Merhaba dünya. Nasılsın? Nasıl gidiyor? Uzun süren uykum boyunca özledim seni. Doktorlara sorsan, komada olan birinin, özlemek gibi karmaşık bir duyguyu hissedemeyeceğini söylerler. Umarım onlarda bir gün hayatın mucizelere açık olduğunu anlarlar.
Uyandığım zaman, müthiş bir açlık hissettim. Yokluğumda neler olduğunu bilmenin açlığı ile uyandım. Bir de şöyle bol tereyağlı iyi bir iskender kebap açlığıyla. Neredeyse bir yıl süren koma boyunca 20 kilograma kadar zayıflamış olduğum için, yağlı bir iskender yemenin o tatlı pişmanlığını yaşamayacağım. Tabii doktorlar uzun süreden beri katı bir besin almayan midemi bu kadar zorlamama asla izin vermeyeceklerdir. Hayatımı kurtarmalarına rağmen nefret ettim bu doktorlardan. Tüm taleplerimi cahilce reddediyorlar. Tereyağlı iskender boğazdan geçince mideye gitmiyordur, kesinlikle vücudun mutluluk merkezine gidiyordur. Gel de anlat bunu doktorlara.
Zaten onlara ne söylesem olmayacak. Aramızdaki algılama farkını aşmanın hiç bir yolu yok gibi. Onlar uzun yolda kilometreleri sayan insanlar, ben ise yol bitmesin isteyenlerdenim. Bir kaç kelimeyle bir hayat hayal edenlerden.
Tüm ısrarlarıma rağmen iki ay kadar daha hastahanede tuttular beni. İşleyen demir paslanmaz, işlemeyen bacaklar yürümez. Fizik terapinin ilk günlerinde bir adım atmak, Everest'i aşmaya çalışmak gibiydi. Engel ne kadar zor olursa, zafer o kadar büyük oluyor. Doktorlar geliyor, yapma etme, zorlama kendini bu kadar diyorlar. Sana laf anlatmak, seni hayatta tutmaktan daha zor diyorlar. Kocaman gülümsüyorum onlara, bu adımların benim için ne kadar büyük bir zafer olduğunu anlatamam onlara ama, bir bebeğin annesine gülümsemesi gibi gülümseyebilirim onlara. Beni hayata döndürdükleri için ve her nazımı çektikleri için bu kadarını hak ediyorlar. İskendere izin vermeseler bile.
Hastahaneden taburcu olma vakti geldi. Gelin olmuş gibiyim. Kontroller için geri gelecek olmak bile avuntu oluyor. Doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar... Her biri bana o kadar anlayışlı o kadar nazik davrandılar ki. Pek çoğunun beni kızı yada kardeşi gibi gördüğünü hissedebiliyorum. Uzun uykum boyunca bana "uyuyan güzel" diye isim takmışlar. Hastahaneye gelen her yakışıklı için, prens benzetmesi yapmışlar. Gelip beni öperek uyandırmasını dilemişler. Masalları birbirine karıştırmış olsalar da...
Sadece babam geliyor beni almaya. Arabamız hastahane sınırlarından ayrıldığı anda babama beni bir lokantaya götürmesini söylüyorum. Güzel bir iskender yemek için. "Kilo yapmasın" diyor babam. "Sonra kiloları vermek için yemeklere savaş ilan ediyorsun. Acele etme, yakında istediğini yersin. Diyetin bir kaç ay sonra sona erecek ve o zaman en kral iskenderi ısmarlayacağım sana. Şimdi istersen eve gitmeden ufak bir şehir turu atabiliriz. Senin için yapabileceğim şimdilik bunlar."
Daha bir bebekken bile göz yaşlarımla babamı kandırmak benim için çok kolaydı. Bu sefer hiç şansım yok gibi görünse de, şansımı deniyorum. Pek işe yaramıyor. Gözlerimi sulandırıp "o zaman bende hastahaneye, doktorlarımın yanına geri döneceğim. Onları kandırmak bile senden daha kolay olacak gibi" diyorum.
"Geri dönüşün için anlamlı bir başlangıç. Hemen kontrolü ele geçirmek istiyorsun. Filmlerdeki çılgın generaller gibisin bazen. İlla her şey senin istediğin gibi olsun değil mi?" diyor, yarı ciddi, yarı şaka.
"Hayır yaaa" diye itiraz etmek istiyorum ama yapamıyorum. Zira babam haklı. Savaş mavaş yok ortada ama, sanki istediğim gibi olmazsa, yenilgi almış gibi hissediyorum çocuğu zaman. Özellikle babama istediğim bir şeyi yaptıramadığım zamanlarda bunu hissediyorum.
İtiraf etmek gerekirse, bunun şımarıklık olduğunun farkındayım. Bazen babama işkence ettiğimi düşündüğüm oluyor. Gene de hakim olamıyorum kendime. Annesiz büyümenin büyük bir duygusal boşluğu olur, babam tüm bu boşluğu doldurmak için bana hem anne hem baba oldu. İşten geri kalan tüm zamanını ve hatta fazlasını bana ayırdı. Evlenmeyi geçtim, sevgilisi bile olmadı. Beni büyütürken bir hayatı bile olmadı desem abartmış olmam. Aklım biraz ermeye başladığında, erkekler ile kızlar arasındaki farkları görmeye, aralarındaki çekimi hissetmeye başladığımda, onun benim için ne büyük bir fedakarlık yaptığını anladım. Hep üzerime titredi ama asla fazla korumacı olmadı. Bir şeyleri yasaklamayı denemedi bile. Kimsenin de bana bir şeyleri yasaklamasına izin vermeyeceğim şekilde büyüttü beni.
İtiraf etmek gerekirse, bunun şımarıklık olduğunun farkındayım. Bazen babama işkence ettiğimi düşündüğüm oluyor. Gene de hakim olamıyorum kendime. Annesiz büyümenin büyük bir duygusal boşluğu olur, babam tüm bu boşluğu doldurmak için bana hem anne hem baba oldu. İşten geri kalan tüm zamanını ve hatta fazlasını bana ayırdı. Evlenmeyi geçtim, sevgilisi bile olmadı. Beni büyütürken bir hayatı bile olmadı desem abartmış olmam. Aklım biraz ermeye başladığında, erkekler ile kızlar arasındaki farkları görmeye, aralarındaki çekimi hissetmeye başladığımda, onun benim için ne büyük bir fedakarlık yaptığını anladım. Hep üzerime titredi ama asla fazla korumacı olmadı. Bir şeyleri yasaklamayı denemedi bile. Kimsenin de bana bir şeyleri yasaklamasına izin vermeyeceğim şekilde büyüttü beni.
Ben bir birey olmaya başladığımda, onu arkadaşları ile haberleşmek için teşvik etmeye başladım. Haberleşmeden anladığı mektuplaşmak olan bir adama bu çağı ve nimetlerini öğretmek hayli zorlu oldu. Acaba bizim çağımız dışında çocukların babalarına milyonlaca şey öğretebileceği bir çağ yaşanmış mıdır? O beni kendim olabileceğim bir yola, ben onu kendi hayatını yaşayabileceği bir yola yönlendirdim. Ben kafamın dikine gidip, başımıza sürekli dert açsam da, babam ile harika bir uyuma sahibiz. Şimdi ve her zaman.
Eve vardığımız zaman, babam arabadan odama kadar kucağında taşıyor beni. Çocukken sürekli beni taşımasını isterdim, o da hiç nazlanmaz taşırdı. Sadece araba da oturmak bile beni saatlerce spor yapmışım gibi yormuş olduğu için ve hala normal bir insan temposunda değil de, seksenlik bir nine temposunda yürüdüğümden babam beni bir çocukmuşum gibi kucağında taşıyor. "Çocuk gibi oldum gene" diyorum. "En azından bu sefer koşarken düşeceksin diye endişelenmeyeceğim bir süre" diyor. "Çok uzun bir süre değil" diye cevap veriyorum. İnşallah diye fısıldıyor ya da bana öyle geliyor.
Tek sorun yürümem de değil, hala tam olarak göremiyor duyamıyorum. Beynimin mekanik işlev kısmında bilmem ne, bilmem ne olmuş. Doktorların söylediği sebeplerden çok, sonuçları dinledim. Gayet açık ve net sonuçlar yok ortada. Şöylede olur, böyle de. "Ömrümün sonuna kadar sakat kalabilirsin, kısa sürede normal fonksiyonel bir vücuda da sahip olabilirsin." Söz konusu insan beyni olduğunda, asla kesin bir şey söylenemiyor. Teknoloji bu kadar ilerlemişken bile, insan beyni ve işleyişi hala bir sır sanki. Ben gene de en iyi ihtimalleri düşünüyorum. En kısa sürede normal fonksiyonları kazanmayı bekliyorum. Bunca zamandan sonra kendi yatağımda uyuyacağım, karamsar olmaya gerek yok. Gözlerimi kapatıyorum, uykuya kendimi bırakmak için hazırlanıyorum.
Uyandığımda korkuyu hatırlamıyorum bile. Odam da bir saat yok ama odanın aydınlığına bakılırsa erken henüz günün ilk saatleri olmalı. Sizin için sıradan benim için zahmetli olan hareketler ile yataktan kalkıyorum. Babam daha kalkmadıysa bu çay demleyip ona sürpriz yapmak ve "her şey normal" mesajı vermek için güzel bir fırsat. Duvarlardan destek ala ala mutfağa doğru ilerliyorum ve daha yolu yarılamışken bile babamın uyanmış olduğunu anlıyorum. Mutfaktan fokurdayan suyun sesi bir de babamın konuşma sesi geliyor. "Bende seni özlüyorum... hıhı... şu anda mümkün değil gibi... bilmiyorum... tamam haber veririm... en kısa zamanda... eminim, çünkü seni seviyorum... tamam canım... öpüyorum bir tanem... byeee"
Bir an için elim ayağım boşalacak gibi hissediyorum. Sanki telefonda sevgilisi ile konuşan kişi babam değil de, kocammış da, ben hastayken kendisine yeni sevgili bulmuş ve ben uyandığımda da bu ilişkisini bitirmemiş gibi hissediyorum. Aslında babamın bir sevgilisi olmasını istiyordum. Babam ile bu konuda zaman zaman konuşurdum. Benim için hiç bir sakıncası olmadığını, bunun onun en doğal hakkı olduğunu söyledim defalarca, hatta arkadaşlarımın dul anneleri ile tanıştırmak bile istemiştim. Nasıl ki benim sevgilim olmasını o dert etmiyor ya da öyle görünüyorsa, bende onun için bir hayat arkadaşı diliyordum. Ta ki bu gerçek olana kadar, yani şimdiye kadar.
Mutfağın kapısında belirdiğimde babam telaşlanıyor. Hemen koluma girip tabureye oturmama yardım ediyor. "Ben uyandığımda sen hala uyuyordun, uyandırmak istemedim, sessizce kahvaltı edeyim dedim. Anlaşılan uyandırdım seni" diyor. Cevap vermiyorum. "İyi misin diye" soruyor babam.
"Kim o diye" soru ile karşılık veriyorum. Hala roller kafamda oturmuş değil, kocasından hesap soran bir kadın gibiyim. Babam önce utanıyor, sonra haylazca bir gülümseme beliriyor dudaklarında. Dalga geçtiğimi falan sanıyor olmalı. Önce bu tavrına uyuz oluyorum, masadan bir şeyler alıp kafasına atmak geçiyor içimden. "Cici annen" diye cevap veriyor, "hep isterdin ya bir tane cici anne" diyor.
Gülümsemesi o kadar sıcak ki, kimse artık o kadın, onu düşündüğü çok belli. Bir anda kafam yerine geliyor. Az önce ciddi olan tavrımı şimdi rol olarak devam ettiriyorum. Kollarımı göğüsümde birleştirip, "anlat, kimdir, nedir, nerede tanıştınız, tüm detaylar, tarihler..."
Gülümsemesi o kadar sıcak ki, kimse artık o kadın, onu düşündüğü çok belli. Bir anda kafam yerine geliyor. Az önce ciddi olan tavrımı şimdi rol olarak devam ettiriyorum. Kollarımı göğüsümde birleştirip, "anlat, kimdir, nedir, nerede tanıştınız, tüm detaylar, tarihler..."
"Zor günlerdi" diye başlıyor söze, "sen... sen uyudun" sanki başka bir şey söyleyecekmiş de, söylememiş gibiydi. Koma diyemiyor hala, sanki koma dese, ben gene komaya gireceğim gibi hissediyor. Sonra kadını ve nasıl tanıştıklarını anlatıyor. "Tüm günü ve geceyi hastahane kantininde senden gelecek iyi haberleri bekleyerek geçiriyordum. Hafta da sadece bir kaç saat eve geliyor, duş alıp kıyafetlerimi değiştiriyordum. Teknolojik ilerlemeye hiç bu kadar şükür etmemiştim. Elektronik postalar, anlık iletiler ile işleri idare etmeye çalıştım. Durumun o kadar sabitti ki, ne bir ilerleme, ne bir kötüleşme... Hiç bir değişiklik olmadan öylece uyuyordun. Pek hoş olmayan günler geçirdim anlayacağın. Sesini çok özledim birde." Yaşarmış gözleriyle baktı bana "Ah neyse boş ver geçti gitti o günler. Şimdi Dertleşmenin ne yeri ne de zamanı ."
"Daha konuya bile gelemedin ki, bu hızla gidersen kadınla nasıl tanıştığını anlatamadan ikimizde yaşlanacağız zaten, sadece gelelim aşık çocuk" diyerek devam etmesini istedim.
Kötü zamanların hatırası yavaş yavaş silindi yüzünden "Sen bir yere kaçmıyordun, işler internetten halledilemeyecek kadar birikiyordu, ben de işe geri döndüm. Bir süre yoğun çalışmam gerekti. Kendimi işe vermek biraz olsun iyi gelmişti. Aklımı senden ve senin durumundan farklı şeylere yoğunlaştırdım. Bir süre için daha iyiydim, sonra doğum günün geldi. Bir pasta aldım ve hastahaneye geldim. Ne olur ne olmaz, pastayı odana sokmadım ve kantinde doğum günü mumlarını hastahane bahçesinde kendim yaktım, kendim üfledim. İşte Yasemin ile o zaman tanıştık."
"Oh be sonunda adını öğrenebildik" diye bölüyorum konuşmasını. "Sır değildi zaten" diyor.
"Bilemiyorum artık, neyse sonrası gelsin"
"Bilemiyorum artık, neyse sonrası gelsin"
"Senin ününü duymuştu. Uyuyan güzel... O da annesi için hastahanedeydi. Yanıma gelip senin durumunu sordu, sonra ben ona pasta ikram ettim. Senden, annesinden falan konuştuk. İlk muhabbetimiz pek iç açıcı değildi. Annesi yıllar önce felç geçirmiş, hem onun bakımı, hem iş güç kariyer derken evlenmeye vakit bulamamış. "Evde kalmışlığım benim için bir referans mektubudur" demişti bir kere. "Okunduktan hemen sonra imha edilesi gereken." Keşke kendinizi bu kadar ihmal etmeyiniz demek istedim, sonra hak verdim ona. Yanlış anlama ama, ben de kendimi ihmal etmiştim. Sen hep söylerdin zaten bunu ama, bir başkasında görmeden, aynada yansımasını görmeden anlayamadım."
"Etmeyiniz efendim" diye atılıyorum hemen. "Biz kendimizi paralayalım beyefendi anlasın diye, kadın bir ayna tutup kahraman olsun, biz suçlu olalım. Oh ne ala memleket"
"Kızmayınız hanımım, bu işler böyledir, anne baba çocuğuna en doğruyu öğütler, ama çocuklar dışarıdaki arkadaşlarına uyar ya, öyle düşünün. Biraz ters oldu ama, idare ediniz." diyor babam. Uyandığımdan beri ilk defa onu bu kadar neşeli görüyorum. "Kadının burada olmasına gerek yok, bahsi bile seni neşelendiriyor" diyorum. "Öyle" diye cevap veriyor. Adamın keyfi yerinde.
Masanın diğer tarafındaki sürahiye uzanmaya çalışıyorum ama kolum yeterince uzun değil. Babam benim çabamı izliyor, herhangi bir yardım teklifinde bulunmuyor. Yardım etmediği yetmezmiş gibi ",Profesör Gadget (gecıt) gibi uzayan kolların olsun ister miydin?" diye dalga geçiyor. Kendimi zorlayıp kalçamı biraz kaldırıyorum ve yeterince uzatıyorum kolumu. Sürahiyi kendime çekip babamdan bir bardak istiyorum. "Sen elden ayaktan düşecek kadar yaşlan, aynı muameleyi göreceksin" diyorum. "Eeee ne zaman gelip isteyecek Yasemin hanım seni?"
"O değil, ben onu istedim. Annesi göçmeden bir kaç gün önce, aklı yerindeyken istedim. Annesinin kırkını bekliyorduk, otuz sekiz de sen uyanıp işi bozdun. Bir ara kasten yaptığını bile düşündüm. Neyse, öyle bile olsa iyi ki uyandın."
Adam biz uyurken evlenecekmişti de neredeyse iyi mi? "Bileydim sıkardım dişimi üç gün daha" diyorum.
"Biraz daha beklerse patlayacağını sanmam ama, en yakın zamanda evlenmemiz gerek sanki" diyor babam. Eh bu kadarı da biraz fazla, adamın sevgilisi olduğunu öğreneli 15 dakika oldu, en kıza zaman da evleneceğim diyor bir de. "Davetiyenizi yazardım ama, bu titreyen eller ile yazım baya kötü olur" diyorum. "Sen onu dert etme, biz o işleri çoktan hallettik, iş gün alıp imza atmaya kaldı artık" diyor büyük bir şevkle. Ortam gitgide çirkinleşiyor, "ben karı isterem" diye kulağına vursa şaşırmayacağım. Diyet mamamı yeyip günlük egzersizlerim için mutfağı terk ediyorum.
Yasemin ile bir kaç gün sonra tanışıyoruz. Beni hastanede ziyaret edenlerden biri de oydu. Arkadaşlarım, hastahane çalışanları falan derken kim gitti kim geldi pek anlamıyordum zaten. Arada tanımadığı çok kişi kaynamıştı, demek Yasemin hanımda onlardan biriydi. Hoş alımlı bir kadın, çok da sıcak kanlı. Yapmacık bir anne rolüne soyunmuyor. Bir abla gibi yaklaşıyor bana. Babam ile arama girmek istemediği sürece sorun yaşayacağım biri değil.
Günler geçiyor, haftalar, sonra aylar. Kontrollere düzenli olarak gidiyorum. Görmem ve mekanik hareketlerimde ilerleme var. Yavaş ama, olsun. Komaya neden girdiğimi herkes biliyor olmalı, fakat kimse konuşmuyor. Ben de düşünmek ya da bu konu hakkında bir şey sormak istemiyorum.
Ellerimi tam kullanabilemeye başladığımda, ilk tuttuğum şey bir kalem alıyor. Hayata ikinci defa doğarsanız, hayatın ne kadar güzel olduğunu daha iyi anlarsınız. Aldığınız her nefes bir şiiri hak eder. Aklıma gelen her şeye şiirler yazıyorum. Gücüm yettikçe yazıyorum. Beğenmezsem, hata bende değildir, kalemden kaynaklıdır diyorum. Ah bir de gözlerim bu kadar çabuk yorulmasa da, bir şeyler okuyabilsem. Yatağımın üzerinde hep kitaplar olurdu, şimdi sanki süs eşyaları gibi kitaplıkta sıralı duruyorlar. Onlara sesleniyorum bazen yattığım yerden "yazıyorum diye unutmadım sizi, gözlerim tam olarak düzelmedi daha, kusura kalmayın." diye fısıldıyorum onlara.
Babamın nikahına 21 kişi davet edildi. Bu benim uyandığım yaşımdı. Babam uğurlu olduğunu düşündü. Kırk yaşındaki adamın inançlarına bakın. Çok olgun adam gerçekten diye dedikodusunu yapıyorum Yasemin ile. Sevgilime her şeyi de, ama olgun deme zaten diyor. Bana da deme diyor. Çünkü aşık olmak olgunlara göre değilmiş. Aşık olmak delilere göre imiş. Kırk yaşında gelinlik giymek imiş." Bu bir konu hakkında bir şeyler yazmalıyım öyleyse, iki deli ile birlikte yaşayacağıma göre, aklımda kalsın. Söz uçar yazı kalır" diyorum. "Senin yanında olduğum her an, bir deli kadar mutlu olacağım" diyor babam, müstakbel karısına. Neden bilmem, kıskanmıyorum bu sefer.
Hayatım normale dönüyor. Sanırım iyileşebileceğim kadar iyileştim. Dışarı çıkıyorum, arkadaşlarım ile buluşuyorum. Bir daha ki dönemde okula tekrar başlamaya hazırlanıyorum. Başıma bu iş geldiğinde üçüncü döneme başlamak üzereydim. Uyanalı neredeyse üç yıl kadar oluyor. Her şey yolunda. Her yıl doğum günümde günün tamamını birlikte geçiriyoruz. Kocaman bir pasta alıp üç kişi afiyetle yiyoruz. Sanki babam ve üvey annemle değilde, 19 yaşına yeni girmiş iki ergen ile birlikte yaşıyorum gibi geliyor bazen. Babam için ikinci, Yasemin için ilki olmayan ikinci baharı yaşıyor gibiler. Ve onlar bu bahara girdiğinde de, yaşarlarken de ben oradaydım, yanlarındaydım.
Babam ve Yasemin, evlendiklerinde beni yalnız bırakamayacakları için balayına gidememişlerdi. Artık iyileştiğime göre, bir seferlik olsun bensiz tatile gitmelerine izin verdim. Babam beni evde yalnız bırakma fikrine pek sıcak bakmasa da, her gün bir arkadaşım benimle kalacak yalnız kalmayacağım dememle ikna oldu. Gene de bir gözü arkada kalacak gibiydi. Tatili boyunca beni günde 20 kere falan aramasına hiç şaşırmadım.
Onlar tatildeyken, babama söz verdiğim gibi her gün bir arkadaşım gelip bizde kaldı. Bazen birden fazlası. Tüm haftayı dedikodular ile geçirdim. Asla evlenmeyeceğini iddia edenlerin ilk evleneneler olmasını mı istersiniz, yüksek not için hocalara vermeye hazır olan namus bekçisi kızlarımı. Ben uyuduğum zaman, her şey daha basitti sanki diyorum, o zamanlar daha küçüktük :) diyorlar, ikinoktaüstüsteparantezkapat kadar sahte sahte gülümsüyorlar. Neredeyse tüm arkadaşlarım mezun oldular, ya yurt dışına yüksek lisansa gittiler ya da hayat dedikleri bir şeyin içine dalmış durumdalar. Annesinin getirdiği ceylanı afiyetle yiyen arslandan çok, leş bekleyip üzerine atlayan sırtlanlar gibiler. Belki uyumasaydım, bende onlar gibi olacak ve değişimin farkına bile varmayacaktım. Çünkü hiç biri bir şeylerin farkında değil gibi. Çizildiği çok belli kalıplar ile yaşıyorlar ve dışarıya bir adım çıkmaya cesaretleri yok gibi.
Babamların dönmesine bu kadar sevineceğimi hiç düşünmemiştim. Yasemin'e çapkınca "nasıl geçti tatil" diye soruyorum, "Lüks ötesi bir otel, jakuzili banyolu, lcd tv'li, dvd oynatıcılı, yumaşacık yataklı bir otelimizde ve harika ötesi denizde..." deyip susuyor.
Neden sustu ki? "Veeeee ateşli dakikalar geçirdiniz" diye dürteleyince, daha bir duruluyor. "Geçiriyorduk :)" diyor. En az arkadaşlarım kadar sahte sahte gülümsüyor. Bir sorun olduğu çok açık ama, ne yapmalıyım acaba dökülmesi için diye düşünüyorum. Babamın yaptığı bir şeyler canını sıkmış ve hala da sıkmaya devam ediyor gibi. Ya da yapmadığı bir şeyler.
Yasemin'in buruk hali bir kaç gün devam ediyor. Babam pek bir şeyin farkında değil gibi. Karı koca arasına girmek pek hayırlı sonuçlanmaz diye ben de üzerinde durmuyorum konunun. "Olur böyle şeyler" diyorum, geçiyorum. Geçmemek gerek aslında.
İlerleyen günlerde Yasemin'in iş yerinde geçirdiği süre artıyor. Eve ilgisi azalıyor. Sanki babam ile aralarına her gün bir mesafe giriyor. Babam da bunun farkında olmalı ki, onunla daha fazla zaman geçirebilmek için çırpınıyor. Ve bir sene böyle geçiyor. İlk defa bu yıl ki doğum günümü, onların tanışma yıl dönümünü bir arada geçirmiyoruz. Yasemin işi gereği başka bir şehre gidiyor, öyle sıradan bir şey gibi davranıyor ki bu güne...
Babam ve ben gene bir arada geçiriyoruz bu günü. Babama sorunun ne olduğunu sormak istiyorum, "keşke birlikte geçirebilseydik bu günü gene" diyorum, "beraberiz ya" diye cevap veriyor. "Daha beraber geçseydi keşke" diyorum. Onu konuşmak için zorlamak istiyorum. Sorun var, diyorum ve sen bana sorunun ne olduğunu bile söylemiyorsun diyorum. "Üzgünüm" diyor, gerçekten son derece üzgün görünüyor. Öyle can sıkıcı bir gece yaşıyoruz ki, dayanamıyorum. Babamın uyumasını bekleyip Yasemin'i arıyorum.
Gece geç saatte aramama rağmen ikinci çalışında açıyor telefonu. Nasılsın uyuyor muydun, ben uyuyamadım, uyuyamadım çünkü tüm gün ve gece kasvet ile geçti. Uyuyamadım çünkü babam ve senin aranda gözle görülür bir sorun var ve ben bunun ne olduğunu bilemiyorum. Son bir senemizi etkileyen bir şey bu ve ne olduğunu babamdan öğrenmem imkansız gibi. O yüzden geç meç dinlemeden seni aradım ve sen bana sorunun ne olduğunu söyleyeceksin diyorum.
"Sana istediğin gibi bir sene yaşatamadığım ve son derece önemli olan uykundan seni mahrum ettiğim için üzgünüm" diyor. Söylerken sanki sadistçe zevk aldığı bir cümle bu. Birlikte geçirdiğimiz dört yıl boyunca hiç sesini bu tonda duymamıştım.
"Ne demek istiyorsun?" diye soruyorum.
"Bir şey demek istemiyorum" diyor. Tartışmak istemediğini belirtiyor. Zorluyorum onu.
"Gereksiz bir konuşma bu" diyor. "Babandan duyman daha doğru olurdu ama, anlaşılan bu gece öğrenmeden rahat etmeyeceksin. Baban ve ben boşanmaya karar verdik."
"Başka biri mi var?" diyorum ki bu bir sorudan çok bir suçlama olarak çıkıyor ağzından.
İstemediği bir şey olduğunda, insan birilerini suçlamak istiyor. Kendisinden veya yakınlarından önce, olayın içinde olan diğerlerini suçlamak istiyor. Uzayan mesai saatleri, iş yemekleri, şehir dışı işleri, eve gelen hediyeler ki hepsinin üzerinde şirket logoları vardı.
"Evet, başka biri var" diyor, "O biri sensin, hep sen oldun."
Ne demek istediğini anlayamıyorum önce, ona nasıl bir rahatsızlık verdiğimin ya da ne yaptığım için başka biri olduğumu anlayamıyorum. Yazıyla bildir derdini falan demek istiyorum. Daha anlaşılır olsun, her şeyi açıkla o yazıyla demek istiyorum, hiç bir şey diyemiyorum.
O kadar kör oluyoruz ki bazen, en yakınımızda olan biteni göremiyoruz. Varlığımızın bile ne anlama geldiğini düşünmüyoruz. Kırkını geçen bir kadın, bir adama aşık olmayı başarıyor. Onun için deli oluyor. Her şeyi olmak istiyor onun. Bencilce ona sahip olmak istiyor, ancak önünde büyük bir engel var; adamın kızı. Onları asla yalnız bırakmayan, her zaman bakıma muhtaç olan kızı... Bir süre idare ediyor ediyor, kız artık yardıma muhtaç olmayacak hale gelene kadar. Sonra kocası ile, sevdiği erkek ile ilk defa yalnız tatile gidiyor. Tam üç yıl sonra oluyor bu ve "bam!" Adam günde yirmi kere kızını arıyor, aramadığı zaman bile tüm günü kızını merak ederek, onu düşünerek geçiriyor. Sadece ondan bahsediyor. Sevilen o kız, kadın için berbat bir sorun haline geliyor.
"Yanlış anlama" diyor kadın, "senin bir suçun yok, sadece, hayat böyledir işte. İstediklerimiz ile gerçekler arasında fark vardır. Ondan seni bırakmasını istemem ona haksızlık olur, senin varlığın sen istemesen de bana haksızlık! Yarım kalacak olsa bile, nerede bırakacağını bilmeli insan. Babana da bunları söyledim. Çabaladı, didindi, "seni ne kadar sevdiğimi hissedeceksin artık" dedi ve hissettirdi. Olamadı ama, bir şeyler hiç bir zaman olmadı. Bize birbirimizi getiren şey, sonunda bizi ayırdı."
Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. "Yapılabilecek hiç bir şey yok artık " kafamda bir ses. "Hayır, pes edemezsin, bir yol her zaman vardır" diyor başka bir ses. Varlığımı sonlandırmak geçiyor içimden, daha önce denemiştim, gene yapabilirim diyorum. "Sorunlarından böyle kaçamazsın" diyor yeniden ikinci ses, " daha önce hiç bir işe yaramadı, daha çok sorun çıkarmak dışında."
Sanki gözlerimin içinden değil, midemin üzerinden geliyor yaşlar. Karşı koyuyorum, ağlamak istemiyorum. "Çaresiz kaldığımızda yapabileceğimiz tek şey ağlamaktır" diyorum kendi kendime.
"Her şey mümkün, imkansız yok" ama bazen yapılabilecek hiç bir şey de yok.
Yasemin'in buruk hali bir kaç gün devam ediyor. Babam pek bir şeyin farkında değil gibi. Karı koca arasına girmek pek hayırlı sonuçlanmaz diye ben de üzerinde durmuyorum konunun. "Olur böyle şeyler" diyorum, geçiyorum. Geçmemek gerek aslında.
İlerleyen günlerde Yasemin'in iş yerinde geçirdiği süre artıyor. Eve ilgisi azalıyor. Sanki babam ile aralarına her gün bir mesafe giriyor. Babam da bunun farkında olmalı ki, onunla daha fazla zaman geçirebilmek için çırpınıyor. Ve bir sene böyle geçiyor. İlk defa bu yıl ki doğum günümü, onların tanışma yıl dönümünü bir arada geçirmiyoruz. Yasemin işi gereği başka bir şehre gidiyor, öyle sıradan bir şey gibi davranıyor ki bu güne...
Babam ve ben gene bir arada geçiriyoruz bu günü. Babama sorunun ne olduğunu sormak istiyorum, "keşke birlikte geçirebilseydik bu günü gene" diyorum, "beraberiz ya" diye cevap veriyor. "Daha beraber geçseydi keşke" diyorum. Onu konuşmak için zorlamak istiyorum. Sorun var, diyorum ve sen bana sorunun ne olduğunu bile söylemiyorsun diyorum. "Üzgünüm" diyor, gerçekten son derece üzgün görünüyor. Öyle can sıkıcı bir gece yaşıyoruz ki, dayanamıyorum. Babamın uyumasını bekleyip Yasemin'i arıyorum.
Gece geç saatte aramama rağmen ikinci çalışında açıyor telefonu. Nasılsın uyuyor muydun, ben uyuyamadım, uyuyamadım çünkü tüm gün ve gece kasvet ile geçti. Uyuyamadım çünkü babam ve senin aranda gözle görülür bir sorun var ve ben bunun ne olduğunu bilemiyorum. Son bir senemizi etkileyen bir şey bu ve ne olduğunu babamdan öğrenmem imkansız gibi. O yüzden geç meç dinlemeden seni aradım ve sen bana sorunun ne olduğunu söyleyeceksin diyorum.
"Sana istediğin gibi bir sene yaşatamadığım ve son derece önemli olan uykundan seni mahrum ettiğim için üzgünüm" diyor. Söylerken sanki sadistçe zevk aldığı bir cümle bu. Birlikte geçirdiğimiz dört yıl boyunca hiç sesini bu tonda duymamıştım.
"Ne demek istiyorsun?" diye soruyorum.
"Bir şey demek istemiyorum" diyor. Tartışmak istemediğini belirtiyor. Zorluyorum onu.
"Gereksiz bir konuşma bu" diyor. "Babandan duyman daha doğru olurdu ama, anlaşılan bu gece öğrenmeden rahat etmeyeceksin. Baban ve ben boşanmaya karar verdik."
"Başka biri mi var?" diyorum ki bu bir sorudan çok bir suçlama olarak çıkıyor ağzından.
İstemediği bir şey olduğunda, insan birilerini suçlamak istiyor. Kendisinden veya yakınlarından önce, olayın içinde olan diğerlerini suçlamak istiyor. Uzayan mesai saatleri, iş yemekleri, şehir dışı işleri, eve gelen hediyeler ki hepsinin üzerinde şirket logoları vardı.
"Evet, başka biri var" diyor, "O biri sensin, hep sen oldun."
Ne demek istediğini anlayamıyorum önce, ona nasıl bir rahatsızlık verdiğimin ya da ne yaptığım için başka biri olduğumu anlayamıyorum. Yazıyla bildir derdini falan demek istiyorum. Daha anlaşılır olsun, her şeyi açıkla o yazıyla demek istiyorum, hiç bir şey diyemiyorum.
O kadar kör oluyoruz ki bazen, en yakınımızda olan biteni göremiyoruz. Varlığımızın bile ne anlama geldiğini düşünmüyoruz. Kırkını geçen bir kadın, bir adama aşık olmayı başarıyor. Onun için deli oluyor. Her şeyi olmak istiyor onun. Bencilce ona sahip olmak istiyor, ancak önünde büyük bir engel var; adamın kızı. Onları asla yalnız bırakmayan, her zaman bakıma muhtaç olan kızı... Bir süre idare ediyor ediyor, kız artık yardıma muhtaç olmayacak hale gelene kadar. Sonra kocası ile, sevdiği erkek ile ilk defa yalnız tatile gidiyor. Tam üç yıl sonra oluyor bu ve "bam!" Adam günde yirmi kere kızını arıyor, aramadığı zaman bile tüm günü kızını merak ederek, onu düşünerek geçiriyor. Sadece ondan bahsediyor. Sevilen o kız, kadın için berbat bir sorun haline geliyor.
"Yanlış anlama" diyor kadın, "senin bir suçun yok, sadece, hayat böyledir işte. İstediklerimiz ile gerçekler arasında fark vardır. Ondan seni bırakmasını istemem ona haksızlık olur, senin varlığın sen istemesen de bana haksızlık! Yarım kalacak olsa bile, nerede bırakacağını bilmeli insan. Babana da bunları söyledim. Çabaladı, didindi, "seni ne kadar sevdiğimi hissedeceksin artık" dedi ve hissettirdi. Olamadı ama, bir şeyler hiç bir zaman olmadı. Bize birbirimizi getiren şey, sonunda bizi ayırdı."
Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemiyorum. "Yapılabilecek hiç bir şey yok artık " kafamda bir ses. "Hayır, pes edemezsin, bir yol her zaman vardır" diyor başka bir ses. Varlığımı sonlandırmak geçiyor içimden, daha önce denemiştim, gene yapabilirim diyorum. "Sorunlarından böyle kaçamazsın" diyor yeniden ikinci ses, " daha önce hiç bir işe yaramadı, daha çok sorun çıkarmak dışında."
Sanki gözlerimin içinden değil, midemin üzerinden geliyor yaşlar. Karşı koyuyorum, ağlamak istemiyorum. "Çaresiz kaldığımızda yapabileceğimiz tek şey ağlamaktır" diyorum kendi kendime.
"Her şey mümkün, imkansız yok" ama bazen yapılabilecek hiç bir şey de yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder