Bir kaç hafta önce bir arkadaşım aşka inanıp inanmadığımı sormuştu. Bu soruyu 1 yıl önce sorsa evet derdim, 5 ay önce sorsa kesinlikle derdim. Ama o bir kaç haftacık önce sordu, "emin değilim" dedim, "sevgiye daha çok inanıyorum sanırsam." Kendimi aşık sanıyordum, eğer aşk bilimin açıkladığı gibi aşırı çikolata yemek ile aynı şey ise, aşka inanmıyorum. Aşkın hiç bitmeyen, tüm sonsuzlukları içinde barındıran, tek kurşunluk bir şey olması gerektiğine inanıyorum. Bir anda gelen, insanı hep o ana hapseden, her anı ona çeviren bir şey. İnsancıl değil, tanrısal olmalı aşk.
Yemek mi bu, sigara mı, içki mi, yenilir, yutulur, solunur ve sonunda sıçılır bir şey mi? Aşk biter mi? Bittiyse ona aşk denir mi? Bence denmez la, denmemeli. Gerçi hep biliyordum galiba bunun aşk olmadığını. Şöyle bir fantezim vardı, bir gün gerçek aşkım ile karşılaşıyordum, ancak seçimim gene sevgilimden yana oluyordu. Tabii fantezi gerçek olsa ne yapardım bilemem ama, bunu düşünmüş olmak bile bir zamanlar ne kadar sevdiğimin ispatı gibi değil mi la? Ya da sadece "Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti" kafasında falan olduğumu gösterir. Eh bu da fena bir şey değil.
Bulmacalar da falan, aşırı sevgi duygusu diye tanımlıyorlar aşkı. Öyle soruyorlar yani, bende elim gitmeye gitmeye cevabı yazıyorum. Ama aşkın tanımı bu değil. Aşkın tanımı yapılamaz, hiç bir dil bunu yapamaz. Çünkü dilleri biz yarattık, insanlar. Ve diller de en az bizim kadar kirliler. Bu yüzden, aşkın tanımını hiç bir dilde yapamayız. O tanım için kirlenmemiş, yepyeni bir dil gerekir.
Sevgi güzeldir, çok sevmek harikadır, sevilmek, çok sevilmek ise paha biçilemezdir. Bunların hepsini yaşadım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, belki aşkı değil ama onun fragmanını yaşadım. Bazen "ah" diyorum, bazen "vay amk" diyorum. Her şey yaşanmış gibi geliyor bazen, bazen hiç bir şey yaşanmamış gibi oluyor. Sanki her şeyini biliyormuş gibi oluyorum, bazen de hiç bir şeyini bilmiyormuşum, hiç tanımamışım gibi. Yaşananları minnet ile anıp, yaşanamayanlara kin kin ile bakıyorum. Sizin anlayacağınız, ben bu mevzuyu pek anlayamadım. Ne oldu ne gitti ne bitti pek farkında değilim. Farkında olduğum tek şey, bir an öncesine dönmek ile bin yıl öncesine dönmek arasında hiç bir fark olmadığı. İkisinin de imkansız olduğu. Hikayenin finalini yapmış olduğu. Yeni bir hikayemiz olsun bari dedim, eh o da olmadı. Bu saatten sonra yapabileceğim pek bir şey yok gibi. Olsa bile yapmak ister miyim, bilmiyorum. Kendimi hayretler içerisinde bırakan bir boş vermişlik halindeyim, sonum ne olur, sadece her şeyi bilen gören bilir.
Güzelim aşkı anlatmaya çalışıyordum değil mi? Bakın gene sözü kedi hikayeme nasıl getirdim. Belki sadece kendime aşığımdır. Hani insanlar ikiye ayrılmışlar da, her parça diğer eşini aramış ya. Şu ruh eşi hikayesinden bahsediyorum, bilenler benim bu berbat özetimi mazur görsünler. Belki beni bölmeyi unutmuştur tanrılar? Belki benim bir ruh eşim yoktur, sizden farkım, bu bocalamalarım o yüzdendir. Olamaz mı?
Her insan eşsiz bir kar tanesidir. Eh en azından öyle doğar. Parmak izlerimiz, DNA'mız bunun kanıtı gibidir. Bu alemde vakit geçirdikçe, kendi atalarımızın yarattığımız çarklarda döndükçe, hepimiz birbirimize benzemeye başlıyoruz. Çoğumuz çizilen yolda yürümeye çalışıyor. Bazılarımız ise kendi yolunu çizmeye uğraşıyor. Bunlardan pek azı dünyayı hepimiz için daha iyi bir yer yapıyor, diğerleri ise kimse fark etmeden solup gidiyor. İşte bu yok olanlar, en azından teselli ödülü olarak aşkı hak ediyorlar. Öyle bir teselli ödülü ki, kazanılmış tüm zaferlerden daha değerli, yaşanmış binlerce ömürden çok daha bereketli.
Her birimiz farklı doğuyorsak, o zaman, o kadar farklı aşk doğar. Bu yüzden tanımı yapılmaz aşkın. Ama o çizilmiş çizgide yürüyenler, sahip oldukları aşkı da bir çizgiye sokarlar. Alemin tozu dumanı ile o kadar kirlenir ki aşkları, artık onu göremez olurlar. Bu yüzden inanmazlar aşka. Pek çoğu sevgi ile idare etmeye çalışır, ki onu bile beceremezler, bazıları da aşk yerine mantığı ya da çıkarı koyar. Kendine zulmetmenin bu kadarı olur. Artık tanrısal değil, sadece dünyevi şeyleri görürler. Dünya hayatı onlar için "Ali Yüzük" gibi olur. Ondan hem nefret ederler, hem de ondan vazgeçemezler.
Dışarıda bir yerde benim için de bir aşk olduğunu biliyorum. Belki sokağımda, belki mahallemde, semtimde, ilçemde, ilimde, ülkemde, kıtamda, dünyamda, güneş sistemimde, galaksimde, galaksi grubumda, evrende, var ise daha da ötesinde. Orada, dışarıda bir yerlerde benim için de bir aşk vardır. Ne ben onu bulabilirim, ne o beni. Ama gün olur, bir yerlerde buluşuruz. Olamaz mı?
"Sen aşkın ne olduğunu bilmiyorsun Forrest" diyordu, Jenny filmde bir sahnede. Asıl aşkın ne olduğu en iyi bilen Forrest bence. Kesinlikle insan üstü sevdi, ve aşkını hiç kirletmedi. Jenny Mecnun gibi çöllerde kendini ararken, Forrest Leyla oldu, onu bekledi. Gelip gelmeyeceğini bilmeden bekledi. Gidecek başka yeri kalmayana kadar gelmedi Jenny, sonra anladı, böyle gelemeyeceğini, gene gitti. Eğer hasta olmasaydı, çocuğu için endişelenmeseydi, belki hiç dönmeyecekti. Neden mi anlattım tüm bu Jenny hikayesini, çünkü o aşkın ne olduğunu hiç bilemedi. Her hareketinin bir açıklaması vardı. Forrest'ın aksine...
Aşk'ın açıklaması olmaz. Ya geri zekalı olmak gerek, ya deli.
.jpg)
Bulmacalar da falan, aşırı sevgi duygusu diye tanımlıyorlar aşkı. Öyle soruyorlar yani, bende elim gitmeye gitmeye cevabı yazıyorum. Ama aşkın tanımı bu değil. Aşkın tanımı yapılamaz, hiç bir dil bunu yapamaz. Çünkü dilleri biz yarattık, insanlar. Ve diller de en az bizim kadar kirliler. Bu yüzden, aşkın tanımını hiç bir dilde yapamayız. O tanım için kirlenmemiş, yepyeni bir dil gerekir.
Sevgi güzeldir, çok sevmek harikadır, sevilmek, çok sevilmek ise paha biçilemezdir. Bunların hepsini yaşadım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, belki aşkı değil ama onun fragmanını yaşadım. Bazen "ah" diyorum, bazen "vay amk" diyorum. Her şey yaşanmış gibi geliyor bazen, bazen hiç bir şey yaşanmamış gibi oluyor. Sanki her şeyini biliyormuş gibi oluyorum, bazen de hiç bir şeyini bilmiyormuşum, hiç tanımamışım gibi. Yaşananları minnet ile anıp, yaşanamayanlara kin kin ile bakıyorum. Sizin anlayacağınız, ben bu mevzuyu pek anlayamadım. Ne oldu ne gitti ne bitti pek farkında değilim. Farkında olduğum tek şey, bir an öncesine dönmek ile bin yıl öncesine dönmek arasında hiç bir fark olmadığı. İkisinin de imkansız olduğu. Hikayenin finalini yapmış olduğu. Yeni bir hikayemiz olsun bari dedim, eh o da olmadı. Bu saatten sonra yapabileceğim pek bir şey yok gibi. Olsa bile yapmak ister miyim, bilmiyorum. Kendimi hayretler içerisinde bırakan bir boş vermişlik halindeyim, sonum ne olur, sadece her şeyi bilen gören bilir.
Güzelim aşkı anlatmaya çalışıyordum değil mi? Bakın gene sözü kedi hikayeme nasıl getirdim. Belki sadece kendime aşığımdır. Hani insanlar ikiye ayrılmışlar da, her parça diğer eşini aramış ya. Şu ruh eşi hikayesinden bahsediyorum, bilenler benim bu berbat özetimi mazur görsünler. Belki beni bölmeyi unutmuştur tanrılar? Belki benim bir ruh eşim yoktur, sizden farkım, bu bocalamalarım o yüzdendir. Olamaz mı?
Her insan eşsiz bir kar tanesidir. Eh en azından öyle doğar. Parmak izlerimiz, DNA'mız bunun kanıtı gibidir. Bu alemde vakit geçirdikçe, kendi atalarımızın yarattığımız çarklarda döndükçe, hepimiz birbirimize benzemeye başlıyoruz. Çoğumuz çizilen yolda yürümeye çalışıyor. Bazılarımız ise kendi yolunu çizmeye uğraşıyor. Bunlardan pek azı dünyayı hepimiz için daha iyi bir yer yapıyor, diğerleri ise kimse fark etmeden solup gidiyor. İşte bu yok olanlar, en azından teselli ödülü olarak aşkı hak ediyorlar. Öyle bir teselli ödülü ki, kazanılmış tüm zaferlerden daha değerli, yaşanmış binlerce ömürden çok daha bereketli.
Her birimiz farklı doğuyorsak, o zaman, o kadar farklı aşk doğar. Bu yüzden tanımı yapılmaz aşkın. Ama o çizilmiş çizgide yürüyenler, sahip oldukları aşkı da bir çizgiye sokarlar. Alemin tozu dumanı ile o kadar kirlenir ki aşkları, artık onu göremez olurlar. Bu yüzden inanmazlar aşka. Pek çoğu sevgi ile idare etmeye çalışır, ki onu bile beceremezler, bazıları da aşk yerine mantığı ya da çıkarı koyar. Kendine zulmetmenin bu kadarı olur. Artık tanrısal değil, sadece dünyevi şeyleri görürler. Dünya hayatı onlar için "Ali Yüzük" gibi olur. Ondan hem nefret ederler, hem de ondan vazgeçemezler.
Dışarıda bir yerde benim için de bir aşk olduğunu biliyorum. Belki sokağımda, belki mahallemde, semtimde, ilçemde, ilimde, ülkemde, kıtamda, dünyamda, güneş sistemimde, galaksimde, galaksi grubumda, evrende, var ise daha da ötesinde. Orada, dışarıda bir yerlerde benim için de bir aşk vardır. Ne ben onu bulabilirim, ne o beni. Ama gün olur, bir yerlerde buluşuruz. Olamaz mı?
"Sen aşkın ne olduğunu bilmiyorsun Forrest" diyordu, Jenny filmde bir sahnede. Asıl aşkın ne olduğu en iyi bilen Forrest bence. Kesinlikle insan üstü sevdi, ve aşkını hiç kirletmedi. Jenny Mecnun gibi çöllerde kendini ararken, Forrest Leyla oldu, onu bekledi. Gelip gelmeyeceğini bilmeden bekledi. Gidecek başka yeri kalmayana kadar gelmedi Jenny, sonra anladı, böyle gelemeyeceğini, gene gitti. Eğer hasta olmasaydı, çocuğu için endişelenmeseydi, belki hiç dönmeyecekti. Neden mi anlattım tüm bu Jenny hikayesini, çünkü o aşkın ne olduğunu hiç bilemedi. Her hareketinin bir açıklaması vardı. Forrest'ın aksine...
Aşk'ın açıklaması olmaz. Ya geri zekalı olmak gerek, ya deli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder