4 Temmuz 2014 Cuma

Mahmut

Ah be oğlum, ah be Mahmut, karanlıklardasın gene. Sesleri duyuyor musun? Arkadaşlarının seslerini... Patlamış ampulü değiştirmeyi bile gürültüsüz halledemeyen bu adamlar, senin arkadaşların. Hatta kardeşlerin onlar senin, en azından hitap ederken.

Hiç istemiyorsun aslında o ampulün değişmesini. Karanlıkta oturmak istiyorsun, sessiz ve sakin. Kimse rahatsız etmesin seni. Seni, sana bıraksınlar. Neden geldin ki zaten buraya? Ömrün bu soru ile geçip gidecek senin be aslanım. "Neden geldim ben buraya?" Cevabını bildiğin ama kabul etmek istemediğin bir soru bu. Çünkü Mahmut, sen "hayır" demeyi bilmezsin. Hiç istemiyordun bu gece buraya gelmeyi, elindeki birayı içmeyi, ama iki ısrara "hayır" diyemedin, gene geldin. 

Bak, üç salakşörler, tek kişinin işini üç kişi yapmayı başardılar. Bu salak başarıları ile nasıl eğlendiklerini görüyorsun, "bravo beyler diyerek" diyerek, gülüşmelerine katılıyorsun. İçinden geldiği için değil de, şeyden. Sahi neden be Mahmut? Sadece katılmış olmak için, değil mi? Yoksa ne ampul takmaktaki beceriksizliklerini, ne de kendi söylediğin "bravo beyler" sözünü komik buluyorsun. "Eyvallah kardeşim" diye cevap veriyor, Doğan. Kardeşim sözcüğü ancak bu kadar samimiyetten uzak ve yavşakça telaffuz edilebilir. Sen de farkındasın bunun ama görmezden gelmeyi tercih ediyorsun. Tıpkı oturduğun bu kömürlüğün pisliğini görmezden geldiğin gibi.

Eskiden, henüz doğal gazla ısınmak ülkemiz sınırları içine girmeden önce, sen daha bebekken yani Mahmut, kömürlük kelimesi adının hakkını verirdi. Her kata ayrılmış ufak odacıklara, kışlık kömür yığılırdı. Ülkenin henüz doğal gazla tanışmamış bölgelerinde, hala adının karşılığını verse de, şimdi senin oturduğun bu kömürlükte, kömür yerine evde istenmeyen emektar eşyaların konulduğu odacıklar var. Aralarından emektar bir sehpa seçip, kömürlüğün tam ortasına yerleştirdiniz. Tozların birikerek katman haline geldiği yüzeyini silmek yerine, gazete kağıtları ile örttünüz. Aslında beyaz badanalı olan duvarlar, pislikten krem rengine dönmüş. Zeminin altında olan bu yerleşkedeki hava yeterince boğucu değilmiş gibi, çişiniz geldiğinde köşeye işeyerek ortamı daha boğucu kılacak sidik kokusunu etrafa yayıyorsunuz. Üzerini gazete ile örttüğünüz o gazete ile ne kadar hijyenik bir ortam yarattınız ama öyle. Hijyenden çok, berbat halinizin üzerine örtülen bir örtü gibi o gazeteler. Otoyol kenarında yatan, ölü bir bedenin üzerine örtülen cinsten.

Gazetenin üzerinde az biraz kuru et, eski kaşar, patates cipsi ve çiğ köfte var. Bolca da bira şişesi tabii... Soğuk şişelerden ter gibi akan sular gazete ile buluşuyor, altta kalan kiri pası ampul ışığına çıkarıyor.

Tüm bunları bile bile görmezden gelmek de zor olsa gerek? Başarılı delikanlısın, üniversite kazanmak bile daha kolaydı. Acaba okul arkadaşlarından birini şu ortama çağırsan, senin hakkında ne düşünürlerdi. Senin gibi burslu değil de, parasını çatur çutur ödeyerek okuyan tipleri biraz hayal etsene şu ortamında. Eh, hiç biri umurunda değil, eyvallah da, bari o güzelim Selin'i düşün şurada. Hani yarın birlikte dışarı çıkacağınız kızı. Şu ortamda telefondaki dijital fotoğrafına bile bakmaktan çekindiğin kızı bir düşün. Sen buraya mı aitsin, yoksa ona mı?

Sen fotoğrafa bile bakamazken, Ender tam karşında oturmuş, kız arkadaşı ile mesajlaşıyor. Durup dururken, "evlenirim aga ben bu kızla" diyor.

Doğan'ın yüzünden pis bir sırıtmanın gölgesi geçiyor, "evlen kardeşim, temiz kız" diyor.

"Ağğğbi, bence kaçırma yani" diyor Furkan.

"Sana mı soracağım lan, bok." diyor Ender, yaşına başına bakmadan yorum yaptığı için kızdığı Furkan'a.

"Sun lan sen" diye sahte sahte kızıyor Doğan da, Ender görmüyorken "devam devam" diye işaret çaktığı Furkan'a.

Sonra ikisi birlikte, bir yandan kızı över gibi görünüp, aslında ona yavşayan elemanlar hakkında Ender ile konuşuyorlar. Konuşmanın sonunda, Ender dolduruşa gelecek ve kız arkadaşı ile cep telefonu üzerinden kavga edecek. Belki de kapısına dayanacak. Zaten Doğan'ın istediği de tam olarak bu. Çocukluk arkadaşını bile gülünecek duruma düşürmekten çekinmez bu Doğan. Sende farkındasın ama, kanıtın olmadığı için susmayı tercih ediyorsun. İthamda bulunsan, bu adam kendisini öyle bir savunur ki, sen suçlu duruma düşersin.

Ara ara senden de onay istiyorlar, "ben bilmem" diyorsun, Ender'i sakin tutmaya çalışıyorsun. Aslında kıza yavşamış ve başarıya ulaşmış birini tanıyorsun. Tam yanında oturan Doğan, iki yıl kadar önce, daha kız on altı yaşındayken iş pişirmişti onunla. O kızı götürürken, Ender askerde bulaşık siliyor, tuvalet temizliyordu. Doğan sana ballandıra ballandıra kız ile yaptıklarını anlatmıştı. O sıralar Ender ile kız arasında bir şey olmadığı için, bunu Ender'e söylememeyi tercih ediyorsun. Bazı şeyleri bilmemek, ilişkiler için altın değerindedir diye düşünüyorsun, Ender adına karar veriyorsun.

