapan konuşuyor biri benimle. 

Kafamın içinde bir yerlerde sürekli bir cevap için yeni sorular soruyorum. Bir yolunu bulup cevapları bulmayacağım. Sadece cevaplara giden yolu bulacağım, sonra cevaplarında bir anlamı kalmayacak. Pek bir şey bilmiyorum aslında ama, en emin olduğum bilgi, eğer kendi yolumda yürümezsem, ölüm beni istediğimden çok daha erken alacak. 

25 Mayıs 2014 Pazar

Geçmişin Gölgesi

Geçmişimiz canavarlara gebedir. Bazen yaptıklarımızın, çoğu zaman yapmadıklarımız bedelidir onlar. Geçmişin karanlıkları, geleceğin üzerine gölge olur. Ne kadar hızlı koşarsanız koşun, o sizi yakalar. Bir anda bugünü ve yarını elinizden alır.

Otuzlu yaşlarını geçmiş insanlar doğum günlerini kutlamayı pek sevmezler. İşleri yoğun olan çoğu insan  doğum gününü bile unutur. Ailesi ve arkadaşları sürpriz partiler yapmazsa doğum günlerini farkına bile varmadan geçirebilirler. Ben ise, kırk yaşıma basmak üzereyken bırakın doğum günümü hatırlamayı, kaç yaşımda olduğumu bile unutacak kadar yoğun geçiriyordum zamanı. Kendimi tamamen yeni kitabımın yazımına vermiştim. Benim başyapıtım olacak kitaba. Tüm yeteneğimi, bilgi birikimimi ve enerjimi kattığım baş yapıtım. Üç yıldan beri yazım aşamasındaydı ama, hayatımın tamamını bu eserin hazırlık aşaması olarak görüyordum. Kendi sözlerimin bir bütünü, tamamen bana ait bir eser. Diyorum ya, hayatımın baş yapıtı olacak kitaptı. Ve sona yaklaşmıştı. Bırakın kendi doğum günümü, canımdan çok daha fazla sevdiğim kızımın doğum günün bile unuturdum. Cumhuriyet bayramını kutladığımızı atılan havai fişeklerden anlayacak kadar dünyadan kopuk durumdaydım. Hal bu iken, kaç yaşıma girdiğimi bile unutmamı mazur görmelisiniz.

İlk hediye, ben fark etsem de, etmesem de zaman tarafından verildi. Her yıl olduğu gibi, bu yılda bana yeni bir yaş hediye etmişti. Daha beşeri olan hediyeler ise ailem ve arkadaşlarımca sürpriz doğum günü partimde verildiler. Tüm gün kitabımın basım işleriyle uğraşmıştım. Aslında tamamen angarya olarak gördüğüm tasarım işleri, yayına giriş tarihi gibi şeyler ile bile kendim ilgilenmek istiyordum be sefer. İlgilenmek dediğim, anlamadığım konulardan sorular sorarak anlayanların canlarını sıkmak olsa da, bu kitabın her adımında orada olma dürtüsüne karşı koyamıyordum. Elimde olsa, satılacak kitapların hepsini tek tek kendim verirdim okuyuculara. Abartı bulmayın ama, en son kızım doğduğunda, doğum hane kapısında beklerken bu kadar heyecanlıydım. Anahtar ile kapıyı açıp eve girdiğimde kızımın uyku saati çoktan geçmişti. Bana aldığı güzel hediyesini vermeden uyumamak için baya bir yaygara çıkarması gerekmiş. Hediyesini hemen verip kendini uykuya bırakmak için odasına gitti, şu klasik kapalı ışıkların yanıp iyi ki doğdun diye bağırılan karşılamadan hemen sonra. Amerikan filmlerinden ithal, klasik bir sürpriz doğum günü kutlaması yaşadık.

Bu güzel sürpriz için kime teşekkür etmem gerektiğini biliyordum. Tüm hengame içerisinde, bir ara karımın kulağına, herkes gittikten sonra edeceğim teşekkürü hafif de ahlaksızca fısıldadım. Karım, güzel, akıllı ve sevecen karım. Onunla bir "genç yazarlar öğrenciler ile buluşuyor" gibi bir ismi olan konferanslardan birinde tanışmıştık. Söz alınca soru sormak yerine sahnedeki konuşmacıyı yerin dibine sokmaya ant içmiş biri gibiydi. Uzun uzun "Türk Romanı" diye bir kavramın oluşamadığından, roman yazmaya başladığımızdan beri ya bireysel konulardan, yada genel geçer toplumsal olaylarımızdan dem vurduğumuzu, evrensel sorunlardan dem vurmaya çalıştığımızda sadece başka milletlerin yazarlarını taklit edebildiğimizi söyledi. Daha uzun ve örneklerde vererek konuşmuştu. Konuşurken sesi kendisine ve söylediklerine tam bir inançla çıkıyordu. Belki de bu yüzden, benim sesim ağzımdan çok başka bir yerimden çıkar bir hal almıştı cevap verirken. Şimdi bile söyeldiklerine tam cevap bir cevap verecek niteliklerim yokken, dokuz yıl önceki halimin bunu başarması imkansızdı. O konuştukça, ben sahnede boncuk boncuk terliyordum. Örnek verdiği bazı yazarları hiç okumamıştım, bazı kitapların adlarını bile duymamıştım. Henüz bir tanecik roman yazabilmiş, yazdığı eser bir kaç köşe yazarınca olumlu eleştiri almış, otuz bir yaşındaki genç bir yazarı sahnede madara etmenin yolunu bulmuş gibiydi. Bilgimin yetersiz kaldığı yerde, mizah anlayışım yardımıma koştu. "Sizi haksız çıkarmayı, bir gün evrensel bir roman yazmayı çok isterim." dedim. "Ama önce sizi yemeğe çıkarmayı daha çok isterim." Tüm salon teklifim ile kahkahaya boğulmuştu. Soruyu soran bir erkek olsaydı nasıl nasıl yırtardım hiç bir fikrim yoktu, ama öyle olmadığı için çok şanslıydım. Daha şanslı olduğum ise gülenler arasında soruyu soran bu kadınında olmasıydı. Teklifimi kabul etti, bir yemeğe çıktık, daha sonra bir tane daha ve altı ay sonra evlendik. Evet, çok hızlı olmuştu. Ama doğru insanı bulduğunda, insan kaybedecek pek fazla zamanı olmadığını anlıyor.

Şimdi tam dokuz yıl sonra, ben hala romanlar yazmaya devam ediyorum. O ise anne olduktan sonra yüksek lisans programına geri döndü, sonrasında doktora. Bu yıl sonunda doktorasını tamamlayacak ve bir üniversiteye atama bekleyecek. Annelik ve öğrenciliğin yanına çalışmayı da ekledi. Bir gazetenin kültür sanat departmanında yardımcı editörlük yapıyor. Bu işi alabilmesinde benim karım olmasının ne kadar payı var bilmiyorum ama, bir inşaat işçisinin karısı olsaydı bile, tüm bunları yapabileceğine eminim. Bu yoğunluk arasında bana böyle bir sürpriz yapabildiğine göre, her şeyi yapmaya enerjisi olsa gerek.

Ufak kutlamamızdan sonra, insanlar gidince etrafı birlikte toparladık. Gözlerinden yorgunluk akmasına rağmen, bana bakınca hep oluşan o ufak parıltı tüm engelleri delip göz bebeklerine ulaşıyordu. İşlerin bitmesine yakın, "gerisini ben hallederim" deyip, burnuna bir buse kondurdum. "Beni bekle" dedim. Kocaman bir gülümseme yayıldı ağzına, bekleyeceğini söyledi. Önce kalan işleri bitirdim, sonra kızımın odasına, iyi geceler demeye gittim.

Bir insan, bir insan yavrusu, hatta bir şebek yavrusu bile böyle uyuyamaz. O küçücük vücudu ile "nasıl daha fazla alan kaplarım?" diye düşünerek yatsa, bu kadar fazla alan kaplayamaz. Sol kolu Viyana'da, sağ ayağı Yemen'de. Yorgan yatak dışında, hani her baba gibi üzerini örtmeye kalksam, kızımı uyandırmadan bunu yapmam imkansız gibi. İşte böyle uyuyor benim ufak canavarım. Yatağının yanı başındaki koltuğuma oturup bir süre onu izliyorum. Kız babası olmanın o korkunç hisleri bir kere daha aklıma hücum ediyorlar. Bir gün, umarım çok uzun yıllar sonra bir gün, bir adam, başka birinin çocuğu kızımı elimden alacak. Nasıl ben annesini aldıysam, bir adam da benim kızımı elimden alacak.

Hiç bir sevgi yok ki, sonunda insanın kalbine acı vermesin. En temiz olanı bile...

Kızımın yanında ne kadar kaldım bilmiyorum ama, kendi odamıza döndüğümde, kızım gibi çılgınca olmasa bile, karımı da uyumuş buluyorum. Bir süre de bu meleği izliyorum. İçim huzur ve mutluluk ile dolu sanki. Ne sankisi, kesinlikle öyle. İki tane meleğim var, kitabım hazır ve doğum günümün gecesindeyim. Yatsam  da uyuyamazdım, içim kıpır kıpırdı. Mutluluğun en belirgin göstergesi kütür kütür atan bir kalptir. Çoşkuyla akan bir kalp, sizi uyutmaz.

Salona geçip televizyonu açtım. Kanallar arasında dolandım. İlgimi çeken bir şeyler olmadığı için, akşam yayınlanmış bir tartışma programının tekrarında kaldım. Bu programlarda genellikle başkalarının sözlerini kesin doğrularmış gibi kabul etmiş ve karşılarındaki insanlarında kabul etmesi için didinen insanlar olur. Kendi sözleri olmayan insanlar, aslında kendileri de olmayan insanlardır. Eh, bunları düşünüp, insanın kendisi ile bir hayat muhasebesi yapmaması olmaz. Hele 40 yaşına bastığı günde, bu muhasebe kaçınılmazdır. Benim için bu muhasebeler genelde kısa olur. Pek fazla geriye bakıp ağlayan birisi değilim. Benim için önemli olan şey, yaptığımın hata olması ya da olmaması değil, yaptığımın benim olmasıdır. Bir başkasının istediği gibi değil, kendi istediğim gibi davranmak  zorunluluğunu her zaman hissettim. Önemli olan ikinci şey ise, istediğimi almamdır. İstediğimi alana kadar asla duramam. Ne istediğini bilmeyen insanlardan olmadım hiç. Hislerime güvenerek hızlı kararlar verdim. Aldığı kararlar insanın kendi kararları olduğu sürece, bu kararları hayata geçirmesinin önünde ne engel olursa olsun, insan bunu başarır. Ben bir yazar olmayı daha on yaşımdayken falan vermiştim. Yalan söylemedeki başarımı fark ettikten sonra, bu yalanları en iyi nasıl kullanabilceğimi düşündüm ve yazar olmak kararını verdim.

Ve şimdi, kırk yaşımı doldurup geride bıraktığım bu gecede, hayatımda yapmak istediğim hemen hemen her şeyi yaptım. Arık tamam hissediyorum. Bir erkeğin hayatındaki en önemli yaş kırktır. İnsan kırk yaşına gelmediğinde, kendisini tamamlama zamanını geride bırakmıştır. Bu yaşa kadar yapılan birikimler, en olgun meyvelerini artık vermeye başlar. Yaşlılık gelip insanı tekrar çocukluğuna döndürene kadar insan en değerli eserlerini verir. Benim için bu olgunluk çağı harika başladı. Şimdiye kadar ki en önemli eserim artık hazır. Bir kaç gün içinde basım başlayacak ve kitap okurlara sunulacak. Çeşitli sempozyumlarla, röportajlarla bir dinlenme süresi geçireceğim. Sonra yeni bir eser için, daha iyi bir eser için yeniden çalışmaya başlayacağım.

Kırk yaşımda istediğim bir hayatı yaşamanın mutluluğu içerisinde otururken, hiç olmaması gereken bir şey oldu. Bunu açıklamanın tek yolu, geçmişten gelen bir canavarın beni yoklamasıdır. Henüz lise zamanlarımda bir kız arkadaşım vardı. Bir yıl kadar birlikte olmuştuk. Çoğu ilkimi onunla yaşamıştım, o da benimle. Masumane ve çocuksu bir ilişkiydi. Karşı cinse nasıl davranması gerektiğini öğrenen gençlerdik. Üniversitelerimiz farklı şehirlerde olunca da, sancılı bir süreçten sonra ilişkimiz sona erdi. Sancılı dediğim, kavgalı ve tüketici, anlaşılmaz bir dönem. İkimizde artık bu ilişkinin yürümeyeceğinin, bir sonumuz olmadığının farkındaydık. Bunu karşısındakine ve kendisine itiraf eden kişi olmayınca, karşındakini, kendini ve ilişkinizi yıpratma süreci başlıyor. Gençliğin verdiği aptallık ile de bu süreç uzuyor. Belki daha olgun olsaydık, bugün sevgili olmasak bile, en azından arkadaş olabilirdik. Şimdi dönüp o günlere baktığımda, hatırladığım tek şey çok yorgun olduğum. Hiç bir şey yapmamak en iyi dinlenme oluyor bazen. Böyle olsun istemezdim, ama oldu. En iyisi, bu gibi anıları kafadan bile silmektir. hiç düşünmemek, hayatın bir bölümünü yok saymak. Unutmak, mümkünse unutulmak. Yapılan hatayı, daha doğrusu yapılamayan doğruyu görmezden gelmek.

Unutulan her şey, bir anda, tek bir muhabbetin kuru hatırası ile insanın kafasına dolabilir. Gelecek hakkında fantastik tahminler yapmayı, birbirimizden istek de bulunmayı çok severdik. Mesela bir keresinde bana bir uzaylı tecavüz ederse, intikam için cinsiyet değiştirip bana tecavüz eden uzaylıya tecavüz etmesini istemiştim. Kabul edince de bunu bir deftere yazıp, sanki bir senet gibi imzalamıştık. O da ABD başkanı olması halinde benim Rusya başkanı falan olmamı isterdi, kabul eder sözde senetler imzalardık. Böyle böyle koca bir defteri saçma anlaşmalar ile doldurduk. Bir gece uykusundan irkilerek uyanmıştı. Ne olduğunu sorduğum zaman, rüyasında öldüğünü ve mezara gömülmek üzere olduğunu, tüm bunları dışarıdan izlediğini söyledi. Sonra gizli yasamızı bozdu, ve benden mümkün bir istekte bulundu. "Eğer senden önce ölürsem" dedi, "beni hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa göm. Çünkü ölen insanlar bile hala ayrıma uğruyorlar. Hayattayken anlaşamayan insanlar, ölülerinin vücutlarını bile, çürüyüp gidecek o et parçalarını bile birbirlerinden ayrı tutuyorlar.Ben bu ayrımın bir parçası olmak istemiyorum. Kimsenin ölü bedenim üzerinden diğerlerini benden ayırmasını istemiyorum." Bende salak gibi kabul ettim, karşılık olarak da, eğer kırk yaşıma geldiğimde sıradan ve sıkıcı bir insan haline gelmişsem, kafamın arkasına bir odun ile vurmasını istedim. Bu isteğim kabul ettiğim isteğinden  daha salakçaydı kuşkusuz. Çünkü dünya üzerindeki kırkıncı yılımı geride bıraktığım bu gecede, eski bir hatıranın, güzel günlerin ama can sıkıcı sonunun hatırlanmasına neden oldu. Bir süreç ne kadar güzel olursa olsun, hatırlanan daima sonu oluyor. Muhteşem çalımlar ile ilerleyen bir futbolcu, eğer bu hareketleri gol ile bitirmez ise, hiç bir şey elde edemiyor. Gelip kafama odun ile vurabileceği bir yaşantım olmasa da, en azından unutmadığını gösteren bir işaret vermesi çok hoşt bir jest olurdu diye düşündüm. Çok da üzerinde durmadım, en azından bu güne kadar.

Bir kaç gün önce yayın evine benim için bir mektup gelmişti. Yeni bir kitabım çıktığı için, okurların kutlama mesajları çok normaldi. Ancak elektronik postalar yerine gerçek bir mektup ilk defa geliyordu. Herhalde nostarjik olmaya çalışan bir kadın yazar, ya da beni etkilemek isteyen genç bir yazarın mektubudur diye düşündüğüm için yayın evine kadar gidip mektubu almadım. Bu sabah bir nezaket ziyareti yaptığım sırada mektubu da almış oldum. Eğer köprü trafiği olmasaydı, büyük ihtimalle arabamın ön koltuğunda karım bulana kadar dururdu o mektup. Trafik sıkışıklığında küfürler savururken, gözüme mektup çarptı. Oyalanmak olsun, belki eğlenceli de olur yada hoş bir kaç cümle okumak iyi gelir diye mektubu açtım. Beklediğimden kısa ve pek özensiz bir yazı ile yazılmıştı. Zarfın üzerinde, gönderen kısmında bir erkek adı yazılıydı. "Serkan Yılmaz" Tanıdık geldi ama, nereden tanıdık geldiğini bile anlayacak zamanı tanımadan okumaya başladım mektubu. İlk bir kaç cümlede kim olduğunu hatırladım zaten.

"Sayın Okan Mertoğlu

Büyük ihtimal beni hatırlamayacaksınız ama daha önceden tanışmıştık. Lise çağınız sırasında ablam ile ablam ile bir yıl kadar bir birlikteliğiniz olmuştu. Anladığım kadarı ile birbirinize olmayacak olaylar hakkında sözler vermek sizin için oyun gibi bir şeydi. Hatta birbirinize verdiğiniz bu sözlerden bir defteri doldurmuşsunuz. Sizin için de özel olabilecek bu defteri okuduğum için özür dilerim. Vereceğim kötü haber için de özür dilerim. Haberiniz var mı bilmiyorum ama, ablamı dokuz yıl önce kansere kurban verdik. Ölmeden bir kaç gün önce, bana da bir söz verdirtmişti. Siz kırk yaşınıza vardığınız zaman, eğer sıradan bir hayatınız var ise kafanıza odun ile vurmamı istemişti. Kendisi için çok önemli olduğunu, unutmamam gerektiğini söylemişti. Hayat ve yaşamak ile uğraşırken, ablama verdiğim bu söz aklımdan çıkmış, bir kaç gün önce şans eseri bir röportajınızı okuduğum sırada kırk yaşınızı doldurduğunuzu öğrendim. Sıradan bir hayatınız olmadığını bilmek için, herhangi bir röportaj okumama gerek yoktu. bu yüzden siz büyük bir acıdan, bende büyük ihtimal sunu karakolda bitecek zorlu bir görevden kurtulmuş oldum.

Ancak defterden fark ettiğim kadarı ile, bu tür sözleri genellikle iki taraflı vermişsiniz. Ablamın bana bu konuda söz verdirmesinin sebebi, odun ile vurma hakkın da kendi verdiği sözü bana devretmesi olduğunu anlamam çok güç olmadı. Sizin ona ne söz verdiğinizi bana söylemedi, bende defteri bir kere daha okudum, ancak sizin ne söz vermiş olduğunuzu bulamadım. Zaten artık pek de önemi olmasa gerek. Sonuç olarak, ablam için artık kimsenin yapabileceği bir şey yok. İçimden bir his, ablamın sözünü unutmadığını bilmeniz gerektiğini söyledi. O yüzden size bu mektubu yazdım. Adresinizi bilmediğim için yayın evinize yolladım. Mektubun elinize geçip geçmeyeceğini bilmiyorum, zaten daha çok üzerimde kalmasın diye, aklıma takılmasın diye yaptığım bir şey bu. Hem ablam için bir şeyler yapmış olmak, dışarıdan anlamsız görünse bile benim için önemli.

Saygılar, Serkan Yıldırım"

Korna sesleri, aynadan yansıyan selektör ışıkları, yanımdan geçen arabalardaki şoförlerin küfürleri ve kadınların garip bakışları... Hiç bir şey bu evrenden  değil sanki ya da ben çok farklı bir evrendeyim. Kanser? Ölüm? Defter? Sevin?

Ve karanlığın içinden, geçmişim gölgelerinden bir canavar ortaya çıkar, bugünü ve yarını yutar.

Evime geldiğimde, hala şok içerisindeydim. Suratımdan büyük bir şok yaşadığımı anlamak için, ne psikiyatr olmanız gerekli, ne daha önce şok yaşamış olmanız, ne de karım olmanız gerekli. Karım suratıma bakıp, "konuşmak mı istersin, yoksa gene kendine mi saklayacaksın?" diye soruyor. Bir derdim olduğu zaman, bunu insanlara anlatmayı can sıkıcı bulurum. Ne de olsa kendi bildiğimi okuyacağım için, insanların tavsiyeleri sadece bir kulağımdan girip öbüründen çıkacağı için insanlara dertlerimi anlatmayı gereksiz bulurum. Karım bunu bildiği için, daha önemlisi bunu anlayabildiği için sıkıntım olduğu zamanlarda beni kendi halime bırakması gerektiğini bilirdi. Artık ne halde görünüyorsam karım sonucu bildiği halde sormak zorunda hissetmişti kendini. "Dertlerini , sıkıntılarını en önemlisi öfkeni kendi içinde tuttuğun sürece böyle olacaksın sen. Tuttuğun her şeyi bir anda dışarı salıyorsun. Ani sinir nöbetlerinin tek nedini bu. Bu böyle devam ederse, öfken ve nefretin seni yok edecek. Seninle beraber, seni sevenleri de yok edecek." Yıllar önce söylenmiş sözler. Sevin'in sözleri. Benim yerime, benim için düşünme gereksizliğinin sözlere dönüşmüş hallerinden sadece biri. Geçmişte gömülü olmuş, ancak teker teker yüzeye fırlayan ve fırlayacak anılardan sadece bir tanesi. "Hiç olmaz ise ne olduğunu söyle" diyor karım. Ölmüş diyebiliyorum sadece. Kim ölmüş, ne zaman ölmüş, neden ölmüş, nerede ölmüş, nasıl ölmüş, ne? Hiç bir soruya cevap veremiyorum. Doğrudan yatağa gidiyorum. Kıyafetlerimi bile çıkarmadan yatağa bırakıyorum kendimi. Sonrası, karanlık alıyor beni, uykuda bir parça huzur buluyorum.

Ertesi gün öğlene doğru uyanıyorum. Saatler hatalı değilse, 14 saatten fazla uyumuş olmalıyım. Her tarafım tutulmuş durumda. Karım ne yanımda uyumamakla kalmamış, odaya bile girmemiş. Üzerimi bir yorgan ile örtmemiş olmasından anlıyorum bunları. Karım gibi düşünceli bir kadının bu tavrı tek bir şey ile açıklanabilir, dün akşamki halim ve tavrım sinirlerini tepesine çıkartmış. Sinirli ve yaşayan bir eş, ölü eski sevgiliden daha gerçekçi bir sorundur. En azından kısa vadede böyle olması gerekir. Sıcak bir duş alıp biraz rahatlamak, birazda ağrıyan ve gergin kaslardan kurtulmak gerekli. Sıcak suyun altında duruyorum. Su kafamdan tüm vücuduma yayılıyor. Vücudumu yıkadığım süreden çok daha fazlasını suyun altında öylece durarak ve düşünerek geçiriyorum. Benim yıkanmaktan anladığım da bu zaten. Yıkanmak ve amaçsızca yürümek benim için en önemli meditasyon zamanlarıdır. Kitapların konuları, çoğu fikrin temeli, sorunlarımın çözümleri ya yürürken bulunmuşlardır, ya da böyle su altında dururken. Şimdi de karımın gönlünü almanın yolunu düşünüyorum. Kızmakta çok haklı olduğunun farkındayım. İnsanlar yakın oldukları kişilere dertlerini anlatmak kadar, o kişilerin dertlerine ortak olmak da isterler. Benim bu çekilmez yalnızlığım, yani dertlerimi kendime saklamam, büyük bir bencilliğin göstergesi. Su altında bunları düşüyorum, sonra bir ses "bu yaptığın bencillikten başka bir şey değil" diyor. "İhtiyacın olmayan bir suyu harcıyorsun, suyu israf ediyorsun. Dünyada o suya muhtaç milyonlar varken, gelecekte daha çok insan suya ihtiyaç duyacaklar. Yapma bunu." diye diye kafamın içinde çınladı. Onun seni bu, Sevin'in sesi. Onun sözleri bunlar. Geçmişin fısıltıları..

Ketum kalabilmenin en önemli şartı, az biraz rol yapmaktan geçer. Kendimi bildim bileli derdini tasasını paylaşan biri olmadığım için sürekli derdimi kurcalamaya çalışan ailemden, arkadaşlarımdan, rehber öğretmenlerimden kaçmak için oyunculuk yeteneğimi geliştirdim. Akademiden ödül alacak oyunculuklar sergilemesem de, kendi ödülüm olan sessizliği çoğu zaman elde ettim. Banyodan çıktıktan sonra salonda kahve ve sigara seansı yapan karımın yanına gidiyorum. Nasıl ki beni için su altında ya da amaçsızca yürümek bir meditasyon yöntemi ise, kahve sigara seansı da karım için aynı işlevi görüyor. Sessizce ayak ucuna oturuyorum. Oyun oynarken sahibini biraz fazla dişlemiş bir köpek gibiyim. Sanki özür dileyeceğim, ama doğru sözleri bulamıyor gibiyim. Bana bakan gözlerinde öfkesini görebilirsiniz. Biraz daha derine bakarsanız, bu gözlerdeki şefkati ve endişeyi de görebilirsiniz. "Lisedeki eski sevgilim bir süre önce ölmüş" diye başlıyorum söze. Nasıl öğrendiğimi anlatıyorum. Son aylarda duygusal bir çoşkunluk yaşadığımı, bunu zaten bildiğini, bu çoşkunluk üzerine gelen kötü bir haberin normalde yapacağından daha fazla bir tepki yarattığını anlatıyorum. Söz oyunundan bahsediyorum. İyiyim diyorum. Banyodaki yada daha önceki seslerden bahsetmiyorum. İnanmıyor, şüphe ediyor, inanıyor. Sonunda aramızdaki ilişki için en hayırlı olan ne ise, ona sarılıyor. Bana güveniyor. "Eeee, ne yapacaksın?" diyor. Ne konuda olduğunu anlamıyorum. "Yani verdiğin söz, kadın nerede gömülü?" Bilmiyorum. Bu konuda kendi kendime bile düşünmedim. Ne yapabilirim ki? Dokuz sene önce ölmüş bir bedenden geriye ne kalmıştır ki? Cevabı bilmiyorum, karımda bilmiyor. Özür diliyorum, sarılıyorum, öpüyorum, öpüyor, öpüşüyoruz. Affediyor beni, ya da öyle zannetmemi istiyor. "Bunca seneden sonra" diyor, "unutamadığın bir eski sevgilin olduğunu öğrenmem... bilmiyorum, sadece garip bir his."

Unutamadığım eski sevgili? Daha önce ona Sevin'den hiç bahsetmemiş olduğumu söylüyor. "Eğer bahis etmediysen,  unutamadığındandır" diyor. Belkide tamamen unuttuğum  içindir? "O da aynı kapıya çıkar ya" diyor. "En azından senin için, çünkü sen istemedikçe hiç bir şeyi unutmazsın." Söz konusu olan ölü bir kadın bile olsa, kadınlar için bunun bir şeyi değiştirdiğini sanmıyorum. Her kadın bir rakip, doğan her kız çocuğu potansiyel bir rakip.

Bir kaç günüm evde geçiyor. Yarı yıl tatili zamanında olduğumuz için kızım ve karımla vakit geçiriyorum. Üzerinde çalışmak zorunda olduğum bir kitabım olmadan dilediğimce kızıma vakit ayırabilmenin mutluluğunu yaşıyorum. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyorum. Çünkü bir eser ile meşgul olmayan zihnim, üzerinde pek de düşünmek istemediğim bir konuya, Sevin'e kayıyor. Bir kaç kere daha sesini duyar gibi oluyorum. Ne söylediğini anlamasam bile, onun bana bir şeyler söylediğini duyuyorum. Bu garipliği eşime ve kızım İkra'ya yansıtmadan geçiriyorum günlerimi. Sadece bir kere rüyuama giriyor, mezardan çıkmaya çalışan bir el görüyorum. Gözleri ile gözlerim arasında bir buçuk metre olmasına rağmen, sanki gözleri benim gözlerime kilitlenmiş gibi. O gözleri görmüyorum, ama "beni buradan çıkar" diye yalvarır gibi baktığını tüm hücrelerimde hissedebiliyorum. Elini tutup onu çıkarmak istiyorum, fakat vücudumu kımıldatamıyorum. Felç geçirir gibiyim, adım atamıyorum. Kafamı eğim ayaklarıma baktığım topraktan çıkmış iki el tarafından sıkıca tutulduklarını görüyorum. Eller ayaklarımdan tutarak beni toprağın altına çekmeye çalışıyorlar. Hareket etmeye çalıştıkça, Sevin'e yardım etmeye uğraştıkça daha da güçlü çekiyorlar.

Her şeyi oluruna bırakmak, kendi hayatınızdan kendi iradenizi çıkarmak gibidir. Eğer şanslıysanız, hayat sizi daha iyi bir yerlere sürükler. Şansız iseniz, daha beter durumlara sokar. Her iki ihtimalde de, sonuç sizin olmaz. Bu yolla gelen bir mutluluğu sahiplenmek, sizin olmayan bir çocuğu sevmek gibidir. Farkında olmasanız bile, çocuğun gerçek babası her zaman aklınızın bir kenarında, gizli bir düşman gibi durur. Kendi kafanızın içine bir kendi elleriniz ile bir Truva Atı sokmuş olursunuz. Olası bir mutsuzluk ise, zaten sizin olmadığı için kendinizi değil başkalarını suçlarsınız. Öyle ya, insanlar bizi yapmadıklarımız ile değil, yaptıklarımız ile suçlarlar. Şunu yaptın, bunu yaptın, onu  niye öyle yaptın? En azından bir şeyleri değiştirmeye çalışmış, kaderine razı kalmamış, ama bir nedenden başarısız olmuş insanları suçlamak çok kolaydır. Taşın altına elini koymak, taşı kaldıramayınca birinin elinizi kıracağının garantisi gibidir.

Ve geçmişten kulaklara dolan seslerle, gölgelerden çıkan canavarlarla canavarlar ile yaşamak herkes için zordur. Arabamı torpidosunda duran mektubun zarfına bakıyorum. Gönderenin adresinin yazdığı yerde okuduklarımı aracımın adres bulmaya yarayan yön göstericisine yazıyorum. Götü beni araba, ufak bir ziyaret yapmam gerekli. Bu ziyaretin zorunluluğunu hissediyorum. Belki de çok uzun yıllar önce yapmam gereken bir ziyaretin, günümüzdeki sahte iz düşümünü gerçekleştiriyorum. Sadece Serkan ile konuşup, ölünün arkasından ufak bir ağıt söylemek istiyorum. Belki onu ölümsüzleştirmek için bir şiir yazarım ya da mümkünse hayatından parçalar buluna bir hikaye. Benden ona bir hediye, ölü bedenini hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömmediğim için, sözümü tutmadığım, tutamadığım için bir özür.

Serkan'ın yaşadığı apartmanın kapısına vardığımda, yola çıkarken sahip olduğum kararlılıktan eser bile kalmıyor. Ne işim var ulan benim burada? Ne diyeceğim, ne konuşacağım ki bu adamla? Merhaba, ben ablanın lisedeki sevgilisiyim, bildiğin gibi, senin de bildiğin gibi. Ölümünü öğrenince ufak bir şok geçirdim, sesini duyar, rüyalarımda görür oldum. Seninle onun hakkında biraz konuşmak, mümkünse mezarını açıp kalan parçalarını taşımak hiç bir dine ait olmayan bir mezarlığa gömmek istiyorum. Böyle bir mezarlık bilmediğim için, mezarlık bile olmayan, boş bir araziye gömmek zorundayım. Bir kaç yıl sonra ablanı gömdüğüm yerin iskan planı değişir ve bölge iskana açılırsa, ablanın üzerine insanların yaşayacağı bir bina dikme ihtimali de var tabii. Ne yapalım, İstanbul burası, şehitlik altından otoyol geçen şehir, ablanın da üzerine bina dikseler ne olacak ki?

Hayır, bunlar saçmalıktan daha öte. Benim güzel bir hayatım var. İstediğim hayata sahibim. Güzel ve beni seven bir karım, çok sevdiğim bir kızım ve üretme gücüm var. Bir kaç gün sonra, bu ölüm haberini almamış olduğum zamanlara dönebilirim. Bir kere geçmişe gömüşmüş olanı, tekrar çıkmaya çalıştığı mezara gömebilirim. Böyle bir maceraya, böyle bir saçmalığa hiç ihtiyacım yok. Arabanın motorunu çalıştırıyorum. Eve dönmek en mantıklısı diyorum kendi kendime. Tekrar unutmak, hiç olmamış gibi davranmak. Kızım ve karım ile mutlu mesut yaşamak. Kimse ne bir zarar görür bundan, ne de kimse incinebilir. Zaten sadece iki kişi arasında, daha doğrusu iki ergen arasındaki saçma bir oyundu bu. Saçmalık.

"Neden bilmiyorum ama, ölürken aklımda kalan son şeyin sen olacağına inanıyorum. Belki şu anda hislerim çok yoğun olduğu için böyle düşünüyorumdur. Belkide, seninle doğduğum için böyle düşünüyorum. Ben hayata gözlerimi seninle açtım, sende benimle açtın. Her hikaye başladığı yerde bitmeli, eğer biteceklerse. O yüzden, bu dünyaya gözümü seninle açtığım için, seninle kapatmalıyım"

Son sözleriydi bunlar bana.

Ne ara motoru kapattım, ne ara arabadan çıktım ne ara Serkan Yılmaz yazan zile bastım da, apartmana girdim? Duyduğum sözler sanki bir büyünün gizemli sözcükleri de, farkına bile varamadan beni ele geçirip kendi istekleri doğrultusunda hareket ettiriyorlar. Serkan'ın kapısında dikilip, o çok tanıdık yeşil gözlerine bakıyorum sadece. Aynı gözler, Sevin'in gözleri bunlar. Sessiz bir anlaşma ile içeri davet ediyor beni. Ne şaşırıyor, ne de başka bir tepki veriyor. Sözler olmadan salona yönlendiriyor beni, tıpkı ablasının sözlere ihtiyaç duymadan beni yönlendirebilmesi gibi. Ben sessizce oturuyorum, o ise mutfağa geçiyor. Bir kaç dakika sonra elinde buz ve kola katılmış iki viski ile yanıma geliyor. Benim viskiyi nasıl içtiğimi biliyor, şu anda bir içkiye her şeyden fazla ihtiyacım olduğunu biliyor. Konuşmuyor, ama anlıyor. Tıpkı...

"Mektubun elinize geçmemesini umuyordum" diyor. Konuşmaya başlama işini kendi üstüne alarak, en az getirdiği viski kadar rahatlatıyor beni. "Sadece, yapmam gerektiğini hissettiğim için yaptım. Sonucunu pek düşünmedim. Buraya geleceğinizi hiç düşünmedim. Madem geldiniz, başa gelen çekilir, biraz da içilir." Rahatsızlık vermek istemediğimi, sadece bir kaç gündür pek de kendimde olmadığımı, ne yapacağımı bilemediğimi, o yüzden buraya geldiğimi söylüyorum. "Muhtemelen aklıma gelen ilk fikre sarılıp düşünmeden hareket ettim. Rahatsızlık veriyorsam hemen gidebilirim."

"Rahatsızlık değil" diyor. "Acı veriyorsun. Yanlış anlama, istediğim bir şeyin bedeli bedeli olan bir acı bu. O kadar uzun zamandan beri ablama ait yeni bir şey ile karşılaşmıyorum ki, sizinle ablam hakkında bir iki kelime edebilmek için sahip olduğum her şeyi verebilirim."

Önce ona, sonra etrafıma bakıyorum. Gördüğüm her şey tam bir perişanlık sergiliyor. Pek bir şeye sahip olmadığı ortada. Bu evin daha iyi zamanlarının görüntüleri doluyor aklıma. Evet, burası onunda eviydi. adresi ilk gördüğüm anda hatırlamalıydım. Daha önce, çok uzun zaman önce gelmiştim buraya. Bu evde kalmıştım. Ama şimdi o günlerden hiç bir iz kalmamış gibi. Duvarlar en son ne zaman yeni bir badana gördü kendileri bile unutmuşlardır. Halının üzerinde sadece likit gıdaların bıraktığı izler yok, mideden geri çıkanların da izleri var. Tüm temizlik üstün körü yapılmış. Eşyaların dili olsa, kurtar bizi buradan diye yalvaracak gibiler.

Etrafa bakındığımı fark edip, "dağınıklık için kusura bakma" diyor. "Sen bir süredir kendin de değilsin ben ise son bir kaç yıldır hiç yok gibiyim." Ailesini soruyorum, anne ve babasını. "Onları ablamdan daha önce kaybettik, ablam ile sen ayrıldıktan kısa bir süre sonra bir trafik kazasında hayatlarını kaybettiler. O günden sonra ablama benim için her şey oldu."

"Başınız sağ olun" diyorum. Söylenecek pek bir şey bulamıyorum. Hayatı çocukluğundan beri acı içinde geçmiş biri var karşımda. Biz ayrıldığımız zaman, o daha ilk okula gidiyordu. Şu anda otuzlu yaşlarının ortalarında olmalı, ancak sokakta görseniz elli yaşında falan dersiniz. Suratı çektiği her acıyı kayıt etmiş, bir evde tıkılı bir yaşama mahkum olmuş. Ruhani bir yatalaklık bu. Hikayelerimin, romanlarımın kendisini arayan kahramanları kadar dağınık. Ancak artık aramaktan vazgeçmiş biri var karşımda. Belki de bulmuş biri.

Ablası hakkında sorular soruyor bana, geçirdiğimiz zamanları. Aklıma gelen her şeyi anlatmaya çalışıyorum, kavgalarımızı, sohbetlerimizi, sevgimizi. Aklıma da kalan her şeyi. Verdiğim sözden bile bahsedecek oluyorum, ama içimde bir yerlerde hala mantıktan kırıntılar kalmış olmalı ki, bu konudan bahsetmiyorum. Beni dinlerken, ablası hakkında bir şeyler dinlerken gözlerine parlaklık geri dönüyor. Yeniden genç bir adama dönüşüyor sanki. Sözlerim bittiğinde ise, o çökük haline geri dönüyor. Biz konuşurken zaman ilerliyor, bardaklar boşalıyor. Yeniden dolmuyor bardaklar. Artık konuşabilmek için alkole ihtiyacımız yok. İkimizin çok önemli bir ortak noktası olduğunu fark ediyoruz. Sevin.

Ancak sözler biter, sessizlik havayı ağırlaştırır. İnsanlar kendi iç dünyalarına dönerler. Tam kalkmaya hazırlandığım sırada, tama mezarın yerini sormaya karar verdiğimde, Sevin'in odasına görmek isteyip istemediğimi soruyor. Çok istiyorum, o kadar ki, isteğim daha ağzıma ulaşmadan bana yolu gösteriyor.

Sessizce anlaşıyoruz.

Oda evin geri kalanı ile tam anlamıyla tezat oluşturuyor. Her şey düzenli, en küçük biblonun bile tozu alınmış. Kapıyı açtığınız zaman, evin geri kalanında olmayan bir hijyen kokusu kapıdan dışarı yayılıyor. "Ablam, her zaman çok düzenli olmuştur, bilirsin" diyor. "O gittikten sonra da, sanki o hiç gitmemiş gibi tutmaya çalıştım bu odayı."

Bu sefer sessiz bir büyü var sanki. Bir anda o an doluyor aklıma. Tam olarak burada vermiştik birbirimize gerçekçi olan o tek sözü. Ayakta duracak gücü kendimde bulamıyorum. Yatağa salıyorum kendimi. Serkan kapıyı çekip gidiyor, bu anımda bana en ihtiyacım olan şeyi, yalnızlığımı veriyor. Daha ne olduğunu anlayamadan salya sümüğe boğuluyorum. Gözlerim iki çağlayan halini alıyor. Yastığına bastırıyorum kafamı, yıllar sonra, dokuz yıl sonra bile onun kokusu var hala yastıkta. Ya da zihnim bana bir oyun oynuyor. Fark etmez, kokusunu içime çektiğimi sandığım sürece, gerçek olmasa bile, zihnim onu gerçek kıldığı sürece... Düşünemiyorum, kayboluyorum. Sadece hisler, sadece özlem, sadece yoksunluk. Daha önce hiç yaşamadığım bir bunalımın ortasındayım. Sadece ağlayabiliyorum, ve koklayabiliyorum. Serkan'a anlattıklarımdan çok daha fazla anı doluyor zihnime. Daha özel olanlar, o ilk dokunuşlar. Aşık gözlerin karanlık da dahi kedi gözü gibi parlaması. O gözler, koku, sevgi ile dokunuşlar. Kaybolup giden her şey. Tüm ömrüm boyunca benim ile birlikte olması gerekenler: Unutulmaması gerekenler. Fiziken olamasa bile, duygusal olarak hiç kaybetmemem gereken şey, Sevin. Unuttuğum, geçmişin gölgelerine attığım Sevin ve ona dair her şey. Şimdi evreni yok edecek gücüm olsa dahi yanında olamayacağım, yanıma alamayacağım kişi.

Ve canavarlar sizi öldürseler, iyilik etmiş olurlar. Onlar size bir ayna tutarlar. Size kendinizi gösterirler, size kendinizi nasıl öldürdüğünüzü gösterirler. Her hangi bir parçanın ölümü, kanserden yavaş yayılır, her yane sirayet eder ve sonunda sizi sahici bir ölümden beter eder.

Ölümden kötü olan, yaşarken ölmektir. Daha kötüsünü isterseniz, bunu fark etmeyin.

Kendime geldiğimde gene sabah olmuştu. Yastık hala nemli ve benden çıkan sümük, salya karışımı ile kirlenmişti. Odayı inceliyorum, neredeyse son girdiğim zamanki gibi. Raflara çekmecelere bakıyorum. Benim ona verdiğim, defter sayfalarından koparılmış sayfalara yazılmış şiirleri buluyorum. Birlikte çekildiğimiz, tek fotoğraf, çerçevelenmiş bir şekilde bir çekmeceden çıkıyor. Başkaları ile başka fotoğraflar. Başka erkekler hakkında botlar, benim hakkım da notlar. Benden sonra da hayatı devam etmiş, sevmiş sevilmiş. Hem seviniyorum, hem de garip bir kıskançlık hissediyorum. Hakkım olmayan bir kıskançlık. Genede yüzüme bir tebessüm yayılıyor. Bulduğum her yeni şeyde, eski bir arkadaş ile yıllar sonra tekrar karşılaşmış gibi hissediyorum. Her şeyden özürler diliyorum, onlarda kabul ediyorlar sanki. Garip bir huzur kaplıyor içimi, sanki bir yükten kurtulmuş gibi hissediyorum. Gerektiği kadar kalıyorum o oda da. Sonra çıkıyorum, belki bir gün geri dönerim, belki hiç dönmem, bilemiyorum. Zaten artık bir önemi olduğunu da sanmıyorum. Geçmişimin gölgesine şelale sularından ışık tuttum, canavarımın beni farkında olmadığım iki ölümden kurtarmaya çalıştığını gördüm. Sevin'i  korkunç ve çirkin bir canavar gibi mağaraların en kör noktasında çürümeye bırakmış bile olsam, içinde bu iyi kalp olduğu sürece sadece yanlış anlaşılan bir masal kahramanı kadar zararlı olabilirdi zaten.

Serkan'ı salonda temizlik yaparken buluyorum. Üstün körü değil, gerçek bir temizlik. Çok işi olduğunu söyleyebilirim. Beni görünce kocaman bir gülümseme ile selam veriyor. Derisindeki kızarıklıklara bakılırsa evden önce sağlam bir kese yaparak kendini temizlemiş. Anlaşılan bu sabah güneş sadece bana değil, ona da doğmuş. Soran gözler ile bakıyorum, gene sessizce anlaşıyoruz. "Ailemizi kaybettikten sonra, ablam hayatını bana adamıştı. Sanki benimle ilgilenmekten geri kalan zamanlarında kendi hayatını yaşamaya çalışır gibiydi. İnsanlar ile arasındaki ilişkilerde ben bir duvar gibiydim. Bu yüzden düğün arifesinde nişanlısından bile ayrıldı. Tam artık ben kendi ayaklarımın üzerinde duracağım sırada, o kara hastalık geldi ve onu aldı. Tam özgür bir kuş gibi uçacakken. Belki nişanlısı ile barışırlardı, belki yeni birini bulurdu. Kariyerine odaklanırdı, dünyayı gezmeye kalkardı. Kendisi için herhangi bir şey yapardı. Ama olmadı. O öldükten sonra kendimi toparlayamadım. Kısa hayatının değil ama, bu kısacık hayatını yaşamamasının bile sorumlusu hissettim kendimi. Arkadaşları aradılar ilk zamanlar, nişanlısı aradı, birileri kısa bir süre aradı işte. Sonra herkes unuttu onu. Ablamın bir zamanlar canlı bir insan olduğunu bilen bir ben kaldım gibi hissettim. Her geçen gün daha ağır geldi bu düşünce. Çok bilindik bir söz vardır, insanlar aslında onları hatırlayan son kişi öldüğünde gerçekten ölürler. Ablamı hatırlayan bir ben vardım. Nasıl ki o benim için hayatını yaşamaktan vazgeçtiyse, bende onun hatırasını en azından kendim için hep taze tutarak, onun için yaşar oldum hayatımı. Ama dün gece sen geldin, o odaya girdin, saatlerce ağladın. Kalbinde ablam için hala yer olan tek kişi olmadığımı gösterdin. Tüm gece mutluluk ile çarptı kalbim. Ağlaman beni bu kadar mutlu ettiği için kusura bakma, ama umarım ne demek istediğimi anlıyorsundur. Kendi hayatımı yaşayabileceğimi hissediyorum artık. Çünkü senden istesem de, istemesem de, onu bir şekilde ölümsüz kılacağını biliyorum. Aramızda sessiz bir anlaşma olduğunu fark eden bir tek sen değilsin."

"Ve, ablama ne söz verdiysen, verdin ama onun tek varisi olarak seni bu sözden azat etme yetkim vardır diye düşünüyorum. Ne de olsa o artık buralarda değil ve sözünü tutmanın da pek imkanı yok  gibi."

Sözün ne olduğunu bilse ne yapardı acaba. Ağlamamın onda bu etkiyi yaratması beni de mutlu etti. Sevin, onun bende bıraktığı ve benim görmeyi bunca sene beceremediğim her şey. Sevin, bir şekilde, konuşmadan, hatta nefes bile almadan bana gene istediğini yaptıran kadın. Benim kendi istediğim şeyi yapma kuralımı kırabilen tek kadın. Gene bir şekilde beni kullanıp kardeşini kullanmıştı sanki. Tüm bu hikayede, başrol olduğumu sanıyorken, kendimi merkezde görürken, aslında ne kadar yan bir karakter olduğumu fark ediyorum. Ufak bir aldatılmış hissi var ama yaşadığım şaşkınlığı bastırmıyor. Suratımdaki tebessümü silmiyor. Serkan'dan mezarın yerini öğrenip oradan ayrılıyorum. Ve ona ablasının ölümsüz olduğunu söylüyorum.

Eve vardığımda karım sorgulayan gözler ile karşılıyor beni. Hakkı da var, haber vermeden eve gelmemek, telefonlarımı açmamak gibi bir huyum yoktur. Her şeyi anlatıyorum, geceyi ölü eski sevgilimin yatağında geçirdiğimi söylüyorum. Yaşayan bir fahişenin yatağında geçirseydim, ilişkimize bu kadar zarar gelmezdi. Kanserli hücreyi bünyeye yerleştiriyorum, canlı bomba olduğunu bildiğim yolcuyu uçağa alıyorum, radyasyon taşıyan madde ile oynuyorum. "Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer. Mutsuz ailelerin her birinin mutsuzlukları da kendine göredir." Tolstoy tek bir cümlede evliliğimin neden sona ereceğini açıklıyordu bana. Söz konusu evlilik ise, tek bir hata tüm doğruları silebiliyor. Mutsuz bir evlilik yürütmekten ise, mutlu bir ayrılık yaratmak daha akıllıcadır.

Karım ile yavaş yavaş kopuyoruz. Böyle olacağını bildiğim için, her adımı doğru atmaya çalışıyorum. Ayrılık aşamasını satranç oynar gibi geçiriyorum. Ayrılsak bile, ikimiz içinde en önemli şey olan İkra'yı tüm bunlardan koruyoruz. Arkadaş kalmayı başarıyoruz, kendimize göre bir denge bulup, hayatımıza oradan devam ediyoruz.

Arkeolog bir arkadaşımdan kemik toplama sanatını öğreniyom. Hazır arkeolojiye girişmişken, bu konuda fantastik bir macera romanı da yazıyorum. Ama asıl amacım, o kemikleri toplamak ve hiç bir dine ait olmayan bir mezara koymak. Ne olursa olsun, sözümü tutmuş olmak. Yeni romanımda her şeyi yönlendiren ve insanlara mutluluk getiren tanrıçanın adını Sevin koyuyorum. Fısıltı gazetesine sevinin gerçek kimliğini veriyorum. Sevin, benim romanım ile bir kere daha ölümsüzleşiyor. Gizli gizli mezar kazarak çıkardığım kemikleri Kilyos'ta ağaçlık bir alana gömüyorum. Alışıla gelmişin aksine, mezar taşını mezarın başına dikmiyorum. Mezara gömüyorum. Mezar taşında Frig dilinde mutluluk tanrısının mezarı olduğu yazıyor. Kim rahatsız eder ise, lanetlenir yazıyor.

Her şey bittikten sonra, Serkan bana bir mektup daha veriyor. Sevin'in kendisinin bana yazdığı bir mektup. Ölümünden bir kaç gün önce, Yaşlanana, garip bir virüs vücuduma kamp kurana kadar mektubu okumuyorum. Öleceğimi anladığım zaman, eski karım ve İkra ile vedalaştıktan sonra mektubu okuyorum. Okuduğum son şey oluyor.

"Senin kadar iyi bir yazar olmadığımı biliyorum. Hala benden daha iyi olduğun konularda delice övünür müsün, onu bilmiyorum. Ama övünürsün sen, bazı şeyler asla değişmez. Asla değişmeyecek olanlardansın sen. Neyse, bari şu ölüm döşeğindeyken didişmeyeyim seninle.

Hatırlar mısın bilmiyorum ama, sana ölürken aklımda olan son şeyin sen olacağına inandığımı söylemiştim. Hikayenin başladığı yerde biteceğini söylemiştim. Benimki biraz kısa sürdü ama, dediğim gibi oldu. Ömürlerimiz ne kadar farklı yollarda ilerlese de, bittiği yerde gene birleşti. En azından benim için...

Umarım güzel bir hayatın olur ve Serkan kafanı kırmak zorunda kalmaz. Eli biraz ağırdır, odunu kafana geçirirse, kafan kırılabilir. Bizim söz oyunumuz senin kafanı dağıtıp onu hapislere düşürmez inşallah. Onu emanet edecek kimsem yok, ben gidince bir başına kalacaktır. Sana ulaşıp ona göz kulak olmanı isteyecek halim de olmadığına göre, bende bir mektup yazdım. Eğer bir gün Serkan ile karşılaşırsan, ve ona yardım edebilirsen bu mektubu sana verecek. Umarım bunu okursun, umarım Sevin'irsin.

Yokluğunda seni kalbinde taşımış olan,

Sevin"

23 Mayıs 2014 Cuma

Bir rezaletin kısa tarihi

Çok rezalet yaşadım, fakat hiç biri bu kadar kitlesel değildi. Kendi çapımda rezaletlerdi. eh, pek bir çapım da oladığı için, önemli sayılmazlar. 

Ulusal bir televizyon kanalında yayınlanan programda altıma kaçırdığımı anlatmış olmamdan bahsediyorum. Belki izlediniz, belkide bu rezaleti ilk defa buradan duyuyorsunuz. Ha, ailemi tanıyorsanız, ilk defa duyma şansınız yok. Sanki televizyona çıkıp ülke kurtarmışım gibi her gelene izletiyorlardı bir ara. Hadi anneler çocukları ile her zaman gurur duyar da, özellikle hayattaki en hakiki müşridi ciddiyet olan babamında tüm arkadaşlarına açıp açıp videoyu izletmesi gerçekten çok ilginç. 

Peki ne oldu da bakkala gitmeye üşenen ben, bir televizyon programına katılmak için bir kaç kere Bebek semtine, oradan Arjantin'e kadar gidebildim? Tamamen eski kız arkadaşıma atarım suçu. Bu arkadaşımız, "Canlı Para" isimli programa baş vurmuş. Programın adından da belli olacağı gibi amaç kısa yoldan biraz para kazanmak. Yanına birini al, gel demişler. Babasına sormuş, adam uğraşmamış. Tabii babaların böyle şansları var ama erkek arkadaşların yok. Benim hiç yok. Zaten başıma ne geliyorsa her teklife "olur yeaa" kafasıyla bakmamdan geliyor. teklif sevgilimden değil, dış kapının bilmem kaçıncı mandalından gelse de, olur ya derim. 

Neyse efendim, yapımcı şirket önce bizi bedava izleyici olarak programa götürdü, sonra ofislerine, Bebek'e çağırdı. Tam hatırlamıyorum ama galiba Bebek'e ilk gidişimde bu vesile ile oldu. Elinize bir form veriyorlar, dolduruyorsunuz. Sonra kamera karşısında formda yazan şeyleri bir daha tekrarlıyorsunuz. Niye yazdık o zaman o formu? Mantık aramamak gerek herhalde. Neyse biz hele hüle, yaptık başvuruyu, bu sefer beni bir heyecan sardı. Sürekli sevgilime "aradılar mı, cevap var mı?" diye soruyorum. Bir hafta içinde geri dönüş olur diye duymuştum çünkü bir yerden. Cevap geldi, ama yanlış yere geldi. Bana geldi. Aradılar, yüzsüz yüzsüz, "sen o kızı bırak, başkası ile tekrar baş vur" dediler. "Lan benim gül gibi sevgilimin neyini beğenmiyorsunuz siz" diyemedim. Olamaz öyle şey falan dedim, biraz ısrar ettiler olur dedim. Evet dedik de, kız arkadaşa bunu söylemek var. Utana sıkıla açıkladım durumu, istersen bende gitmeyeyim dedim. Olur mu öyle şey saçmalama falan dedi ama insan üzülür yani. Saçma bir program tarafından bile olsa reddedilmek kötü şey. 

Ama reddedilir tabii. Parayı kazanırsan ne yapacaksın diye soruyorlar, "ananeme ev alacağım, eğitimime harcayacağım, dünyayı gezeceğim." Bunlar güzel şeyler ama o mülakata katılan herkesin söylediği şeyler. E senin farkın ne? Ben ne dedim? "Faize yatırır yada tefecilik yaparım." falan dedim. Yoksa onun tip falan televizyon için benden daha düzgün. Her şey için çoğu kişinin tipi benden düzgün zaten. Ama yiğidi öldür(me lan ne öldürüyorsun) hakkını ver, gayet güzel kızdı. 

Bende beraber gidecek birini aradım, bulamadım. Anam meraklı değil, babam fazla meraklı, daha beteri fazla dominant. Canlı yayında aile kavgasına gerek yok. Halam geldi aklıma, sonra dedim ne halası ya, ben alır kuzenimi giderim. Adamın bilgisine falan güvenmiyorum. Bilgili insan istesem anamı babamı halamı falan alırım. Benim bilmediğim şeyleri biliyorlar, yaş farkından falan. Ama benim amacım daha çok eğlenmek olduğu için, kuzenimi alayım yanıma dedim. Beraber büyüdük, beraber çok halt karıştırdık falan. Anılara bir anı daha ekleriz dedim. Zaten öyle pek para peşinde tiplerde değiliz. Rahat kafa ile yarışırız dedim. 

Dedim de, adamı oraya götürmek fazla uzun sürdü. Herif bir türlü uygun olmayınca sürekli telefonda randavu ertelemek zorunda kaldım. Bu arada konuştuğum herifle kanka oldum. "Ya seni aramak iyi geliyor, baya gülüyorum falan" dedi. Sonra facebook sitesinden ekledi falan. Orada gördüm işte Wipeout başvurusunu. Hemen başvurdum. Gene mülakata çağırdılar, gene gittim. Ama bu sefer o rahat tavırlarımdan eser yok. Heyecan yaptım bildiğiniz. Bir iki ay sonra, tam umudumu kaybettiğim sırada aradılar. Pasaportu hazırla Arjantin'e gidiyorsun dediler. O gazla bir milyarlık senet imzaladım bir kaç set kitap aldım. Heyecanlanınca fazla saçmalıyorum ben. Başka birinin senedine de kefil oldum, ödemedi falan, mahkemelik oluyorduk neredeyse ama o başka hikaye. 

Arjantin'e gitmeden, "sen gene bir Bebek'e gel" dediler. Gittim. Karşıma bir nemrut oturttular, ne desem ha, ha, hee, eee, falan diyor. Adet gününde midir nedir? Aga dedim, ben bunu güldürecem. Aklıma o elzem hikayem geldi. Konuşamıyorken altıma sıçmayı bırakmış olan ben, 20 yaşımda tam üç kere altıma kaçırmıştım. Anlattım hikayemi, bir tebessüm etti. "Başından geçen ilginç bir şey anlat" ütopyasına bir kere daha başarılı bir cevap vermiştim. Her seferinde de farklı hikaye anlattığımdan kendime güvenim tavan yapmıştı. Ama en anlatılmayacak olanı, en yanlış yerde anlattığımı fark etmem 20 saniye falan sürdü. Çünkü bu seferki görüşme editöryel denilen cinstenmiş. Yani direk sunucuya benim hakkımda gidecek bilgiymiş. 

Asıl altına sıçışı işte o anda yaşadım. 

Sonrası Arjantin ve işte bu. (işte bu dedim ama, videoyu buraya koymayı beceremedim. siz merak ediyorsanız google amcaya cırcır cenker yazın, ben çıkarım oradan bir yerden)

Bitmedi, bunlar benim gibi malı buldular, başka yarışmalar için çağırıyorlar. Zaten o Wipeout'ta yarışan çoğu kişiyi çağırıyorlardı. Eş ile gel diyorlar bir de. E eşim belli benim o zamanlar, dedim bak kızı almıyorsunuz, boşuna gelmeyelim. Aaaa olur mu falan. Ulan elimize bir form verdiler, bir tane olumlu cevap yok. Spor hayatınızın bir parçası mı? Yok. Ekstrem bir spor ile deneyiminiz oldu mu? Yok. Paraşütle atlama falan? Yok. Tabii ki gene kabul etmediler. Bu sefer arayıp başka eş bul deme şansları da yoktu, çünkü sadece sevgililer yarışıyordu. Gerçi bu utanmazlar, ayrıl o kızdan sana yaramaz o falan da derler diye korktum bir ara. Ne derlerse yapıyordum. Keşke deselermiş lan aslında. 

Son olarak bugün geçen gün aradılar. Gene bir yarışma için görüşmeye çağırdılar.  Yüzsüz gene sevgilimi sordu. Yok aga dedim, ayrıldık biz. Artık dedim siz bulun bana bir hatun. Gülüşmeler falan. Bugün gidişim başka yazıya konu olur, burda böyle yarım bıraktım, kestim attım, belki merak eden olur. 

22 Mayıs 2014 Perşembe

Yaşasın! Oğlum Öldü

Adamın oğlu ölmüş, tüm ülkenin gözü önünde yaşanan bir katliamda öldüğü için, yüklü miktarda bir tazminat alacak. Torunlarımın geleceği kurtuldu diye seviniyor adam. Aslında verilecek para toruna değil, geline ödenecek. Bu zatı muhterem parayı gelinin elinden alacak, büyük ihtimal toruna hiç bir şey kalmadan hiç edecek. Çünkü oğlunun cenazesinde kazanılacak! paraya, torunum kurtuldu diye sevinebilecek adam, içinde ne insan sevgisi, ne de değer taşıyan adamdır. 

Hiç boku başreise atıp işin içinden çıkmayalım. Evet, son yıllarda bu yönetim ile hiç olmadığımız kadar aciz hale getirildik. Çaresiz insanlardan her türlü dengesizlik beklenir. Ama bu değersizleşme, son 12 yılda olacak bir şey değildir. İşin temeli, 1980 yılında yapılan o darbe ve sonrasında gelen Özal'lı yıllardır. Onların başlattığını, bu başresis tamamladı. Suçlu var ise, Mustafa Kemal'in başlattığını tamamlayamayanların suçudur. 

Eski Sovyetlerden arda kalan Türk Cumhiriyetlerinden birinde, bir hocam ders veriyor. Modundan önce atı istenir, Modun verir. Karısı istenir, Modun verir. Toprak istenir, Modun o toprak benim halıkımın der ve savaş ilan eder. Öylesine bir kıssa gibi görünse de çok anlamlıdır. Daha da anlamlı olan, dersteki tek bir öğrencinin bile, "yahu insan karısını verir mi?" diye sormamasıdır. Hiç tepki gelmeyince, hoca laf atar, "hayırdır yaa, çok mu normal karısını falan vermesi" der. Öğrencilerden biri karşıdan ne aldığına bağlı olarak kadının bile verilebileceğini söyler. Değerlerin Sovyet yönetiminde ne hale geldiğinin göstergesi olarak hoca bunları bize anlattı. Değersizleşmenin kapitali, sosyalisti olmuyor maalesef. 

Kızının kafası kesilerek öldürülen adamı hatırlıyorsunuz değil mi? Öldüren çocuk medyatik bir aileden olunca kendisini kameraların karşısında bulmuştu. Kızı ölmüş isyancı bir babadan, bir medya maymununa dönüşümünü hatırlıyorsunuz değil mi? Ve geçenlerde, çoğunuzun rüyasında göremeyeceği bir parayı tazminat olarak cebe koydu. Bu tazminatlar, 21.yy kanunlarında kan parasının karşılığıdır. Bu paralar her paradan daha kanlıdır. En az o madenden patronun ve devletin kazandığı para kadar, petrol için yapılan savaşlardan kazınılan para kadar kanlıdır. 


Eğer bu kadar değersiz bir toplumsak, bu paraların hak olduğunu düşünüyorsak, sadece bizde değil, tüm dünyada bir canın para ile karşılığı olması normal ise, kafamıza tez bir gök taşı düşsün. Bir arpa boyu yol alamamışız demektir. 

Az önce Halkarenasında bir madencinin sözlerini dinlerken geldi bunlar aklıma. "Ben cahilim" dedi bir ara, evet cahil, tıpkı Sokrates gibi cahil.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Dört Gözle Beklenen Davet

Bu odun herifle neden evlendim ki ben? Evet, odun herif. Hoş biri, başarılı iş adamı, saygın adam, duygusuz erkek, ilgisiz mahluk, odun herif... Başarısız bir mantık evliliğine giden yolda ve sonrasında erkeğin kadın gözündeki değişimi aşağı yukarı böyle oluyor.

Tırnaklarını kucağındaki yastığa geçirmiş, biraz daha uğraşırsa yastığı delmeyi başaracak. Ya yiyecek o tırnakları, ya da bir yerlere geçirmeye çalışacak. Stres altında onun ve tırnaklarının sadece bu iki seçeneği var. Manikürünü bozmayı göze alamadığı için, çokça yıldır tırnaklarını yemiyor, onun yerine bulduğu yastıklara tırnaklarını geçiriyor. Tıpkı şu anda yaptığı gibi bir yandan da ayaklarını topuklu ayakkabılarının topuklarını aynı ritmle yere vurarak yapıyor bunu. Çıkardığı berbat gürültünün farkında. Kocasının ne zaman bu gürültüye tepki vereceğini gözlüyor. Daha doğrusu, gözlerini kocasına dikmiş, onun herhangi bir tepki vermesini bekliyor.

Evet, evde sadece kocası ve kendisi varken bile, evde topuklu ayakkabı ile dolaşır. Bugün üzerinde, tek parça, sırtını kalça çizgilerine kadar açıkta bırakan ve ayrıca derin bir göğüs dekoltesi olan bir elbise giyiyor. Sadece topuklarını yere vurduğu ayakkabılar bile ülkedeki askeri ücretten daha fazla para ediyor. Özel tasarım elbisesinin pahasını siz düşünün. Eğer bir zaman makinesi olsaydı, geçmişe gider ve anne babasının karşısında pijamaları ile oturduğu günleri değiştirirdi, ki bunu yapmayı lise geçtiği gün bırakmıştı. Şık olmak, çoğu insan için başkalarına iyi görünmek demektir. Onun için ise bir yaşam tarzıdır. Issız adaya düşse, yanında isteyeceği üç şey de kıyafet olurdu herhalde.

Kocası kahvaltıdan sonra gazetelere gömüldü. Bu eve her çoğu kişinin adını bile bilmediği yerli yabancı pek çok gazete giriyor. Ekonomi sayfaları adama, magazin ve moda sayfaları kadına dağılıyor. Kadın bir ikisine göz atıp bırakırken, adam öğleden sonraya kadar gazete okumaya devam ediyor. Hıristiyanlar dinleri gereği pazar ayinleri yaparlar, bu adam için pazar ayini işte bu gazeteler ve onların ekonomi sayfaları. Sadece yerli değil yabancı basını da takip ediyor. Gazeteler ile işi bitince, eline internete giren bir cihaz alır ve çeşitli ekonomi sitelerinde ayine devam eder. Kadın normalde bu ayinsel duruma bugünkü kadar sinir olmaz. Çünkü içinde yaşadığı bu sefanın adamın işkolikliği sayesinde olduğunun farkında. Sadece büyük partiye bir hafta kalmışken adamın bunu hiç umursamadan hayatına olduğu gibi devam etmesi sinirlerini fazlasıyla geriyor. Yaşadığı strese, bir de bu umursamaz odun adamın rahatlığı eklenince, tırnaklara yastık yolu görünüyor.

Büyük bir davete hazırlanıyor kadın. Bu işkolik adamdan olma kızının beşinci doğum günü partisine. Daha önünde bir haftası var, ancak amaç mükemmellik ise, zaman hiç bir zaman yeterli değildir. Bu ve benzeri partiler kadının hayatının en önemli parçaları. Lisedeyken en önemli şey, en yakışıklı oğlan ile birlikte olmaktı. Üniversitede okulun en popüler insanlarından olmak, sonra en iyi kocayı bulmak. Şimdi ise, en iyi eş ve anne olmak. Ama eğer bu enleri gösterebileceğiniz fırsatlar yoksa, hiçbirinin bir anlamı kalmaz.

Lise mezuniyetinin en güzel kızı, okul birincisinden daha fazla hatırlanır.

Çocukların doğum günü olsa da, aslında partilerin anneler için olduğunu herkes bilir. Bir yaşındaki bir kızın doğum gününü büyük bir parti ile kutlamanın başka nasıl bir anlamı olabilir ki? Yada beş yaşındaki çocukların? Davetli çocukların her mutluluk çığlığı ev sahibinin zafer nidası gibidir. Ve çocukların partiden eve dönmek istememeleri, annelerinin mağlubiyet ağıtıdır.

Tüm lise ve üniversite bu partiye davetli olacaklar. Doğum günü kızının, yani Nira'nın kreşten arkadaşları ve onların anneleri de davetli. Çeşitli vesileler ile tanıştığı bir kaç şarkıcı, aktris ve iş kadını da davetli. Haset ile ona ve yaşamına bakacak ne kadar göz varsa, onun için o kadar iyi olacak. İşte bunun için, partinin kusursuz olması gerekiyor. Sadece bir haftası kaldı, ama daha partiyi emanet edeceği şirketi bile seçemedi. O kadar fazla faktör devrede oluyor ki, hata yapmak kaçınılmaz gibi. En iyilerin, en iyisini bulmak için, farklı bir bakış açısından fikir almak için kocasına ihtiyacı var. Ama adam, işi ile o kadar meşgul ki, bilmem nereli hizmetçinin fora sergilenen memelerine bakmak için bile kafasını kaldırmıyor.

Ah bu hizmetçi kadın, boşuna evin içinde porno yıldızı gibi dolanan, zavallı kadın. Sanki bir şey fark edecekmiş gibi adamı baştan çıkarmaya çalışan yabancı uyruklu kadın. Bilmem hangi fakir ülkenin, beyaz tenli, koca memeli, kendini şeytan sanan kadını. Eğer adamın kafasını o gazetelerden kaldırtmayı başarsa, hatta adamın başka yerlerini kaldırmayı başarsa, sonra adam ile birlikte olup hamile kalasa bile, değişen hiç bir şey olmaz. Çocuk ya bu saf kadının rızası ile ya da rızası dışında daha doğmadan ortadan kaldırılır. Hizmetçide geldiği yere aynen geri postalanır. Bizim aile ise kadının üç beş sinir krizi, adamın her kriz için bir kaç bin dolar harcaması sonrasında olayı unutur gider.

Gerçi tüm bunlar çok düşük ihtimal, çünkü adam evdeki hizmetçiyi düzecek kadar salak değil. Zaten bu hizmetçiyi işe alanda adam değil, kadın. Evin ve çocuğun diğer tüm işleri gibi, hizmetçi seçmek ve kovmak da kadının işi bu evde. Yabancı uyruklu güzel bir kadını işe almasının sebebi Amerikan filmi karikatür bir ortam yaratmak değildi elbette. Bu güzel hizmetçinin evdeki varlığı, kadının arkadaşlarına kendine güvenini göstermenin sadece bir yolu. O kendine o kadar güvenir ki, evde bir Afrodit dolaşmasından bile rahatsız olmaz. Afrodit'ten bile daha kadındır çünkü o.

Ne Afrodit'in kendisi, ne de kendini ondan daha kadın olarak gören Sinem, evet, adı sinem bu arada, bu adama işini bırakıp kendisi ile ilgilenmesini sağlayamaz. Denemekten de bir zarar gelmez. Yastığı tırnaklamayı bırakıp, ayağa kalkıyor. Topuklarını yere vura vura adamın oturduğu masaya doğru gidiyor. Poposunu masanın kenarına yaslıyor, sol eliyle adamın elindeki gazeteyi aşağıya doğru çekiyor. Bunu yaparken göğüs dekoltesinin pembe meme uçlarını bile göstermesini sağlayacak kadar açılması için, belini kırıp öne doğru eğliyor. Adam önce işi ile arasına giren ele, sonra kadına kadının bütününe bakıyor. Basit bir porno film için giriş sahnesi olabilecek bu sahne, adamı çok da heyecanlandırmıyor. Onun yerine, bilmem nere borsasındaki, bilmem ne hissesi hakkında okuduğu haberde kalıyor aklı. Haberin devamını okuyamayacağının farkında. En azından, önce kadın ile ilgilenmeden bunu yapamaz. Kadının onu rahat bırakmayacağını bilecek kadar tanıyor karısını. Sonra "iyi, o daha iyi artık" diye düşünüyor. Yaşanan trajediden sonra kadının toparlanamayacağını düşündü uzun süre.

Annesini hiç tanımadı bu adam, doğum sırasında öldü kadın. Babası bu ölümü asla atlatamadı. Hayatta bildiği tek aşkı kaybetmişti adam. Alkolik oldu. Doğan çocuğu ise asla sahiplenemedi. Büyük bir bunalım içindeyken, iş hayatınızla pek ilgilenemezsiniz. Adamın servet, her geçen gün eridi. Har vurup harman savurdu. Akbabalar etrafından hiç eksik olmadı. Adamın tüm serveti bu akbabalarca paylaşıldı. En büyük parçaları adamın kardeşi kaptı. Önce servetini, sonra karısını kaybeden adam, son olarak kardeşinin ihanetine uğradı ve... Ve bu kadarını kaldıramadı. Kendi silahı ile kendini vurdu. Akbaba kralı amca, o kadar da vicdansız değilmiş ki, yeğenine sahip çıktı. Onu yetiştirdi ve varisi ilan etti. Hiç evlenmedi. Çocuğu olmadı.

Bizim adama babasından miras bir fikir kaldı, "asla aşık olma." Ve amcasının doğadan öğrendiğini, o amcasından öğrendi. Güçlü olan, güçsüz olanı yer. Tüm hayatını bu iki ilke ile yönetti. Babasından amcasına geçen serveti katladı. Amcasını akıl hastası ilan edip tımarhaneye kapattırdı. Her şeyin tek sahibi olduğunda, daha otuz yaşına varmamıştı. İş dünyasında dedikodular, mahallere kadınlarına parmak ısırtır. Tüm geçmişi herkesçe biliniyordu. Hile, ihanet ve karanlık ilişkiler ile dolu geçmişi. Bu onun prestijine zarar veriyordu, ve prestijdeki bir çizik bile, zaaf demekti. Eğer bir zaafın önü alınmaz ise, o büyür ve büyür ve büyür...

İşte bu yüzden Selin ile evlendi. Saygın bir ailenin, "eğitimli" kızı. Av köpekleri gibi gördü onu. Nasıl ki bu köpekler vurulan avı getirmeye eğitilirse, Selin de prestijdeki delikleri kapatmak için eğitilmişti. Varlığının tek nedeni parlamak olan bir yıldız gibi.

Her şey harikaydı. Katıldıkları davetlerde onun karanlık geçmişi değil, karısının ışıltısı konuşuluyordu. Daha önce tüm servetine rağmen kendisine kapalı olan kapılar birer birer açılıyor, yeni bir ivmeyle daha da yükseliyordu. Tüm bunları olanaklı kılan kadına da şükran duyuyordu. Sevgi değil, saygı ve şükran. Onun mutluluğu için, ona bir çocuk verdi. Bir kadın, bu hayatı çocuğu olmadan yaşayamazdı. Evliliklerinde eksik olan sevgi açığını, bu çocuk tamamlayacaktı. Ne kadın, ne çocuğu onun için kişisel değildi. Her şey işin bir parçasıydı. Bu yüzden mükemmel bir idare sergiliyordu. Her hamle, bir planın parçasıydı. Satranç oynar gibi yürütebiliyordu ilişkileri. Ama söz konusu insan olunca, hayat satranç kadar basit olmuyor. Hayatın matematiği satranç kadar kesin değil. Bazen, gözden kaçan ufak bir şeyler, büyüyor, büyüyor ve büyüyor... Sonuç ise bir trajedi oluyor.

Şimdi masaya oturmuş, tüm albenisi ile onu kendine çekmeye çalışan bu karısına bakıyor. "Evet, daha iyi, daha iyi" diye geçiriyor aklından. Artık istekleri uyanmış olmalı, yavaş yavaş, eski haline dönecektir. İnsan her şeyi atlatır zaten. Başaramayacak diye boşuna endişelendim. Yarın avukatlara boşanma davası hazırlıklarını bekletmelerini söylemeliyim. Ama önce, ona istediğini vermeli ve düzelme sürecini hızlandırmalıyım.

Kafasından düşünceleri silip karısına doğru uzandı. Ön sevişme, arzular şelale... Hemen orada, salonun ortasında masanın üzerinde olsun istiyordu sanki kadın. Adam her geçen saniye, karısının eski haline döneceğine daha emin gibiydi. Hiç bir şey olmamış gibi sevişiyordu. Sanki daha bir ay önce evin içinde sarhoş ve paspal bir şekilde dolanan kadın bu değildi. Sanki daha bir hafta önce ona dokundu diye çığlık çığlığa ağlamaya başlayan, yaşadığı sinir krizini eve gelen doktorun yaptığın sakinleştiriciler ile atlatan kadın bu değildi.  Önce kıyafetler geri geldi, sonra alkol saçmalığı bitti ve şimdi de bu. Şimdi sırası değil dedi adam kendi kendine. Kafamı düşüncelerden arındırmalı ve kendimi işime vermeliyim. Şimdi ki işim düşünmek değil, sadece sevişmek.

Kadın zafere giden yolda biraz şaşkındı. Her şey çok kolay oluyordu. Daha önce adamın kafasını işinden alması hiç bu kadar kolay olmamıştı. Tüm hareketleri otomatikti, mekanik bir sevişme makinesi gibiydi vücudu. aklı ise, doğru zamanı kollayan bir avcı gibi çalışıyordu. en doğru anda, parti için yardımını istemeliydi. İyi bir avcı, avını ve silahını iyi tanıyan değil miydi? E o zaman şaşırmaya gerek yoktu. Kadının kendi kadınlığı tüm tarih boyunca en büyük silahı olmuştu. Ve güçlü bir erkek, her zaman en önemli av olmuştu. Lilith'in kızları ile Havva'nın kezbanlarının aptal Ademoğulları üzerindeki hakimiyet savaşı. İşte tarih, sadece bundan ibaretti. Ve kazanan hep belliydi.

O pasaklı feministlerin ne söylediği umurunda bile değildi. Kadının tek gerçekliği, kendi kadınlığıdır. Ne emek peşinde koşmak, ne anne olmak kadının gerçekliği olabilir. Kadını kadın yapan, erkeği yönetebilmektir. Anne olmak bile bundan sonra gelir. Anne olduğu ilk günler geldi birden aklına. Hiç bir şeye benzemeyen, onu büyük bir zaafa uğratan o his. Daha önce hiç bir şeyi, hatta kendisini bile bu kadar sevebileceğini düşünmemişti .Bir anda, kendi olduğundan çok daha farklı biri oldu sanki. Aşık olmanın ne demek olduğunu bilseydi, aşık olduğunu anlardı. Anlayamadı. Anlayamayınca, korktu, korktukça çocuğundan, kızından kaçtı. En çok da, ona zarar vermekten korktu. Yeni doğum yapan kadınların çoğunda görülen bir bunalım hali yaşadığını bilemedi. Çünkü bu durumdan kimseye bahsetmedi. Kendi kendine yemeye çalıştı. Ve başardı. Çocuğunu bu yaşına kadar getirdi. Şimdi ona harika bir parti verecek, hem ona, hem kendine yapacağı harika bir parti. Bunu başarmak için de, bir kere daha en önemli silahına baş vurdu.
Kadınlığına. O başardıktan sonra, feministler istediği kadar konuşsunlar, onu aşağılasınlar. Tarih kaybedenlerin ağıtları ile değil, kazananların naraları ile yazılır.

Doğru an gelmişti, adam yani av kıvamındaydı. Büyük ödülüne kilitlenmişti. Tam da bu anda, kulağına en seksi ses tonu ile fısıldamak, hipnoz kadar, hatta vudu büyüsü kadar etkili olabilir. İstek genelden özele doğru yol almalı ve iki kelam, bir haz ilkesi uygulanmalı. Zaman iyi değerlendirilmeli, av büyük ödülü aldığı sırada, kapan kapatılmalı.

"Bir parti vermeliyiz" diye fısıldadı. "Büyük bir parti, herkesin veremeyeceği gibi, sadece bizim verebileceğimiz gibi ve sen de bana yardım etmelisin." Parti mi? Kadın fark etmese de, parti istemesi adama içinde bulundukları durumdan daha fazla haz verdi. Evet, kesinlikle eski haline kavuştu diye düşündü adam. İstediği parti ise, ona en büyüğünü verecekti. Kendisi için tekrar övünç kaynağı olabilecekse, bu kadına her şeyi verebilirdi.

Ve... İkisi de ödüllerini aldılar.

Umurunda olmasa da, rehavetin verdiği yetki ile sordu adam, "neyin partisi vereceğiz?"  Kadının dudaklarına çarpık bir gülümseme yayıldı. Çarpık ve soğuk bir gülümseme. Az önceki sıcak dakikalar ile kıyaslanır ise, ölüm kadar soğuk bir gülümsemede diyebiliriz. "Başka bir kadın olsaydı" diyor kadın, "şimdi seni berbat bir baba olmak ile, ilgisiz olmak ile, hatta odun olmak ile suçlayabilirdi. Ne düşünüyor ise, bu anın verdiği yetki ile her şeyi ortaya döker, büyük bir kavganın fitilini yakardı. Ama ben o kadın değilim, benim için düşünceli olan baba, çocuğuna gelecek hazırlayabilen babadır. Parayı nasıl kazandığı değil, kazanıyor olması önemlidir. Bıraktığı soy adının rezillikler ile değil, saygınlık ile anılması önemlidir. Ve sen işte o babasın, ve bu yüzden, çocuğunun doğum gününü hatırlamaman umurumda bile değil."

Baba? Doğum günü partisi? Bu iki kelime adamın başından aşağıya kaynar sular döktü. Diyaframı cıva taşır gibi ağırlaştı. Sanki tüm servetini yatırdığı at, açık ara en önde koşarken son elli metrede ayağını bir taşa takarak yerlere yuvarlandı. Büyük ikramiyeyi kazanan piyango bileti sahte çıktı. En şiddetli kahkahada, kalp krizi geçirdi.

Kadın adamın yüzündeki değişimi fark etti, en tatlı ama bir o kadar da sahte sesiyle adamı avutmaya koyuldu. Adama yeterince iyi bir baba olduğunu, zaten görevlerini yeterince yaptığını anlattı. Ama bazen, iyi günündeki bir şarkıcı gibi, konser sonrası bir kaç şarkı daha söylemenin zararı olmayacağını anlatıyordu. O en tatlı ama bir o kadar da tatlı sesi ile. Adam ise onu hiç dinlemiyordu. Kafasından baba ve doğum günü sözlerini döndürüyordu. Bir zamanlar baba idi, ama kızının öldüğü güne kadar bunu umursamamıştı bile. Ah evet, söylemeyi unuttum, tam dört yıl olmasına bir hafta kala, yani kızlarının birinci doğum gününde, verdikleri partinin gecesinde kızları ölmüştü. Daha doğrusu, annesi tarafından yastık ile boğularak öldürülmüştü. Adam kadını bulduğunda, kadın katatonik bir vaziyette, elinde cinayet silahı ile kızın cesedi başında oturuyordu. Tırnakları, cinayet silahı olan yastığa geçirilmiş, hiç kıpırdamadan oturuyordu.

Bu adam için kızının ölümünden daha kötü olan, bunu yapanın karısı olmasıydı. Sadece ismini yüceltmesi için evlendiği kadın, terse patlayan bir silah gibi yüzüne patlamıştı. Çocuğunu öldüren bir deli ile evli olması, kadının açtığı kapıları kapatmak ile kalmaz, daha fazla zarar verirdi. Öncelik, kadının cinayetinin ört pas edilmesiydi. Sahte raporlar, sahte kayıtlar, çocuk bambaşka bir nedenden ölmüş, anne üzüntüden hastalanmıştı. Her şey kitabına uydurulur, kriz fırsata çevrilir. Acılı baba, fedakar koca hırkası da fena durmaz adamın üzerinde. Kapılar açık kalır, hatta daha fazla açılır.

Tüm bu hengame içinde, geceleri yalnız başına, kendi ile kaldığında fark etti adam, kızını ne kadar sevdiğini. Ölümünü bile avantaja çevirdiği kızını düşünmeden uyuyamaz oldu.

Kadın iki yıl hastahanede en iyi bakımı görür, sonradan eve çıkar, bakımı burada da devam eder. Eski günlerine dönmesini bekleyen adamın umutları her geçen gün azalır. Artık başka çaresi kalmadığından, boşanma seçeneği masaya konur. Kimse karısından boşandığı için onu suçlamayacaktır. Hatta dört yıl boyunca deli karısı için her fedakarlığı yapan bu adam, toplumdaki statüsünden tek bir zerre dahi kaybetmeyecektir. Kadın bir bakım evine geri dönecek, adam yeni bir eş, yeni bir akrabalık bulacak. Hayat devam edecek. Tam da bu günlerde, kadın eskiye dönüş sinyalleri vermeye başladı. Ve bu sabah olanlar, en güzel rüyanın bir kabusa dönüşmesi gibi.

Adam acımasızca, hayallerini elinden alan kadına her şeyi anlattı. Uzun süre inkar etti, hatırlamak istemedi kadın. Şaşkınlığı sinirlenmeye döndü, sonra hatıralar kafasına birer birer doluştu. Siniri soğudu, vücudu çöküşe geçti, hareketsiz kaldı. Her şeyi hatırladı kadın. Beyninin sildiği tüm o kötü anılar ve bilgiler tekrar gün yüzüne çıktılar, eskisinden daha acı bir tat kazanmış olarak, tekrar öğrenildiler.

Sokrates'e göre, insanlar hiç bir şey öğrenmezler, zaten tüm bilgiler doğumdan öncesinde insanda vardır. Doğum ve bebeklik zamanında, bu bilgiler unutulur. Sonra tekrar öğrenildiğinde ise, aslında öğrenmiş olmaz, hatırlar. Sokrates haklı mı bilmem ama, kadının şu anda başından geçenler tam olarak bunlar. Unutulmuş bilgilerin hatırlanması.

Masanın üzerinde doğrulup oturdu. Gözleri hiç bir yere bakmadan kilitlendi. Çırılçıplak vücudu büzüldü. Omuzları düştü, göğüsleri yer çekimine teslim oldular, kamburu çıktı. Az önce bu masada bir aşk tanrıçası olan kadından eser kalmadı. Bağırıp duran adamı duymuyordu bile. Tekrar katatonik vaziyete geçmişti. Adam onu sarstı, tokatladı ama nafile. Hiç bir etkiye tepki vermedi. Evrenin en basit yasasına bile uymuyordu hali. Etki, tepkiye neden olmuyordu. Adam uğraşmaya son verdi, kadın gibi olmasa da, gidip kadının anlamsızca baktığı yere çöktü. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Duygusal bir ağlama değildi bu, yanlış anlamayın, sinirlerinin gerginliğinin getirmeye çalıştığı bir ağlamaydı bu. Dizlerini karnına çekti, kollarını dizlerine doladı, kafasını buraya gömdü. Sessizce oturdu ve düşündü. Yapılacak bir şey yok, bir önceki plana dönmek zorunda olduğunu düşündü. Boşanmalıydı.

Sessizliğe gömülü olan sadece adam değildi. Kadın istemese de sessizliğe gömülü duruyordu. Kafası ise adamınkinden bile daha hızlı çalışıyordu. Anne olmanın, birine can vermenin korkunçluğunu düşünüyordu. Ve sonrasında gelen o hissi. Eğer sevgi buysa, daha önce kimseyi, hiç bir şeyi sevmemişti.

Bir tohum rahimden içeri girer, içeride anne ile bir olur, sonra bir bebek, aynı yoldan dışarı çıkar. Çıkarken, anneden de bir şeyler eksilir sanki. Bebek içeriden sadece kendi canı ile çıkmaz, annenin canından bir parça da onunla birlikte dışarıya çıkar. Annenin canı, hem kendi yüreğinde, hem bebeğin yüreğinde atar. Belki daha önce kendi yüreği dışındaki hiç bir atışı umursamadığı için, belki daha önce hiç sevmediği için, belki bilmediği, bilmediğimiz başka bir neden için, kadının yüreği kendisinde atmayı bıraktı ve sadece kızının bedeninde attı. Onu kucağına aldığı ilk andan beri.

Belki sevgi, belki aşktı bu. Evet evet, ilk görüşte aşktı bu.

Kucağına aldığı anda, bebeğini göğsünden içeriye sokmaya çalıştı. Kalplerinin tekrar bir bütün olmasını istedi. Aşkın olduğu yerde, ne akıl kalır, ne mantık. Sadece delilik eşlik eder aşka. Kızını ilk defa kucağına aldığında, delice bastırdı göğsüne, kızının yüreği onun ki ile birleşecekmiş gibi bastırdı. Kızı morarana kadar, ağlayan sesi susana kadar bastırdı. Bir hemşire fark etmese, daha o anda öldürecekti kızını, aşkını. Ne yaptığının farkında bile değildi.

Aşk bünyeyi terk etse bile, delilik kalır bazen. Aşkın o ilk anından sonra, hep korktu kızından. Ona zarar vermekten. Annelik daimi bir koruma güdüsü getirir. Kızını her şeyden korumak istedi, kendisinden bile. Her an ona zarar vereceğinden korktu. Önce sütüm kesildi deyip emzirmeyi süt anneye bıraktı, sonra beceremiyorum deyip altını değiştirmeyi dadıya. Ufak bahaneler ile her fırsatta kaçtı kızından, onu korumak adına. Ne kimseye bahsedebildi bundan, ne kendine itiraf edebildi kaçışını.

Aslında çok yaygın bir psikolojik sorundu, yeni doğan annelerin bebeklerine zarar vermekten korkması. "Loğusalık hüznü" denir tıp dilinde, doğum yapan kadınların yarısından fazlasında görülür. Bir çeşit depresyondur. Çoğu anne bunu fark etmez bile. Her on kadından birinde, daha şiddetli yaşanır, ailesinin ve çevresinin yardımı ile üç ay gibi bir sürede bu bunalım atlatılır. En fazla bir yıl kadar kadar sürer. Eğer bu terslik teşhis edilmez ise, durum biraz daha karışır. Her bunalım çeşidi gibi, intihara kadar gidebilir.

Bunalımı kendinize saklamanız başınıza yeterince dert açabilir. Eğer bunalımı kendinize bile itiraf edemezseniz, başınıza çok daha büyük iş açılır. Bizim kadın da, işte bu hata ile berbat etti her şeyi. Kızından uzaklaştı, kendisinden uzaklaştı. Aynı evde kızını özler oldu, ama bunu fark edemedi bile. Süt anne ile, dadı ile büyüyen kızı ile günde yarım saat bile geçirmedi. Bir yıl dayanabildi bu yaşama. Sonunda, kızının doğum gününde, verdiği partinin gecesinde, kızının odasına girdi. O ilk kucaklaşmadan sonra, ilk defa kızı ile yalnız kaldı. Kucağına alıp kokladı onu. Ellerini, ayaklarını kafasını, yüzünü gözünü, her yerini öptü kokladı. Aşk da geri geldi, delilik de. Ve bir anda, her şeyin muhteşem olduğu o anda, göğsünden içeriye o korku indi. Yavaşça beşiğine koydu kızını, elleri titreye titreye. Bebeğin kafasını bazaya mı çarptırmıştı? Kızı ağlıyor muydu? Evet, ağlıyordu. Nerede bu dadı? Ah mutfakta falan hizmetçilere yardım ediyordur. Bu köylü kadına tek işinin bebek olduğunu bir türlü öğretememişti. Bayılıyordu bilmem nereli hizmetçilere yardım etmeye. Yaptıkları temizliği hiç beğenmiyor, onlara iş öğretiyordu. Bebeğe bakınca, kendini evin hanımı mı sanıyordu ne? Kapıya yöneldi, sonra durdu. Nasıl bir anne, kızı ağlar ağlamaz dadıya baş vururdu? Bebeğin ağlamasını engelleyemeyecek kadar aciz bir anne miydi? Dadıyı çağırmaktan vazgeçip bebeğinin başına gitti. Bebeği kucağına alıp sallamak istedi, ama düşürmekten korktu. Bebeğe dokunmaktan bile korkuyordu. Bakışlar ile bebek susturmak mümkün olsaydı, kesin o anda başarırdı. Çünkü bebeğe bakmaktan başka hiç bir şey yapamıyordu. Beşiği sallamaya bile korkuyordu. Beşiğin yanına yanına çöküp kendisi de ağlamaya başladı. Ne kadar ağladı bilmiyor, bilmiyoruz. Dayanılmaz bir şeydi bu. O anda ölüm fikri çöktü üzerine, atan kalbinin durması. Ancak yüreğinde atan kalbi durdurmak yerine, yüreğinin attığı kalbi durdurdu. Sonra öylece kaldı. Kocası onu bulana kadar.

Tüm bunları hatırladı çırılçıplak oturduğu masanın üzerinde. Her şeyi bir anda hatırladı, bir anda tekrar unuttu. Ölüm fikri dışında her şeyi unuttu.

Her durağan nesnenin bir potansiyel enerjisi vardır. Bir uçurumda sabit duran kayanın bir potansiyel enerjisi vardır. Arkadan yapacağınız hafif bir itme, bu potansiyeli hareket enerjisine çevirir. Kaya potansiyelince uçurumdan yuvarlanır. Bu potansiyeli belirleyen, uçurumun yüksekliği, kayanın ağırlığı gibi birbirinden bağımsız etkenlerdir. Bizim kadını iten ise, sadece bir fikirdi. Ölüm, daha doğrusu intihar fikri. Yuvarlanan bir kaya hızıyla harekete geçti. Önünü görmeden, ama hiç bir yere çarpmadan doğruca hedefe, mutfağa ilerlerdi. Bilinçli olarak bulamayacağı bıçağı, bilinçsizce buldu. Ne arkasından koşan kocası, ne de çırılçıplak bir halde mutfağa dalan hanımın şokunu yaşayan bilmem nereli hizmetçi durdurabildi onu. Tek hamle ile, atan tek kalbine indirdi bıçağı.

Doktorlar bir hafta hayatta tutmaya çabaladılar onu. Kendisi ise biraz bile çabalamadı.

Kızının doğum gününde kalktı cenazesi. Vermek istediği partide davetli olan herkes, hatta daha fazlası bu cenazedeydi. Tek ilgi odağı o, ve kızıydı. Herkes onlar hakkında konuştu. Kimi imrenerek bahsetti, kimi kıskanarak, kimi acıyarak.

İstediği gibi olmasa da, dört gözle beklenmemiş olsa da, bir şekilde daveti vermişti. 

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Şiir (2)

Ne kadar sallarsan salla,
Son damla hep düşüyor dona
Sen gene de uğraş dur,
Belki kurtarırsın günü.
Ama hiç unutma, bugünün yarını oluyor.
İstemesek de, ne kadar kaçsak da
O gün geliyor, o damla donu lekeliyor.
Geçmiş, her zaman senden hızlı koşuyor.
Geçmiş her zaman geleceğe senden daha yakın oluyor.
Bir annenin, çocuğunu tanıması gibi, seni senden iyi biliyor
Bir köşede saklanıyor geçmiş, en doğru anı bekliyor
Bir avcı kedi gibi, avını gözlüyor.
En zayıf anında,
Gelip geleceğini avlıyor.

Sen ne kadar sallarsan salla,
O son damla mutlaka düşer dona.
Kaçış yok ağa,
Çekeceksin bu hayatı
İster zorla,
İster zorla.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Devlet

Lise son sınıfa geçtiğim yıl, tarih okuyabilmek için sözel alana geçmiştim. Okulumda sözel sınıf bulunmadığı için, başka bir liseye misafir öğrenci olarak yollandım. Yeni okulumda ilk dersim, felsefeydi, konu ise Devlet felsefesi. Öğretmen benim gibi okula yeni gelmiş misafir öğrencilerden birine, "devlet nedir" diye sordu. Sorduğuna da pişman olmuştur. 

"Devlet egemen sınıfların halkı sömürme aracı olarak ortaya koydukları sistemdir" vesaire vesaire...

On yedi yaşında iki kitap okuyarak ve bir kaç abisinden nutuk dinleyerek devleti ve tüm sistemleri çözdüğüne inanan kardeşlerim, Vietnam da başlayan hareketi Paris kaynaklı sanıp ithal etmiş 68 kuşağı amcalarım, teyzelerim ve artık fosil denebilecek bir sistemin peşinden hala koşmaya çalışan, ama iş hayatına atıldıkları gün tüm söylemlerini unutan arkadaşlarım, mutlu olmanız gerek, çünkü artık devlet olmayan bir ülkede yaşıyorsunuz. Siz siyasetin "S" sinden anlamadığınız için, devleti ortadan kaldıran başkaları oldu. Siz tiranlık kuracağınıza, başkaları tiranlık kurdu. Şimdi hiç ağlamayın, istediğiniz olmadı diye, çünkü istediğiniz tam olarak buydu. Devletin ortadan kalkması. 

Bugün, fiilen olmayan, sadece isim olarak var olan bir devlet rejimini yaşıyoruz. Yaşadağımızın adı tam anlamıyla anarşidir. 

Devler, asıl olarak bir fikirdir. Yöneten ile yönetilen arasında bir pakttır. İngilizlerin Magna Carta'sından daha önce, Nizam'l-Mülk tarafından yazılmıştır. Yönetenin ve yönetilenin görev ve sorumlulukları bellidir. Eğer iki sınıftan biri, görev ve sorumluluklarını ihmal ederse, devlet ortadan kalkar. Bu da kaçınılmaz olarak anarşiyi doğurur ve anarşiden yeni bir düzen doğar. Şu an yaşadığımız, mutlak anarşiden bir adım öncesidir. 

Devlet, kurumları olan bir yapıdır. Tüm kurumları ile tek bir amaç doğrultusunda çalışır. Yöneten ve yönetilen, güçlü ve güçsüz arasındaki dengenin kurulup korunması. Zaman içinde bu dengenin kantarı bir taraftan bir tarafa kayar, sisteme göre bir taraf baskın olur. Denge için en önemli ayak, adalettir. Tüm diğer kurumlar çürüse bile, adalet bir devleti ayakta tutmak için bir asa gibi görev yapar. 

Bugün bizde ise, devletin ayakta olan tek bir kurumu bile yoktur. Yasamayı yapan meclis kilit vaziyettedir. On iki yıldır çoğunluğu oluşturan partinin siyasetini uygulayabilmek için meşrutiyet aracıdır. Noter görevi gören cumhurbaşkanından pek bir farkı yoktur. Muhalefet azı ile kuş tutsa, ne bugünkü gibi bir madene denetim yaptırabilmek de, ne de dış politika hakkında en ufak bir müdahale yapabilmekte. 

Yürütme dediğiniz, kanun namında kararname ile yasamaya bile tecavüz eder vaziyetteyken, sana bana nasıl etmesin? Tek vazifesi devletin varlıklarını ona buna peşkeş çekip, ele geçen para ile yandaş müthayitlerine yol ve bina yaptırmakmış gibi davranıyor. Birde Yeni Osmanlı diye baştan sakat olan Osmanlı Devleti'nin son döneminde ümmetçilik adı ile denenmiş bir politikayı hayata geçirmeye çalışmak var. Ne yapmaya çalıştıklarının kendileri bile farkında değiller, Osmanlının "O"sundan haberdar değiller. Hücre gibi evlerde, hayat bile yaşamadan bugünlere gelmiş kafaları ile ülke yönetme derdindeler. Hırsız ve uğursuz ve beceriksiz insanlardan kurulu bir kabinemiz var. Herhangi bir bakan, kendi alanında, gaf yapmadan yarım saat konuşamaz durumda. Ellerine kağıt verseniz onu okumayı bile beceremeyecek olanlar var. En salağı, akademik kariyeri en şişkin olan iken, varın halleri siz düşünün. 

Yargı zaten tamamen göte gelmiş durumda. O ünlü referandumdan beri bu halde idi ama bu kadar ayan beyan ortaya dökülmemişti. Kendi elleri ile yarattıkları canavara teslim ettiler önce, şimdi paralel diye sızlanıyorlar. Cemaatin paralel yaptığı bir iş var ise, o da A.K.P. ile birlikte devletin ortadan kaldırılmasıdır. O gözü kapalı olması gereken, bir elinde kılıç bir elinde terazi buluna kadının adı Themis'tir. Zeus bile bu titana bu kadar zulmetmedi. Kadının gözünü açtılar, eteğini uzattılar. Kafaları adalete değil, başka şeylere çalıştığı için çok normal. Bugünde Themis'i sattıkları canavar ile boğuşuyorlar. 

Ordu desek, baştan kokuyor. Uzun yıllar Türkiye Cumhuriyetinde en güvenilen kurum olarak görüldü. Aslında sadece ülkeyi kuran asker takımının ekmeğini yiyorlar. 1960 yılında ihtilal yaptığını sanan, aslında neye alet olduğunun farkında bile olmayan subaylardan beri, Türk Ordusu siyasetin tam göbeğindedir. Biz geçmişimizin en ağır darbelerinden birini, belkide en ağırını ordunun siyaset sevdası yüzünden aldık. Osmanlı Devleti'nin merkez toprakları Anadolu değil, Rumeli'ydi. Balkan Savaşı'nda biz Osmanlının merkez topraklarını, ordunun siyasetin içinde olmasından dolayı kaybettik. 

Sadece siyaset merakı mı? Bugün başbakanın emir eri olan bir genel kurmay başkanı var. Odu siyasetten görünür de uzakta. En azında artık muhalif değil. Peki ordu da kim kaldı? Türk ordusunun en başarılı subayları sahte belgeler ile zindanlara atıldılar. Emekliliğe zorlandılar, olmadı yalan dolan ile ordudan atıldılar. Geri kalanlar ise tüm bunlar olurken, "başımıza bir şey gelmesin" diyerek sessiz kaldılar. Silah arkadaşlarına görünürde bile sahip çıkamadılar. Süleymaniye de başlarına çuval geçirilmesine müsaade eden ordudan da bu beklenirdi. Biz o gün sadece ordumuzun şerefini değil, Güney Anadolu topraklarımızı da kaybettik. Subayının başına çuval geçirilmesine seyirci kalmış bir devler, şeref ve haysiyetten yoksundur. Sadece çuval olayı ile de kalmadı. Mavi Marmara olayı ile açık denizde vatandaşları öldürülen bir devlette fiilen ben varım deme hakkına sahip değildir. Savaş ilan etmesi gereken yerde, geminin bandırasını kim değiştirdiyse, bu devleti fiilen ortadan kaldıran da o olmuştur. Bitti mi? Bitmedi. Uludere'de emrin kimden çıktığını bilip de hala susan devlet görevlileri, bu devletin cenaze namazını kılanlardır. Nasıl bir devlet anlayışı ki, 35 vatandaşının  katilini üç yıldır ortaya çıkaramamıştır. Çünkü emri veren, kendini devlet sanandır. Buna seyirci kalan herkes, 35 kişinin olmasa da, devletin katilidir. En azından o pilot çıkıp emri kimin verdiğini söyleseydi be? Kimin hatası ile 35 cana kıydığını söylese de, kendi vicdanını biraz olsun temizlese. Gerçi ne gerek var, zaten herkes emrin kimden geldiğini biliyor. 

Üniversiteler hiç bir zaman tam olarak ilim yuvası olamadılar zaten. Ya YÖK sayesinde yüksek lise oldular, ya da bilim yerine siyaset üretmeye meraklı öğrenciler tarafından kışlaya çevrildiler. Bugün geldiğimiz noktada devlet kadar, üniversitelere siyasetin göbeğine çeken o çok bilmiş, ama önünü görememiş öğrencilerin payı büyüktür. Eserleri ile gurur duysunlar. 

Devletin falan olmadığına en güzel örnek, aslında yardım kampanyaları. Nasıl bir devlet ki en az nüfus yoğunluğuna sahip illerinden birindeki depremin hasarını bile vatandaşın yardım kampanyası olmadan karşılayamıyor. Nasıl bir devlet ki, ilin toplam değerinden daha fazla para bağışı yapılmışken, hala bölgede sorunları çözmüş olamıyor. Ve nasıl vatandaşlar ki, bağış yaparken, "ya bu devlet ne iş yapar arkadaş" diye hiç düşünmüyor. Ve, ve nasıl insanlar ki, yapılan bağışları cepliyor, kendisine ait olmayan evin parasını isteyebiliyor? 

Sadece bir partinin devleti kendine bağlama çabası mı yok etti devleti? Hayır, bu devletin ortadan kalmış olmasının nedeni bizleriz. Sen ben eve o, biz siz ve onlar. Hepimizin payı var bunda. Okulunu okumayı bile becerememiş benim payım var. Faydalı olmak yerine en kısa yoldan voleyi vurmaya çalışan senin rolün var, ithal fikir akımlarını biraz bile sorgulamadan kabul eden, "nedir bu" diye düşünmeden peşine takılan onun suçu var. Aydınlar mı? Bu ülkede aydın olmak devlete küfretmekten geçer. Devlet katil demek, seni aydın yapar. Bu devletin değil, şunun hatası demek ise seni içeri tıkar. Katil olan devlet değildir, devleti yönetendir. Kim gelse aynı şeyler olacak deme, aynı şeyler olmayacak adamları destekle. Hemen sisteme bok atıyorsun, maden bu kadar iyi anladın bu sistemi, o zaman yönet onu. İnsan çözdüğü, anladığı şeyi yönetebilir de. Bu salaklar bile iktidar oldu ise, senin gibi hemen sistem çözmüş adamın yarın devletin başında yerini alması gerekir. 

Sendika diye bir şey var başka yerlerde. Biz de isimlerini sadece bir mayıslarda duyduğumuz oluşumlar. Zamanında bir taşeron şirkette host olarak çalışmıştım. Bir şirket kongreyi üstlenir ve benim de çalıştığım şirketten eleman talep eder. Sendikanın neden gerekli olduğunu saat 07:00'dan, 03:30'a kadar aralıksız çalıştırıldığım zaman anladım ben. Bizde sendikalar bu emek sömürüsüne engel olmaya çalışacaklarına, bir mayıslarda taksime çıkmaya çalışıyorlar. Siktir et lan bir mayısı, o enerjiyi taşeron ile  savaşa harca sen. Sendikalaşmayı özendir. İnsanlar senin adını sadece polis ile çatışma haberlerinde duyarsa, senin nasıl bir imajın olur? Biraz bunları düşünsene be sendika. 

Ne devlet var ortada, ne halk. Peki şu meşhur derin devlet nerelerde? Hani şu "zaafiyete uğrayan devlet otoritesini yeniden tahsis etmek için" diyen falan? Yani bu amaç için hareket eden, ama başkalarının çocukları olamayan insanlar? Bir kısmı zindan da, peki diğerleri? Devletin bekası için elini pisliğe sokacak, ama ertesi gün ceza aldığı zaman ağlamayacak ya da menfaatini düşünmeyecek insanlar? Nerede bunlar? Belki de onlar hiç yoktu, belki de sadece başkalarının çocukları vardı. Belki o görevi hakkı ile yapan son insanlar, sadece Osmanlı subay ve aydınlarıydı. Belki de, hala bekliyorlar, doğru an ve zamanı kolluyorlar.

Devlet falan yokken ortada, hiç şaşırmayın ölen kadınlar, işçilere, çocuklara, gençlere. Hiç şaşırmayın meydanların her gün gaz odasına dönmesine. Hiç şaşırmayın büyük vurgunlara, talana, yağmaya. hiç şaşırmayın doğanın katline. Asla şaşırmayın, en ucuz olanın insan hayatı olmasına. 

Bugün çok üzüldüm ya, ölen madencilere üzülmedim, bunu artık kabullenmiş olmama üzüldüm. Hiç umurumda olmadı o yiten canlar, o kadar uzak geldiler ki bana, buna kahroldum. Ülkesini iki yüz yıl önce ile kıyaslayan adam yüzünden utandım. Tüm bunlara engel olacak en ufak bir şey yapamayacağım için tükenmiş hissettim. Kendimde dahil, hepimizin Allah belasını versin, daha ne kadarını verecekse. Biz bunu hak ettik. Mücadele etmediğimiz her salisemiz ile bunu hak ettik, daha beter olalım. Daha dibe inelim. Madenin dibine inip dinamit ile girişi patlatalım. Sonra o karanlıktan bir çıkış doğsun, ölelim ölelim ölelim, belki bizden sonra gelecek olanlar bu vatanın, hakkını verebileceklerdir, onlara mani olmamak için ölelim ölelim ve ölelim.