Biralar Doğan'ın istediğinden önce bitiyor. Biraz daha içip Ender'i biraz daha şişirmek istiyor. Farkında mısın, bu ne getirecek sana? Sen son biranı içerken, Doğan, "daha içmeyecek miyiz yaaa" demeye başlıyor. Ender çekimser kalıyor, "Furkan ben gider alırım abi" diyor. Sana kalan rol ise, alınacak biraların parasını ödemek. Doğan senin maaş gününü senden daha iyi bildiği için, "para yok ya bende" deme şansın yok. "Yarın kız ile buluşacağım" demek zorunda kalıyorsun. Sanki kutsal bir şey gibi söylüyorsun, Doğan'ın senden para tırtıklamasına engel olacak bir şey gibi. Tabii ki bu kan emici yaratıkta öyle bir düşünce yok. "Yarın hallederiz kanka" diyor. Ah be Mahmut, inanıyor musun bu adama gerçekten. Bal gibi de yarın bu adamın arazi olacağının farkındasın, ama gene de "olmaz" diyemiyorsun. Furkan'a para verip herkese iki bira daha almaya yolluyorsun. Yarında dışarı çıkacağını göz önüne alırsak, bir aylık paranın büyük kısmını böylelikle iki günde tüketmiş olacaksın.

Parayı düşünürken, her zamanki sessiz halinden daha sessiz bir hal alıyorsun. Doğan "tamam kardeşim, takma yarın hallederiz, paran kalmaz bizde" diyor.

Bu delikanlıca girişi ile kafasını telefona gömmüş olan Ender'in de dikkatini çekiyor, "tabii lan" diye destek vermesini sağlıyor.

Bu ilk değil, daha öncede paranı tırtıklayıp "yarın vereceğiz" demişlerdi. Zaten bunu bile bile verdin parayı, bari sus. Susamadın ama bu sefer, "daha öncede öyle demiştiniz amk" deme gafletinde bulundun.

Ah be olum, bu adamlar ile ağız dalaşına giremezsin sen, Doğan bir konuşmaya başlıyor, saçma sapan örnekler, alakasız konular, sen de şunu yaptın, şu olunca bunu yaptın, gibi aklına bile getiremeyeceğin şeyleri sıralıyor. Sonun da hem bira ısmarlamış, hem de tam bir orospu çocuğu oluyorsun. Bari susaydın da sadece para kaybetmiş olaydın. Tartışacak cesareti de kendinde bulamayıp susuyorsun. Kabulleniyorsun. Furkan biralar ile geri geldiğinde, yeter ki sussunlar diye özür dileyecek duruma gelmiş durumdasın.

Doğan bir süre daha Ender'i gaza getiriyor. Kendisi iyi polis oluyor, Furkan kötü polis. Furkan kız ve çevresi hakkındaki tüm olumsuzlukları birer birer söylüyor, Doğan'da olur öyleler, ne var canım bundalar ile sözde bir savunma yapıyor. Ancak her seferinde ufak bir şüphe kalıyor ortada. Zaten bu bırakılan şüphe Ender'in kafasını tahta kurusu gibi oymaya yetiyor. Aslında nelerden bahsetmesi gerektiğini Furkan'a bildiren de Doğan. Çaktırmadan telefon mesajları ile Furkan'ı yönlendiriyor. Senin ses etmeyeceğinden emin olduğu için de, sana çaktırmama gereği duymuyor. Ender de ne az senin kadar edilgen durumda. Ara ara Furkan'a köpürüyor, her seferinde Doğan tarafından ikna ediliyor ve o şüphe zokasını yutuyor. Yarın öbür gün kız ile kavga etse, elinde Doğan'ı suçlayacak tek bir kozu bile olmayacak. Hatta ayrılmaları durumunda Doğan, "ben sana öyle yapma, etme demiştim, değil mi" bile diyebilecek durumda. Zavallı Ender, hem Doğan tarafından kazıklanacak, hem de  onu dinlemediği için kendi kendine kızacak.

Tüm bunları görüyorsun ama ara ara Doğan'a "yapmayın oğlum" diyen mimikler yapmaktan başka hiç bir şey yapmıyorsun. Doğan da karşılık olarak, "rahat ol, bir şey olmaz" jestleri yapıyor. En az Ender kadar zavallıca teslim oluyorsun ona. En az onun kadar kandırılıyorsun da bunun farkına bile varmıyorsun.

Çocukluğunuzdan beri burnunuzu her türlü boka sokmasına rağmen, hiç bir zaman suçlayamadınız Doğan'ı. Çünkü onun her adımı hesaplı, her sözü kitaplı. Küçükken üst mahalleden çocukların topunu çalar, kavga  çıkarır, siz kafa göz birbirinize girerken, o  "yardım çağıracağım" deyip ortadan kaybolurdu. Sonuç olarak siz kavgacı çocuklar olurdunuz, o mahallenin uslu çocuğu. 22 yaşına geldiniz, o her zaman tereyağ oldu, siz hep civa olmaktan kurtulamadınız. Son model telefonu o aldı, ama internet paketi bitmesin diye müziği Ender'in telefonundan açtı. En pahalı kıyafetleri o giydi, ama biraları sana iteledi. Cüzdanına bakmanıza gerek yok, ayaklarından tutup baş üstü havaya kaldırıp silkelesen, üzerinden senin cebinde olandan daha fazla para düşer. E takanak Necmi'nin oğlu o, senin gibi Mazlum'un oğlu değil.

Doğan Ender'in yeterince kıvama geldiğine inanınca, işemek için kömürlüğün köşesine gidiyor. Elinde kalan son biranın son yudumunu içerken, bir yandan da "biralar için sağ ol Mahmut" diye sana sesleniyor. Etrafa taze sidik kokusu yayılırken, bira şişesini sehpaya bırakıyor. Sizin her birinizin birası bitmekten uzakta, "size doyum olmaz" ben kaçacağım, yarın erken işim var diyor. "Furkan çıkmadan topla buraları" diye ekliyor.

Birasına fon dip atan Furkan, "abi dur bir şey konuşacağım senle" diyor.

"E iyi gel yolda konuşalım yürürken" diyor. "Siz halledersiniz değil mi lan buralı" diyor, iki mal olarak eyvallah çekiyorsunuz. Zaten bir kere şişeleri toplamanıza yardım etse dişimi kırarım.

Aslında sen de kalksan, ihale direk bu apartmanda oturan ve şu anda telefon ekranından sevgilisi ile kavga etmekte olan Ender'e kalacak ihale. Ama yapamazsın ki sen bunu. Sidik kokulu ortamda sadece ikiniz kalınca "ne yapayım olum ben" diye sana soruyor Ender. Kavga ettikleri ortada. Pek karışmak istemiyorsun, sadece "çok şey yapma" gibi saçma sapan bir şey söylüyorsun. Ender de, "kime ne soruyoruz zaten amk" der gibi bakıyor sana, susuyorsun.

Biralar bittikten sonra, bir kaç sokak yukarıdaki evine salına salına yürüyorsun. Gene fazla kaçırmışsın birayı, o koca cüsse, her adımda yeri sallayacağı yerde, kendi sallanıyor. Anahtarı bir kaç denemeden ancak deliğe yerleştirebiliyorsun. Olabildiğince sessiz giriyorsun eve, bir de o koca cüssen karanlıkta sağda solda olan şeylere çarpmasa, başarılı bile olursun. Temizlik kovası, ütü maması ve bilimum ev eşyası, dar koridoru senin için mayın tarlasına çevirmiş durumda. Babanın salonda tekli koltukta uyumuş olduğunu bilmek için, görmeye ihtiyacın yok. Dev gibi adam, o tekli koltukta oturur vaziyette uyuyor yıllardır. Çalışmayı bıraktı bırakalı... Sahi kaç yıl oldu bu adam işi gücü bırakalı? Takmıyorsun da onu, anneciğine üzülüyorsun. Kadıncağız pastahanede çalışarak evi döndürmeye çalışıyor. Zaten ona daha da yük olmamak için yarı zamanlı çalışıyorsun sende. Eline iyi kötü bir para geçiyor, gene de annenden destek alamadan yaşayamıyorsun. Parayı bu geceki gibi çarçur edersen, tabii annenden para almaya muhtaç olursun.

Kendini yatağa bırakmayı başardığında, en az bu gece üzerinde içki içtiğin pis sehpa kadar eski olan yatağın yayları isyan çığlıkları atıyorlar. En ufak bir kımıldaman, hiç de senfonik olmayan bir gıcırtı resitaline dönüşüyor. Alkolün etkisinde olmadığın ya da yorgunluktan ölmediğin gecelerde bu yatakta uyumak tam bir işkence oluyor sana. Neyse ki bu gece sana değil, yatağın kendisine işkence olan gecelerden.




Sabah gözlerini açmadan, kulakların açılıyor. Babana söylenen annenin sesi ile uyanıyorsun. Konu tabii ki para... Bir kaç gün içinde kendisine verilen parayı hiç eden baban, annenden para istemesi üzerine kahvaltı niyetine papara yiyor. Zaten ağrıyan başına, hiç de sakinleştirici gelmeyen sesler eşliğinde yataktan kalıyorsun. Her adımda kafan zonkluyor. Uyumadan önce bir bardak su içmezsen, olacağı budur. Mutfağa vardığında dün gecenin alkol eşliğinde geçtiğini anlamaları pek de zor olmuyor. Annen "babası ne ki, oğlu ne olsun?" diyerek öfkesinden sana ayırdığı payı hemen ortaya döküyor. Cevap verecek enerjin yok. Usulca sürahiye uzanıp kendine bir bardak su dolduruyorsun. Annenin çenesinden çıkan seslerin ne olduğunu pek anlamıyorsun ama paparanın senin üzerinden devam ettiğinin farkındasın. "Biraz huzur" diye içinden çığlıklar atsan da, tek kelime çıkmıyor ağzından.

Babana bakıyorsun, eğmiş kafasını, mazlum mazlum oturuyor. Zaten adamın adı bile Mazlum be oğlum, ne yapacaktı ki başka. Suçlu olsun olmasın, ona her bağıran karşısında böyle büküyor zaten boynunu. Eskiden iyi kötü çalışır, evine bakmaya çalışırdı, bir süredir eve para da getirmeyince, iyice annen karşısında ezilir oldu. Erkekleri hadım etmenin en iyi yolu çüklerini kesmek değildir.

Annenin dır dır ile yaptığı fon müziği eşliğinde babanı izliyorsun. Bakışlarında be bir sevgi var, ne de bir saygı be olum. Sanki babana değil de, savaşta rezil olmuş bir ordu komutanına bakıyorsun. Cüssesinden herkesin korktuğu adamın, nasıl bu kadar ezilebileceğini düşünüyorsun. Baban senden bile daha iri, neredeyse iki metre boyu var ve bin kilo falan olmalı. Ama maddi olarak annene bağlı olmayı seçtiği günden beri, fiziği olmasa bile, ruhu her geçen gün daha da ufalıyor.

Annen sabah azarını bitirip, tembihe başlıyor. Sana yaptığı tüm tembihler "BABAN GİBİ OLMA" temeli üzerine kurulmuş. Sana tembihleme yüklerken, babana "işe yaramaz, adam değil, erkek müsveddesi vb" tabirler savuruyor, babanı senin yanında etkin biçimde aşağılamaya devam ediyor. Kadın acımasızlığı, terör rejiminden daha beter olabiliyor. Bu kadar aşağılamaya maruz kalan kişi baban olmasa, "kadın haklı" demek ne kadar kolay olurdu, değil mi? Annen saydırdıkça, acır gözler ile babana bakmaya devam ediyorsun. Baban bir an kafasını kaldırınca, o bakışlarını yakalıyor, mümkünmüş gibi daha da eğiyor kafasını. Kalbinin en derinliklerinde, garip bir merhamet duygusu hissediyorsun babana karşı. Sonra mutfaktan ayrılıp salondaki koltuğa atıyorsun kendini. Bütün dırdırından sonra, annen babana biraz para veriyor, adam kafasını kaldırmadan, sessizce, adeta bir sürüngen gibi evden çıkıp gidiyor.

Bitti mi işkence Mahmut? Biter mi be! Baban gidince annen yanına geliyor. Az önce sinir ile söylediği her şeyi bu sefer ağlayarak söylüyor. Tamamen aynı sözler olsa da, bu sefer daha bir dokunuyor sana. Ağlayan kadına hak veriyorsun. İşte bu kadar aptalsın sen aslında, söylenene değil, nasıl söylendiğine bakıyorsun. Annen için üzülüyorsun. Aman oğlum, güzel oğlum, zeki oğlum, baban gibi sorumsuz olma oğlum. Kocadan yana gülemedi kaderim senden bari gülsün oğlum.

Tuğla kadar ağır bu beklentiye zaten çocukluğundan beri aşina olmalısın sen koçum. Baban henüz çalışmayı bırakmadan önce bile annen hep senden beklerdi. Her sınavından önce "iyi çalış, iyi çalış" diye kafanı ütülemesi ondandı. Getirdiğin her başarılı karnede, tüm tanıdıklarına övünmesi de ondandı, ilk düşük not aldığında sinir krizi geçirmesi de. Hep bekledi senden be Mahmut. Sen onun gelecek için tek umudusun ve sen de bunun farkındasın.

Günün tamamı anneni avutarak, babana karşı kinlenerek geçti Mahmut. Saat yaklaşıyor, Selin ile buluşacaksın ama daha ne duş aldın, ne dünden kalan bira kokunu gidermek için de olsa bir şeyler yedin. Annen sana yemek hazırlarken duşa giriyorsun. O tıkalı duş başlığından asla hızlı bir duş almanı sağlayacak tazyik beklememelisin zaten. Koca cüsseni yıkaman yarım saat alıyor neredeyse. Her gözenekten üçer beşer fırlayan o sakallarını kesmek de bir o kadar vaktini alıyor. Cildini kazırcasına tıraş olsan da, o sakalın gri izi suratında kalıyor.  En beğendiğin kotunu ve gömleğini giyiyorsun. Ve tabii, ne olur ne olmaz, en güzel donunu... Yemeği üzerine dökmemek için gösterdiğin dikkati sınavlarında bile göstermiyorsun. Annen hemen fark ediyor, ne bu hazırlık diye soruyor. Cevap vermeye utanıp susuyorsun ama, kıpkırmızı kesilen tenin seni ele veriyor. Annen de seni evden uğurlarken, "dikkat et kızlara yakışıklı oğlum" diye uğurluyor.

Evden çıkınca, cep telefonundan Doğan'ı arıyorsun. Utana sıkıla, dün "hallederiz" dediği mevzuyu, parayı soruyorsun. Cevap olarak şehrin diğer ucunda olduğunu söylüyor. Şaşırdın mı? Şaşırma. Ender'i aramaya gerek bile duymuyorsun, kesin o da bir yerdedir diyorsun.




Otobüse oturup buluşma mekanına doğru yol almaya başladığında, ne Doğan var aklında, ne baban, ne annen. Daha önce fragmanını bile yaşamadığın bir heyecan içerisindesin. Saat yaklaştıkça, Selin yaklaştıkça tüm hücrelerinde bir karnaval başlıyor sanki. Midende mecazi olarak uçuşan kelebeklerin gerçek olduklarına yemin edebilirsin. "Ne ayaksın olum sen" diye sorsak, verecek cevabın bile yok. O kadar heyecanlısın ki, bunun ne türden bir buluşma olduğunu bile düşünemiyorsun. Arkadaşça mı, yoksa ötesinde mi?

Bir ödev için ortak çalışma yapmak için tanıştınız. Daha öncesinde, sadece ufak tebessümler ile birbirinize selam verirdiniz. Aynı dersleri iki yıldan beri almanıza rağmen muhabbetiniz "merhaba - merhaba"dan öteye gitmemişti. Gerçi girdiğin her derste, gözlerin hep onu arardı. Bu iki yıl boyunca hep uzaklardan izlerdin onu. Bu süreçte iki tane kızla birliktelik yaşamış olsan da, hep aradı gözlerin onu. Düz siyah saçlarına, açık ten cildine, kocaman ve kapkara gözlerine bakmaktan hep zevk aldın. Bu kıza olan ilgini bırak ona ya da o iki geçmiş zaman sevgilisine, kendine bile belli etmedin. En azından sen öyle sanıyorsun.

Ve iki hafta önce, adı kutsal olası ders, adı kutsal olası doçent ve adı kutsal olası ödev sayesinde birlikte çalışmaya başladınız. Kütüphanede geçen o yoğun çalışmalı saatlerin her salisesi kutsaldır sana. Kalın kalın kitapların her birinin "hatalı noktalı virgülüne" bile taparsın. Kütüphanenin o sessiz ortamında, aşk şarkısı gibi gelen o fısıltılı sesi ile Selin... Sevmedin sen bu sürede onu, taptın. Kimsenin uğraşmayacağı kadar uğraştın bir ödev ile. Bu kadar çalışmayla doktora tezi yazardın da ama ne yoruldun, ne de sıkıldın. Ortaya tam puanlık bir ödev çıktı, bir de ondan gelen " e bu cuma kutlayalım bunu" teklifi. İki gündür içinde tutuğun o heyecan, şimdi tüm yoğunluğu ile vücudunu sarsıyor. O kadar yoğun ki, trafiğe de yansımış, trafik ağır ağır ilerliyor. Geç kalmış olduğunu Selin'den gelen "Vardım ben, neredesin?" diyen mesaj ile anlıyorsun.

İnip koşa koşa gitmek geçiyor aklından ama genede yarım saati bulur varman. Mecbur trafiğe küfür edip, durumu bildiriyorsun. Bir de abartalı bir özür diliyorsun ki, "önemli değil canım, ne olacak" diye bir cevap geliyor. Yaşlı deden kalp krizi geçirse, İstanbul'un bunalmış şoförleri ambulansa yol vermese, trafiğe bu kadar küfür etmezdin. Öyle ya da böyle varacaksın be oğlum, ne bu sinir? "Ben "bilmem nereye" oturuyorum, gelirsin oraya" diye mesaj da geldi, tam oldu. Neresi olduğunu bilmediğin bir yere çağrılmaktan daha beteri, "orası neresi" diye sormak istemeyeceğin birinin seni çağırması. Neyse ki taş devrinde değilsin de, cep telefonu ve internet kombinasyonu ile mekanı zor da olsa buluyorsun. Bu şehir daha iyi haritaları hak etmiyor mu sence de?

Mekana vardığında tüm trafiğe ettiğin küfürlere devam ediyorsun. Çünkü, sen geç kaldın ama başkaları geç kalmamış. Selin'i yanında 3 kişi ile muhabbet ederken buluyorsun. Yüzündeki o heyecan ile mutluluk karışımı ifade biraz olsun siliniyor, ki bu senin için gayet iyi bir şey, çünkü suratında öyle bir ifadeyle yanına oturacağın kadının senden korkmaması elde değildi.

Oturdukları masaya doğru yürürken masadaki tanımadığın iki kız ve bir herifin kimler olabileceği hakkında binlerce tahmin geçiyor aklından. Nasıl bir tepki vermen gerektiğinden de emin değilsin. Onlarla oturmaya devam mı edeceksiniz, yoksa farklı bir masaya mı geçeceksiniz? Sen tutumunu belirlemeye çalışırken, seni fark eden masadaki tanımadığın herif oluyor.

Herifin görünüşüne dikkat eden biri olduğunu ilk bakışta anlar insan. Saçı belli ki senin adını bile bilmediğin bir kuaförler zincirinde kesilmiş, sakallar bilerek uzun bırakılmış. Sarıya çalan bir renkleri var. Üzerinde boylamasına mavi çizgili, kısa kollu yazlık bir gömlek var. Üstten üç düğmesi iliklenmemiş ve herifin kıllı göğüsü açıkta kalmış. Spor salonunda zaman geçirdiği, en azından bir zamanlar geçirdiği belli. Senin doğuştan gelen iriliğin kadar olmasa da, bu herif de ülke normallerinin üzerinde bir iriliğe sahip. İlk görüşte aşka zaten inanırdın, şimdi ilk görüşte nefrete de inanıyorsun.

Herif, eliyle seni Selin'e işaret ediyor. Selin kafasını arkaya çeviriyor, seni görüyor, eliyle sana "buradayım, gel" diye işaret ediyor. Bir yandan da gülümsüyor. İşte bu gülümseme, sana Selinle aynı masada oturanları da, barı dolduran kalabalığı da unutturuyor. Kalabalığı yara yara ona doğru yürüyorsun. Selin garsona dönüp boş bir sandalye getirmesini rica ediyor. Sandalye beklenirken, sen masaya varmış, Selin'in yanında ayakta dikiliyorsun. Seni herif ve diğer iki kişiye taktim ediyor, sonra da onları sana.

"Liseden arkadaşlarım" diyor. " Seni beklerken burada karşılaştık, yalnız beklemeyeyim diye bana eşlik ettiler sağ olsunlar. Uzun zamandan beri de görüşmüyorduk zaten iyi oldu." Ozan, Begüm ve Gizem ile tanışıyorsun. Begüm bangır bangır lezbiyenim ben diye bağırıyor. Kısacık saçları, sert bir surat ifadesi ve Ender'den bile daha erkeksi tavırları var. Gizem'in beline sıkıca sardığı kolundan, Gizem'in de onun sevgilisi olduğunu anlamak güç değil. Başka zaman olsa, masada buluna iki lezbiyen  sana ilginç gelirdi. Haklarında bir şeyler öğrenmek istedin ama Selin ile dışarıda buluştuğunuz bu ilk gecede, onlar senin için sadece rahatsız edici figüranlar olarak kalacaklar. Çekim süresinde sürekli kameraya çaktırmadan baktığını sanan, tüm çekimi berbat eden zararlı figüranlar.

Sonunda sandalye geliyor, Selin'in yanında yerini alıyorsun. Koca cüsseli iki adam olarak masayı sıkıştırdığınız içinde gayet yakınsınız Selinle. Sırf bu yakın oturuş için rahatsız edici sineler olarak gördüğün lise arkadaşlarına ufak bir şükran duyuyorsun.

"Ne oldu ya, çok mu trafik vardı? E İstanbul canım ya, ne zaman olmuyor ki, sıkış takış yaşıyoruz." gibi bir muhabbete başlıyorsunuz. Sadece sen ve Selin'in içinde olduğu bir muhabbet. Masanın geri kalanından izole gibisiniz. Artık pek de rahatsız olmuyorken onlardan, "Biraz da bize bırak Selin'i, sen okulda her gün görüyorsun zaten" diyor, adı Ozan olan herif.

Ve Selin'in sadece sana ayırdığı zamanın böylelikle sonuna geliyoruz. Ozan öncülüğünde lise anıları konuşulmaya başlanıyor. Bazı insanlar, hiç bir alakalarının olmadığı konularda bile konuşabilirler, sen onlardan değilsin be Mahmut, tamamen yabancı olduğunu hissediyorsun bu masaya. Zaten pek konuşmazsın ama iyice korkuluk gibi oldun. Onlar kendi anılarını kendileri anlatmak için bir birileri ile yarışırken, sen öylece susup dinliyorsun. Garsonun getirmiş olduğu biranı içiyorsun. Bira bitiyor, yenisi geliyor. Tuvalete gitmek için masadan kalktığında masada bir ses eksilmiyor. Döndüğün zaman konuyu değişmiş buluyorsun. Lise anılarından nasıl politikaya döndü acaba muhabbet? Sen masaya tekrar oturduğunda Ozan "NATO ülkelerdeki muhalefeti ezmek için kurulmuş bir örgüt zaten arkadaş" diyor. O kadar kendinden emin bir ses tonu ile söylüyor ki, duyan NATO kurulurken oradaydı sanır. Bu cümleyi ne üzerine söyledi bilmiyorsun ama, alt metin gayet açık. "Ben bilirim"

NATO'dan girip Küresel Isınma'dan çıkmayı başarıyor Ozan. Kollarını masanın üzerine yaymış, bacakları sıkışık durumunuza göre fazlasıyla açık durumda ve dimdik oturuyor. Her hareketi, her sözü ile "Burası benim Meksika'm" diyor. Köpeklerin idrar kokusu ile bölgelerini belirlemesi gibi bir şey yapıyor ve sende bunu fark ediyorsun.

Bölge için savaşacak mısın?

Pek savaşacak gibi değilsin. Ara sıra ufak onaylar vermek, saçma bir detay hakkında soru sormak dışında hala pek konuşmuyorsun. Bunu yapan sadece sen değilsin, masadaki kızlarda sadece onaylıyorlar onu. Onaylandıkça, abartmaya başlıyor Ozan. Konuşması git gide daha bir vaaz havasını alıyor. Sanki siz cahillere, hayat dersi veriyor gibi anlatıyor her konuyu. Hızlandırılmış hayat dersi gibi... Her konuda bir fikri var da, ne kadar bilgisi var tartışılır. Pek çok konuda kulaktan duyma yalan yanlış bilgiler ile fikir üretmiş olduğunun farkındasın ama ağzını açıp tek bir karşı fikir ileri sürmüyorsun. Aksine, saçma sapan tezlerine bile çanak tutuyorsun. Aptal bir kralın kurnaz dalkavuğu gibisin Mahmut, kralına dev aynası tutuyorsun, o da coştukça coşuyor.

İkaros gibi balmumundan kanatlar ile yükseldiğinin farkında değil. Tek yapman gereken, güneşe daha çok yaklaşmasını sağlamak. Böyle bir yükselişin düşüşü olacağı o kadar aşikar ki, görmemek için kör olmak ya da uçmak gerek.

Hayatında ilk defa tam bir orospu çocuğu gibi davranıyorsun. Tabii ki bir kadın için yapıyorsun bunu.

Söz dönüp dolaşıp kadınlara geliyor. Ozan o kadar uçmuş ki, masadakilerin üçünün kadın, birinin de sen olduğunun farkında değil. Daha doğrusu senin kim olduğunun farkında değil. Daha yirmili yaşlarının başında olmasına rağmen, kadınlardan çok çekmiş, iflah olmaz bir romantik rolünü oynuyor. "Ah azizim, vah azizim" sularında dolanıyor. İşte vakti geldi, bir iki çanak soru ile onu sert bakışlı lezbiyen Begüm'ün kucağına atıyorsun. "Kadınların erkekleşmesi" üzerine bir tirat atarken, bir kaplan gibi üzerine atılıyor Begüm.

Bingo.

Kralın düşüşü ağır oluyor. Masadaki tüm kızlar ile tartışmaya girmek zorunda kalıyor ve sen, onun sadık hizmetkarı sandığı sen, kızlardan tarafta saf tutuyorsun. Mutlak bir bozgun. Feminizmin çılgın öfkesi altında kalıyor. Önce masanın üzerinde duran kollarını iki yanına alıyor, sonra yaymış olduğu bacaklarını topluyor. Omuzları çöküyor, boynu bükülüyor. Sonun da çenesi kapanıyor. Sen ve diğer kızlar farklı konulara girerken, o sus pus kalıyor.

Tebrikler, tek bir mücadeleye girmeden, kendini açık etmeden zafer kazandın. Sen bu işi Doğan gibi bir ustadan öğrenmişsin, bu Ozan bebesi nasıl seninle mücadele etsin. Tezgaha yata yata öğrenilir tezgah, değil mi? En büyük bozgunlar, zafer kazandım sanırken yaşananlardır. Bu senin için de geçerli, az sonra yaşayacağın gibi.

Gecenin geri kalanında kazandığın mücadelenin neşesi ile söylüyorsun biraları. Gece yarısına kadar altı birayı mideye indirdin bile. Yavaştan başın dönmeye kendini sarhoş hissetmeye başlıyorsun. Bu nedenler son biranı elinden geldiğince yavaş içtin. Gene de masanın geri kalanından hızlıydın. Yedinciyi söylüyorsun. O da bitiyor. Daha fazla içecek misin? Sen garsonun boş bardağını görmemesi ve bir bira daha isteyip istemediğini sormaması için dua ederken, Gizem'in "kalksak mı artık buradan?" sorusu imdadına yetişiyor. Keyfi kaçmış olan Ozan onaylıyor, Begüm Gizem'e uyuyor. Selin ise gece burada bitmesin ister gibi, "eve mi gideceksiniz" diye soruyor.

"Ben sana uyarım" diyorsun Selin'e. Kızlar bir dans mekanına gitmekten bahsediyorlar. İçinden, "siktir et bunları gitsinler, biz ikimiz kalalım" demek istesen de, diyemiyorsun. Ozan'ın adını ortaya attığı mekana gitmeye karar veriliyor, hesap isteniyor. Ozan tüm hesabı ödemeye kalkıyor. Az önce feminist manifesto yazan Begüm'den ses çıkmazken, taşranın gururu olan sen kendi hesabını ödemek konusunda ısrarcı oluyorsun. Keşke olmasaydın. Bu mekanda yedi bira içmek, yarı zamanlı bir çalışanın bir aylık maaşının yarısına denk düşüyormuş. Ozan'a para verirken sanki kendi payını ödemedin de, Ozan seni soydu gibi hissediyorsun.

Yeni mekana doğru  yol alırken Selin yanında yürüyor. Sana bir şeyler anlatıyor ama, sadece nazikçe gülümseyip arada "hı hı" diyorsun. Aklın az önce ödediğin hesapta ve ayın geri kalan günleri için cebinde kalan paranda. Selin durgunluğunu gecenin başında yorumlaması gereken konuya yorumluyor. "İstersen biz farklı bir yere gidelim" diyor.

"Artık çok geç be gülüm, cebimde bir hesap ödeyecek para daha kalmadı." diyecek halin yok. "Yok, ondan değil de, yarın sabah erken bir işim vardı, o geldi aklıma şimdi. Ben gelmesem daha iyi olacak, sen arkadaşlarınla git istersen." diyorsun. Akla ilk gelen yalanı söylemek gerçekten çok mantıklı canım kardeşim.

Biraz ısrar ettikten sonra, "peki canım" diyor.

Az önce mat ettiğin Ozan'a bırakıyorsun Selin'i. Adam sanki neler olduğunun farkındaymış gibi sinsi sinsi gülüyor. İçinden o salak suratını tek yumrukta uzun süreli bir hasara uğratmak geçiyor. Yapamazsın ama. Herkese iyi geceler dileyip yanlarından ayrılıyorsun. Cebindeki paranın son kalıntıları ile taksiye binip eve gidiyorsun. Daha eve varmadan, Selinden uzun bir mesaj geliyor. Bu gece böyle olduğu için özür diliyor, sana değer verdiğini söylüyor, en kısa zamanda, mümkünse yarın seninle tekrar buluşmak istediğini söylüyor. Alkolün verdiği yetki ile çapkın bir kaç söz daha yazıyor. Bu işin Selin tarafından oluru olduğu gayet ortada artık. Senin tarafından olamayacağının nedeni ise, cebinden gelen bozuk para tıngırtısında yatıyor.

En mutlu olduğunuz anlarda gelir vurur sizi gerçekler ve en mutsuz oldunuz anlarda gelir vurur sizi yalan rüyalar.

Yarın bir yerlerde buluşup çay içebilirsiniz. Pek para gitmez çay falan. O konuşma yapılır sevgili olunur. Peki sonra? Sonrasını yaşayabileceğin bir finansmanın var mı? Kızın saçındaki boya bile senin bir aylık yemek masrafına eşit gibiyken, nasıl bir ilişkiniz olabilir ki? Zengin kız ile fakir adamın aşklarını doyasıya yaşadığı bir kurgu değil ki hayat. Aslında bu kurguyu nefes aldığın bu dünyada yaşayanlar olduğunu biliyorsun. Ama sen o erkeklerden biri olamazsın değil mi? Senin bir gururun var, ne alakaysa? Okulda arkadaşlarının sana kahve ısmarlamasına bile müsaade etmiyorsun. sanki biri sana bir kahve alsa, aranızdaki maddi olanak uçurumunu ortaya koymuş olacak gibi hissediyorsun. Arkadaşların ile aranda böyle bir duvar örmüşken, Selin ile sevgili olabilmeyi en başından nasıl düşündüğüne hayret ediyorsun.

En bariz örnek baban zaten. Annenin ona nasıl davrandığı, bu hakkı nereden bulduğu geliyor gözünün önüne. Bir kaç yıl önce, baban henüz çalışırken, eve para getirirken annen ona böyle davranmazdı. Eğer bir erkek evine para getiriyorsa, o makbul olan erkektir. Eğer kadın az getiriyorsa, tam erkek değildir. Baban gibi hiç getirmiyorsa, işte o insan bile değildir. Hayır, yarın onunla buluşsan bile, sevgili olamazsın. Nedenini açıklayamazsın da. En iyisi, sanki ona karşı olan ilgini kaybetmiş gibi davranmak. Aşkını arzunu gönlüne gömmek.

Eve vardığında kararını verdin bile. Kararının acısını yaşamaya başladın bile. Acı çeken her canlı gibi, etrafına da acı çektirmeye müsait bir ruh halindesin. Evin ışıklarını açık görünce şaşırıyorsun. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Anahtar ile kapıyı açıp içeri girdiğinde babanı her zaman uyuduğu tekli koltukta gözleri açık buluyorsun. Oturmuş bir şeyler bekliyor gibi. Bir de onu çekemezsin şimdi. En güzeli odana doğru yol almak ama sana sesleniyor işte koca adam. Her çağrıya olduğu gibi, babanın çağrısına da boyun eğiyorsun ama memnuniyetsizliğin yüzünden okunuyor. Saklamaya gerek bile görmüyorsun. Eğer bu adam her baba gibi olsaydı, çalışıp ailesine iyi bir hayat sunmaya çalışsaydı belki yarın Selin ile tekrar buluşabilir, o konuşmayı yapabilir ve sonrasını da yaşayabilirdin. Babana bakınca, aşkını elinden çalan bir düşman görüyorsun. Ne dün senden para tırtıklayan Doğan, ne de şu an bir mekanda sevdiğin kadın ile dans ede Ozan düşmanın şu saatte. Sadece çalışmayıp hem annene hem sana yük olan bu koca cüsseli herif senin düşmanın. Gene de sessiz ve sabırsız oturuyorsun karşısında. Düşmanca bakışlarını hayal kırıklığı dolu bakışlar ile karşılıyor ama sen bunu fark etmiyorsun. O kadar sabırsızsın, o kadar kendi başına kalmak istiyorsun ki, bir şeylerin gelmek üzere olduğunu göremiyorsun.

Sessizliği bozan baban oluyor. "Beş yıl önce, taksiye çıktığım son gece, son müşterim tüm hayatımı değiştirdi. Arabaya bindiğinde, onunla beraber içeri dolan alkol kokusundan sarhoş olacağımı sanmıştım. Bir kaç yıldır aynı kıyafetleri giyiyormuş gibi görünüyordu. Elinde kıyafetleri kadar eski görünen bir bavul vardı. Beyaz saçlarına ise çok daha uzun yıllardır tarak değmemiş gibiydi. Beyaz saçlarına "kirli" tanımını sonuna kadar hak eden sakalları eşlik ediyordu. "Ne tarafa abi" diye sorduğumda  sadece "sür" dedi. Gece gece bir berduşa bedavadan şehir turu attırmak istemediğimden onu arabadan dışarı atacak bir bahane düşünmeye başlamıştım ki, paltosunun cebinden ona üç kere şehir turu attıracağım kadar para çıkarıp kucağıma attı. Bir paraya, bir adama baktım. Suratını bana doğru çevirip emreder gibi "sür" dedi.

İşte o zaman gördüm o mavi gözlerini. Çakır gibi, çakmak çakmak bakan gözler. Zifiri karanlıkta dahi parlayacak kadar parlaktılar. Bırak başka bir insanda, doğanın hiç bir yerinde bu tonda bir mavi olduğunu sanmıyorum. Tüm o berduş görüntüsünü bir anda silen, insana patronun kim olduğunu haykıran gözler. Arabayı vitese takıp sürmeye başladım. Büyülenmiş gibiydim. Gazetelere bir taksici cinayeti istatistiği olacağım bir kuytuya sürmemi istese bile, sürerdim herhalde arabayı."

Baban hayatının hiç bir döneminde iyi bir anlatıcı olmamıştı. Şimdi ise, bu adamdan bahsederken sanki o anları tekrar yaşar gibi anlatıyordu. Sabırsızlığın ve sinirin yavaş yavaş eridi. Baban anlatısına ara verdiğinde, devamında ne olacağını merak etmeye başladın. Baban ise birine bir şey anlattığının pek farkında değil gibiydi, konuşmaya ara vermişti ve yeniden başlayıp başlamayacağı meçhul görünüyordu. Anlatmaya devam etmesi için onu dürtmek zorunda olup olmadığını düşünmeye başlıyorsun, adam sanki buralar da değil gibi. Sen tam ağzını açıp ona devam et diyecekken, sanki anlamış gibi tekrar konuşmaya başlıyor.

"Bir süre sessizce sürdüm arabayı. Gözlerini taksimetreye dikmiş, sayıların artışını izliyordu. Nerede olduğumuz veya nerelerde dolandığımız ile hiç ilgili değildi. Sadece taksimetreye bakıyordu. Şehir merkezinde dönüp durmaya başladım.  Sonunda o çakır gözler taksimetreden kalktı ve bana döndü. İnsan başka bir yöne baksa bile, o gözlerin kendisine döndüğünü anında hissediyor.

"İşler nasıl gidiyor" diye sordu. "Çok şükür, nafakamızı  çıkıyoruz" diye cevap verdim. Evli olup olmadığımı, çocuğum olup olmadığını sordu. Sonra taksimetrede bir ayar olup olmadığını sordu. Olmadığını söyledim. "Plaka senin mi, yoksa şoför müsün sadece" diye sordu. Şoför olduğumu söyledim. Taksimetreye ayarı ne zaman yaptırdığımı sordu, plaka sahibinin haberi olup olmadığını sordu. Ayar olduğundan ayarı kendi yapmış kadar emindi, inkar etmek boşuna olurdu. "Polis falan değilim" sadece merak ediyorum diye ekledi.

Bir kaç ay önce yaptırmıştık ayarı. Bir arkadaşımın arkadaşı "herkes yapıyor zaten abi, korkma bir şey olmaz" deyince fazladan gelecek  bir kaç kuruşun zararı olmadığını düşünmüştüm. Bu ayardan gelecek parayla ne ben zengin olurdum, ne bir müşteri batardı. Zararsız, ufak bir hile.

Tüm bunları anlattım ona. İfadesiz bir surat ile dinledi beni. "Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz" dedi. Arabayı sağa çekmemi söyledi. "Tanrı insanları yarattı, insanlar ise kendi tanrılarını." dedi. Ayaklarının dibinde duran bavulun fermuarını açtı. İster istemez bavulun içine baktım, para ile doluydu. Hayatımda bu kadar parayı bırak bir arada görmeyi, hayal bile etmemiştim. Başından aşağıya kaynar su boşalır ya hani, işte kaynar sular başımdan boşalmadı, tam kalbimden tüm vücuduma yayıldı. Sahip olamayacak olsa bile, insan o kadar parayı görünce heyecanlanıyor işte.

Suratım ne hale geldi bilmiyorum, "insan tanrısını görünce böyle oluyor işte" dedi. Bir balya para aldı, "hamuru bile özel" dedi. "İnsan sadece dokunmaktan bile zevk alıyor. Harcamaktan bahsetmiyorum bile."

"Sahte mi abi onlar" diyebiliyorum ancak.

Gülümsedi ve "tüm paralar kadar sahte ve sahici" dedi. Elindeki balyayı bavulun içine geri atıyor. "Para insanların hizmetleri karşılığında elde ettiği bir semboldür sadece. Bana yapacağın tek bir hizmet karşılığında tüm bu parayı sana bırakacağım."

Mutlaka bir bit yeniği olmalı diye düşündüm. Mucize diye bir şey yoktur. "Ya paralar sahtedir, ya bu adam benden asla yapamayacağım pis bir iş isteyecektir" diye düşündüm. Öyle ya, kim kime bir bavul para verir ki? O ise ne düşündüğümü bilir gibi, "sana iyilik falan yapmıyorum ya da seni karmaşık pis bir işin içine sokmuyorum" dedi. "Aslında sana bu kadar para vererek kötülük yapıyorum. Senden  tek istediğim, bu paradan iki yıl boyun hiç harcamaman. Kimseye de bu paradan bahsetmemen ve iki yıl boyunca çalışmaman." Bunları söylerken o mavi gözlerini gözlerime dikmişti. "İnsanlar, zengin olsunlar, fakir olsunlar fark etmez. Nerede doğdukları, ne iş yaptıkları, hangi dilde konuştukları ve ya hangi dine inandıklarını sandıkları da fark etmez. Aslında insanlar tek bir tanrıya hizmet ederler. Para. İbadet edercesine çalışırlar, arkadaşlarını, ailelerini, aşklarını bu doymaz tanrıya kurban ederler. Savaşır ya da sevişirler. İster dürüstçe olsun, ister senin gibi ufak kurnazlıklar ile hep daha fazlası için çalışırlar. Herkesin bildiği ama kimsenin kabul etmediği bir din bu.

Benim senden beklediğim hizmet, bu dini hiç bir açıklaman olmadan geride bırakman ve geri de kalanları izlemen. Arkadaşlarını, dostlarını, aileni... Yavaş yavaş seni dışlamalarını izlemen. Seni seviyor sandıklarının sana sırtlarını dönecekler. Haşere gibi gibi bakacaklar sana. Onlar gibi olmadığın için, ölmeni isteyecekler. Ölmesen bile öleceksin. Canlı canlı gömecekler seni."

Tam olarak bu sözler ile olmasa da, anlatmak istediği buydu. O anlatırken yarım kulakla dinleyebilmiştim. Karşın da bu kadar para varken" diyor ve para dolu bir bavulu koltuğun altından çekiyor. "Karşında konuşanı pek dinleyemiyorsun."

Babanın sonunda kafayı yediğini ve saçmaladığını düşünüyordun, değil mi Mahmut? Parayı  görünce nerede olduğunu, kimin karşısında olduğunu bile unuttun. Ne Selin kaldı, ne Ozan, ne Doğan. Dokunmadan inanamadın. Ellerini bavulun içine soktun ve evet, işte bu. Paralar gerçek. Paraya dokunmanın o hazzı ellerinden tüm vücuduna yayıldı. Elin, kolun, omzun beynin hatta kalbin bile uyuştu sanki. Elin bavulun içinde öylece dona kaldın. "Rüya da değilsin" diyen babanın sesi ile kendine geldin. Ne diyeceğini bilemiyorsun. Kim bilebilir ki zaten Mahmut?

"Parayı aldıktan sonra bir kaç gün heyecandan yerimde duramadım. İnsan da bu kadar para olması ve bunu bir süre için dahi harcayamayacak olması korkunç bir his. Annene, sana ya da herhangi birine bir şey söyleyememek en zor kısmıydı. Parayı kömürlüğe sakladım. Çalışmadığımı size belli etmemek için her gece işe gider gibi evden çıkıp kömürlüğe indim. Paraları elime aldım, onları okşadım. Kısa bir süre sonra onları harcamanın hayallerini kurdum. Ailem ile, dostlarım ile beraberce harcayacağımız güzel günlerin hayalini kurdum.

Kısa süre sonra, çalışmadığım ortaya çıktı. İnsanlar bir süre için dinlenmek istediğimi sandılar, herkes anlayış gösterdi. Annen geçici olduğunu düşünerek çalışmaya başladı. Sen çalışmaya başladın. Geçen her gün, anlayışınız biraz daha azaldı. Annen boşanmak için dava açma hazırlığında, sen ise bana bir amipmişim gibi bakmaya başladın."

Bir şeyler söylemek istiyorsun, kendini savunmak istiyorsun ama söyleyecek hiç bir sözün yok Mahmut. "Baba" diyorsun, devamını getiremiyorsun.

"Geveleme boşuna evlat" diyor baban. "Gidiyorum ben"

Gidiyor mu? Paralar da gidecek. Elin hala bavulun içinde, hala paraların arasında. Elini paraların içinden çekmiyorsun, paraları kendine çekiyorsun. Babana bakıyorsun. İntikam mı alıyor? Gösterip de vermeyecek mi? Baban acı acı gülüyor sana.

"Korkma, paraları kaybetmiyorsun, sadece çoktan gözden çıkardığım babanı kaybediyorsun. Bu paraları hiç harcamama rağmen, onlarla hiç bir meblağın satın alamayacağı bir şey satın aldım."

Baban ayağa kalkıyor, "annene sen açıklarsın ne olduğunu" diyor, kapıya yöneliyor. O anda, babana "gitme" demek istiyorsun. "Sikti et parayı falan, bize sen lazımsın" demek istiyorsun. Doğru olanın bu olduğunu da biliyorsun. En zor olanı da bu değil mi zaten Mahmut? Doğru olduğunu bile bile yapamamak.  Baban kapının eşiğinden son defa sana bakıyor, hiç bir şey söylemeden kapıdan çıkıp gidiyor.

Ertesi sabah her şeyi annene anlatıyorsun. Kadın babanın ardından ağlıyor sızılıyor, sonra burada olandan çok daha fazla paranın onda olduğuna emin olduğunu söylüyor. Kahrını ben çektim, sefasını başkaları sürecek diyor. Zavallı baban bir bavul para bıraktı, gene de yaranamadı bu kadına. Ağlamalarına hiç bir cevap vermiyorsun. "Selin'e kaçta buluşuruz" diye mesaj çekiyorsun.



Selin ile bir kaç yıl birlikte olacaksınız. En lüks yerlerde yemek yiyeceksiniz, en pahalı hediyeleri alacaksın ona. Bir kaç yıl sonra, taş gibi bir hatun ile aldatacaksın onu. Paranın kokusunu alan bir kadınla. Ayrılacaksınız. Ne paranın kaynağından ne de babandan bahsedeceksin kimseye. Sorana gitti diyeceksin, nereye olduğunu bilmediğini söyleyeceksin. Polise kayıp başvurusu yapmayacaksınız. Dedikodular alacak başını yürüyecek. Doğan en saçma teorileri "kesin doğru" diye herkese anlatacak. Ender o kızla evlenecek, bir kaç yıl sonra şiddetli geçimsizlikten boşanacaklar. Boşanmalarından bir kaç hafta sonra, Doğan'ı o kız ile göreceksin. Susacaksın.
,
Para sana çok olanak sağlayacak ama karakterinin hatalarına yama olmayacak. Çok hızlı gidecek para.

Bir kaç yıl sonra, babanın cesedini teşhis etmek için başka bir şehre çağrılacaksınız. Annen gelmeyecek, sen gideceksin. Cesedin babana ait olduğunu teşhis edeceksin, cesedin yüzünde kocaman bir gülümseme olacak.

Sen ise fakir öleceksin. Sahip olduğun paraya gerçekten sahip olamadığını anlamış olarak. Ve cesedinin yüzünde  bir gülümseme olmayacak. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder