30 Ağustos 2014 Cumartesi

Makine

Hippiden bozma sakallı adamların, etnik kıyafetler içerisinde şarkı söyleyen kadınların sahne aldığı bir bar burası. Altı metrekare alanda dans etmeye çalışan yirmi kişi, kalabalık bir eylence yansıması yaratıyor. Üniversitenin devamsız öğrencilerinin, kendisine "sokak sanatçısı" diyen boş gezenlerin, ruhunu genç tutmaya çalışan ofis çalışanlarının ve gezgin turistlerin hafta sonu için uğrak mekanı. Kapalı alanda sigara içme yasağı uygulanmıyor, terleyen insanların bazıları ter kokuyor ve en çok tüketilen içki türü açık ara bira oluyor. 

Dans pisti olarak kullanılan alanın yanındaki masalardan birinde oturuyor. Üzerinde koyu lacivert bir takım var. Beyaz gömleğinin tüm düğmeleri ilikli. Kravatı biraz mı gevşemez ya da boynuna aşıktan daha sıkı sarılmış kravat onu biraz mı rahatsız etmez? Ne gömlekte, ne pantolonda ne de ceketinde tek bir kırışıklık yok. Çuval giyse üzerinde jilet gibi duracak. Spor salonuna sadece para ödemediği, ödediği parayı son kuruşuna kadar çıkardığı ortada. İdeali yakalanmış ve muhafaza edilmiş bir vücudu var.

İdeal?

Mekanın öbür ucunda, bar tezgahının önündeki yüksek bar taburelerinden birinde oturan kadının kahkahası yüksek sesli müziği bastırıyor. Şuh bir kahkaha değil bu. Daha çok bir at kişnemesinin kadın ağzından kahkaha olarak uyarlanmış haline benziyor. Takım elbiseli adamımızın kafası diğer herkes gibi kahkahaya doğru dönüyor. Oturduğu yüksek tabureden biraz daha uzun olan, kesinlikle çok daha ağır bir kadın görüyor. Karanlıkta görebildiği kadarıyla, kadının suratı da en az vücudu kadar şekilsiz. Tüm detayları görmesine engel olduğu için karanlığa şükrediyor. Çirkinliğine rağmen kadının etrafındaki iki erkeğe acıyor. "Nefes alsın yeterciler" diyor içinden, "dünya kadar malın olcağına..." diye düşünürken masasındaki boş sandalyeye bir hatun oturuyor. Çirkin kadın gider, güzel kadın hoş gelir.

Bu sırada bizim takım elbiseli arkadaşın çirkin bulduğu kadın içki içiyor yeni tanıştığı iki arkadaşları ile muhabbet ediyor. Adamlardan biri öğretmen olduğunu söylüyor. Çin'in bilmem ne bölgesinde İngilizce öğretmenliği yaptığını söylüyor. Diğeri ise adının Mustafa olduğunu söylüyor. Çin ile alakası Çin'den mal getirip zengin olma hayalleri ve Asya Pornosu'ndan ibaret. "Çin Sineması DEV" diyecek aşamaya bile gelememiş henüz. Çin'de İngilizce öğreten Ercan muhabbet peşindeyken, Mustafa gecenin sonu hakkında ihtimaller peşinde. Mustafa'nın saçları bir süre önce gemiyi terk etmiş. Bu açığını sakallarını uzatarak gidermek istediğinden olsa gerek sakallarını uzatmış. Ellerini sakallarının arasında sık sık dolaştırması belki farkında olmadan "onlarda mı beni terk etti" korkusundan olabilir. Boynunda asılı duran garip ve taşlı kolyeyi de sık sık yokluyor. Sigarayı yeni mi bırakmıştır nedir? Elleri sürekli gergin gergin bir yerlerini yokluyor. Kimse fark etmez diye düşündüğünden olsa gerek, ara ara çükünü de kaşıyor.

Bir süre sonra Mustafa kadın ile dans etmeye çalışıyor. Herkes gibi mekanın öbür ucundaki boşlukta değil, bar tezgahının hemen önünde dans ediyorlar. Bu sırada Mustafa'dan daha uzun sakallı elemanları olan grup çalmaya devam ediyor. Takım elbiseli ise yanında oturan güzel ile konuşmaya devam ediyor. Adının Görkem olduğunu beyan ediyor. Sigorta şirketinde çalıştığını iddia ediyor. Kısa süre önce nişanlısının onu nasıl aldattığı ile ilgili bir hikaye anlatıyor. Adı dahil söylediği her söz her şey yalan. Karşısındaki güzel kadın ise tüm duyduklarına inanıyor. Dinlediği yalan hikayedeki kadını şeytanlaştırıyor. "Orospu" diyor. Adama "hayatta var bunlar" diyor. "Böyle böyle öğrenilir hayat, takma kafana, insanlara güvenini kaybetme, herkes onun gibi değil" diyor. Hayat hakkında uzun uzun atıp tutuyor. 23 yaşında üniversite öğrencisi olan bu kız, hayatı çözdüğüne inanıyor.

Takım elbiseli ise onu dinlemiyor bile. Hikayesine inanılmış olması onu için yeterli. Bir kaç ayda bir değişik mekanlarda değişik insanlara değişik hikayeler anlatıyor. RPG oynuyor. Geçen sefer yetimhanede büyümüş bir torbacıyı oynuyordu. Bir öncekinde sadece siyasi davalara bakan idealist bir avukattı. Sınır tanımayan doktorlar üyesi de oldu, çocukken üvey babası tarafından taciz edilen bir sosyopat da oldu. Bazen şimdi olduğu gibi bir üniversiteli kıza anlattı hikayesini, bazen yeni mezun işsiz bir yazılım mühendisine, bazen gezgin bir Avrupalı gence. Kime neyi anlattığının önemi yok, hikayeye inanıldığı sürece.

Bunu neden yaptığına emin değil. Sorsanız "sadece hoşuma gidiyor ve bu da yeterli" der. Ancak neden hoşuna gittiğini düşünmez bile. Kaçıp kurtulmak istediği boktan bir hayat yaşamıyor. Tersine, her şey istediği gibi gitti, gidiyor. Babasından devraldığı şirketi yönetiyor. Her patron gibi iş stresi onu da etkiler, bazen bunalır ama adı üzerinde "iş hayatı" bu. Spor yapıyor, sağlıklı besleniyor. Fiziki kalitesi yerinde. Güzel bir karısı ve dört yaşında sevimli bir oğlu var. Karısı ile tek bir ciddi tartışmaları bile olmadı. Ev hayatı huzurlu, yatak odaları harika. Buna rağmen bazen lise arkadaşları ile çapkınlık yapmaktan geri kalmıyor. Erkekliğin şanından olsa gerek. Çapkınlık dediysek fahişelerden bahsediyoruz. Doğu Avrupalı, Asyalı ve nadiren siyahi fahişeler. Çok nadiren de hikaye anlattığı bir kaç güzel ile... Tıpkı isterse bu gece ki güzel ile yatabileceği gibi. Sahte nişan hikayesini anlatırken planladıkları düğünün planını anlatıyor. Karşısında oturan güzelin gözleri yerinden fırlıyor. Hem romantik, hem de masraflı bir düğün. "Düğün giderlerini babam karşılayacaktı, pek çok ayarlama yapılmıştı bile" diyor.

Bu esnada Mustafa hızını alamayıp kişneyen kadınla berber herkesin dans ettiği ortadaki alana gidiyor. Çinlilere İngilizce öğreten Ercan'ı barın önünde sessizce bira yudumlamak üzere bırakıyorlar. Zaten Mustafa'nın ilk amacı da Ercan'dan kurtulmak. Mustafa'da ne ritm duygusu var, ne müzik kulağı. Dans etmiyor, adeta ortada tepiniyor. Az önce sakallarını, kolyesini falan elleyen elleri şimdi dans ettiği kadını elliyor. Hiç boş durmuyor o eller. Takım elbiseli onları fark etmiyor bile "aldatılmaktan daha kötü olan insanların buna verdiği tepkilerdi. Sanki hepsi "belliydi böyle olacağı" diyorlar. Herkes görmüş ben görememişim. Sonra acıma evresi başlıyor. "Nasıl oldunlar, iyi misinler" başlıyor. Bana acır gibi görünüp kendi hallerine şükrediyorlar. Kansermişim gibi davrananlar oluyor." Masadaki güzel istemsiz bir kahkaha atıyor. Bunda gülünecek ne var? "Çok özür dilerim" diyor güzel kadın. "Şu dans eden andaval sinirimi kaldırdı da"

Takım elbiseli dans kavramının ırzına geçen Mustafa'ya bakıyor. Güzel kadın yarım yamalak dinlediği cümleler üzerine konuşuyor. "İnsanlar böyle işte ne yaparsın" gibi şeyler geveliyor. Mustafa'nın dansa tecavüzü tüm dikkatini dağıtmış. Tam kıvamında bir dinleyiciden "heee evet, hı hı" kıvamına bir anda geçiş bu. Oysa takım elbiselinin daha anlatacakları vardı. Hayat ve insanlar hakkında sarsıcı tespitler yapacaktı. Bir yerde bir hata mı yaptı? Yoksa tüm suç çirkin kadınla bile olsa skor bulmayı amaçlayan Mustafa'da mı? Tabii ki ikinci şık geçerli. Tüpte kaçak var mı diye çakmak ile kontrol edip bir yerleri havaya uçursa bile kendinde suç bulmaz bizim takım elbiseli. Masadaki güzel, bir süre sonra izin isteyip masadan kalkıyor. Takım elbiseli önündeki birayı tek seferde kafasına dikip yenisini sipariş ediyor. Dans eden insanların arasında Mustafa'ya bakıyor, anlattığı sahte hikayedeki kötü adamı görüyor.

Zavallı Mustafa ise Ercan'ı elemiş olmanın sarhoşluğu içerisinde. Ercan ise hala bar tezgahının önündeki taburelerden birinde oturuyor ve iki gün sonra Çin'in bilmem ne bölgesine geri dönecek olmanın sıkıntısını yaşıyor. Bu gece aklındaki son şeylerden biri yeni tanıştığı o tatlı kadın ile birlikte olmaktı. Çin'de yaşamanın bazı faydaları vardı. Kendisini tavandan iple sarkıtıp oral seks yapan fahişeler, ayak masajı ile erkekleri boşaltan masörler, kendisini bambular ile dövdüren fahişeler... Mustafa'nın hayal bile edemeyeceği şeyler. Hepsini yaşadı Ercan. Eğer bir cinsel zirve mümkünse, o zirveyi bir kaç kere tırmandı Ercan. Seks aradığı son şeylerden biri bile değil. Misyoner deyince aklına seks değil, işi gelen ender erkeklerden o.

Mustafa ise, ah garibim, ne kadar da mutlu! Dans ederken gösterdiği başarı kadar bir başarıyı  bu gece bir kadının üzerinde sergileyeceğinden emin. Kadın güzelmiş çirkinmiş ne önemi var? Kukusu peynir tenekesinden hallice olsa bile fark etmez ona. Pazartesi günü ofis arkadaşlarına başarısını anlatırken seviştiği kadını değil, az önce fark ettiği güzel kadını anlatabilir. Takım elbiseli bir hödük az önce elinden kaçırdı o güzel kadını. Aslında şansını güzel kadınla da deneyebilir ama ne gerek var? Elde olan biber arı kovanındaki baldan tatlıdır. "Dandik takımlı hödükten başarılı olurdum kesin de, neyse başka zamana" diye geçiriyor içinden ve eldeki biber ile dans etmeye devam ediyor. Dandik sandığı takım bir iki maaşından fazla ama, ne diyelim? Adam maldan pek anlamıyor.

Takım elbiseli pusuya yatmış bir timsah gibi izliyor onları. Mustafa su içmek için dereye yanaştığında tek hamlede boynunu kıracak. Kadın ise biletine piyango bulan talihli sanacak kendisini. Bilet sahte çıkınca suratını görmek takım elbiseliye ikramiye olacak. Mustafa o kadar tepindi ki, artık bir şeyler içmesi gerekli. Dereye değil, bar tezgahında Ercan'ın yanında duran birasına yöneliyor. Ercan konuşacak başkalarını bulmayı başarmış. Mustafa başıyla selam veriyor, bar tezgahından ılımış birasını alıyor, kafasına dikiyor. Bardak tamamen boşalmadan ağzından ayrılıyor. Biraz bekliyor, tekrar dikiyor ve bira bitiyor. Yeni sipariş vermiyor. Artık gitme vakti geldi. Kadının birası hala yarısını kadar dolu ama ne fark eder? Ercan'a yalandan iyi geceler diliyor. "Bu mal da otursun biri bana gelecek diye beklesin. Olmaz olum bu işler öyle. Vahşi doğa burası, avını kovalamayan aç kalır. Rakibini yenemeyen aç kalır." diyor içinden. "Yazsam mı yaaaa ben bunları bir kenara?"

Mustafa avını yakaladığını, öldürdüğünü ve birazdan afiyetle yiyeceğini sanıyor. Avı bıraktığı yerde ise yeller esmese de, başkaları dans ediyor. Kadın biraz önce güzel kadını elinden kaçıran hödüğün masasında oturuyor. Neden ki? "Yorulmuştur yaaaa" diyor Mustafa içinden. Masada oturan hödük garsona bir şeyler söylüyor, kadın kendisine, bir de Türkmenistan'daki safkan bir at ırkına özgü o kahkahasını atıyor. Mustafa masaya geliyor, o pek yerinde durmayan elini kişneyen kadının omzuna koyuyor, kulağına eğilip "kalkalım mı?" diye soruyor. Suratına en sevimli olduğunu düşündüğü ifadeyi takarak sessizce soruyor bunu. Kadın ise "nereye şekerim daha karpuz kesecektik" diye yüksek bir kahkaha ile karşılık veriyor. Dans kozunu tekrar mı denese? Bu hödük dans etmeyi beceremez bile. Kaldı ki Mustafa gibi figürler sergilesin. Kadın "yakışıklım" diye hitap ettiği hödük ile konuşuyor.

Hödük?

Az önce boyut mu değiştirdi acaba bu Mustafa? Az önce somurtkan somurtkan oturan hödük gitmiş, yüzünde güller açan yakışıklı gelmiş masaya. Kravatı gevşemiş, gömleğinin üst düğmeleri açılmış, ceket çıkmış. "Yedirmezler amına koyayım" diye düşünüyor Mustafa. Yanından geçip masaya eğilen garsona bakılırsa "içirirler." Garsonun masaya bıraktığı tepside barın stoklarındaki tüm tekila, bardaklara dizilmiş halde duruyor. Eskiden hödük gibi duran adam konuşmadan Mustafa'yı buyur ediyor. "Yakışıklım sipariş vermeyi biliyor" deyip bir kahkaha daha atıyor kadın. Masaya yadan bir sandalye çekiyor Mustafa. Adam bir tekila içiyorsa kadın iki, Mustafa dört içiyor. Zaten sıfıra alçak irtifa giden şansını yerin dibine sokuyor. Çok marifetli çocuk ama yanlış babadan doğmuş.

Az önce Ercan'ı görmezden gelip kadını kazanan Mustafa, şimdi kendisi görmezden gelinen oluyor. Bu sırada Ercan bir kaç gence Çin ile ilgili bilgiler veriyor. Gençler önümüzdeki bir yıl kadar çalışıp para biriktirmeye ve Çin'e gitmeye karar veriyorlar. Mustafa ise dans pistine gitmeye karar veriyor. Sağ duyusunu bir kaç tekila önce kafasının yüksekliğinden paraşütsüz attı. Alkolün verdiği yetki ile daha da saçma tepiniyor. Takım elbiselinin de başı dönüyor. Mustafa'nın performansına rağmen masada hala iki insan fazla miktarda tekila bulunuyor. Kadın ise hiç etkilenmemiş gibi. "Atlar sarhoş olur mu acaba?" Çıkarabileceği en garip sesi çıkarıyor, at gibi kişneme taklidi yapıyor. At gibi kişneyerek gülmeye çalışıyor. Kadının doğal olarak yaptığını, tüm zorlamasına rağmen yapamıyor. "At, kadın, kadın siken at, at siken adam, bu kadını siken ben. Sikecem lan ben bunu" Sarhoş bir kafanın çağrışımları onu çok uç noktalara sürüklüyor. Mustafa'ya zarar vermeye çalışırken nerelere sürüklendi adam.

Eskiden masada güzel kadın olan kadın ise arkadaşlarının yanında takılıyor. Sahne olarak kullanılan yükseltinin hemen yanındaki masadalar. Güzel kadın üflemeli çalgıları çalan Mustafa'dan daha uzun sakalları olan adamı kesiyor. Bir ara aşırı sarhoş bir kel onu dansa kaldırmaya ya da bir şey söylemeye çalışıyor ama, hiç oralı olmuyor.

Mustafa güzelden de, çirkinden de umudunu kesiyor. Vücudu hazırda bulunan son enerjileri kırıntılarını hayatta kalmak için kullanırken aklına harika bir fikir geliyor. Yalpalaya yalpalaya mekanı terk ediyor, daha merdivenlerin sonuna varmadan aklına gelen harika fikir kuş misali uçuyor. Mustafa ise...

Mustafa'nın ardından dağılmış adam ile at kadını da mekanı terk ediyorlar. At kadın evinin yakın olduğunu, yürüyerek gidebileceklerini söylüyor. "Güzeller güzeli karım var." benim diyor at adam. "Ama at istiyorum diyor." Kadın kişniyor, adam "haydi bir daha benim için kişne" diyor. Kadın gene kişniyor. Adam yalpalarken, kadın düz çizgiyi bırakın, ipte yürüyecek kadar dengeli yürüyor.

Ercan gene tek başına oturuyor. Kasa kapanmadan son birasını sipariş ediyor. Gençler gaz aldıkları kadar bira alamadıkları için bir süre önce ayrıldılar yanından. Canlı müzik de sona erdi. Cansız olan müzik devam ediyor, enerjisi kendisine fazla gelen bir kaç kişi hala dans ediyor. Güzel kadın bir süredir cilve yaptığı çalgıcıyı sevgilisi ile öpüşürken görünce siniri kalkıyor. İstedi ve alamadı. Kabul edilemez. Gözleri ile tüm mekanı tarıyor, en makul seçeneğe, Ercan'a yöneliyor.



Arıkuşu saniyede en az atmış kere kanat çırpar. İnsan gözü saniyede 25 kare görüntü görebilir. Dört silindirli motor dakikada 10.000 devirin üzerine çıkabilir. Sevişmiyor da, bu rakamlar ile yarışıyor sanki. At kadın yatağın üzerinde ve dirsekleri üzerinde sıra gibi duruyor. Aygır ise arkadan tüm gücü ve hızı ile çalışıyor. Bir yandan da atını hızlandırmaya çalışan jokeyin kırbaç darbelerini elleri ile vuruyor. Yüz yüze gelmeyecekleri her pozisyonu uyguluyor. Burası onun Meksika'sı, diyarın tek hakimi. Tatmin noktasına geldiğinde kadın o noktayı bir kaç kere geçmişti bile. Birleşmeyi sona erdiriyor, kendi eli ile devam ediyor ve kadının yüzünü önüne yaklaştırıyor. Yüzünü gördüğünde midesinden yukarıya çıkan gazı ve sıvıyı hissediyor. Harika zamanlama, ikisi bir arada.

Uyandığında nerede olduğu hakkında hiç bir fikri yok. Dün gecenin soluk hatıraları arasında hatırladığı son şey at kadın ile bardan dışarı çıktığıydı. Çıplak olduğunu fark edince hikayenin nerede bitiğini anlıyor. Boğazındaki acı tat etrafı kimin batırdığını anlatıyor. Aynada gördüğü yansımanın uzun bir duşa ihtiyacı var. Belki de hamama gitmeli. Her biri başını zonklatan ağır adımlar ile yatak odasından çıkıyor. Karşısına çıkan düz koridordan at kadının evinin salonuna varıyor. İşte bu görmeyi beklemediği bir manzara. Evin duvar ebatlarındaki pencerelerinden İstanbul boğazı güneşli bir günde görünüyor. Hangi semtte olduğunu çıkarması zor değil. Pencereye dönük  koltuklardan birinde oturan kadın yeni uyanmış adamı fark ediyor. Üzerinde bir bornoz var ve önü kapalı değil. İstanbul boğazı fon olmasına rağmen, kadını görmek adamın midesini bir daha kaldırıyor. At değil, bir ork ile cücenin yasak aşkının meyvesi olur ancak bu.

Adamın gizleyemediği tiksintisi kadında kahkaha olarak karşılık buluyor. "Dün gece hiç bu kadar sönük değildin" diyor kadın içeri kaçmaya çalışan penise bakarak. "Para verdiğim fahişeler kadar iyi iş çıkardın şekerim." Para vermeden sevişemezsin zaten. Sesli mi düşündü bu adam? Hala sarhoş mu ne? Kadın gene kahkaha atıyor. "Hayır şekerim sevişmek değildi bu. Sevişmek doğal bir şeydir, ıssız bir adada büyüyen bir kadın ve erkeğin bile sonunda keşfedeceği bir aşk yöntemidir. Senin yaptığın ise pornolardan öğrendiklerini uygulamak. Sana gösterilmiş yolda yürümek, risksiz ve sürprizsiz. Başarılı teknikler, duygusuz ilişkiler. Tamamen biyolojik faaliyet. Sen sevişmiyorsun yakışıklım, sikiyorsun. Eh arada insanın arada buna da ihtiyacı oluyor. Neyse yakışıklı, takma bunları sen kafana. Duş almak istesin diye banyoya havlu çıkardım. Kahve falan içmek istemezsin herhalde benimle. Başarılarının devamını dilerim şekerim."

Kadın banyonun kapısını gösterip az önce kalktığı koltuğa geri oturup boğazı izlemeye devam ediyor. Adam elinden geldiğince hızlı temizleniyor, yatak odasına gidip üzerinden nasıl çıktığını hatırlamadığı takımını giyiyor. Ayna karşısında üzerini kontrol edip sessizce evden dışarı süzülüyor. Kadının söyledikleri değil, bu evde oturacak parayı nasıl kazandığını düşünüyor.

Mustafa suratına vuran güneş ile uyanıyor. Onun da her tarafı kusmuk içinde. Maalesef boğaz manzaralı bir evde değil, tinerci yuvası bir parkta uyumuş. Kımıldamaya dermanı yokken eliyle ceplerini yokluyor. Cüzdan sağ cepte değil, solda da değil. Göt ceplerinde de değil. Lan! Cüzdan! Fişek gibi fırlıyor yerinden. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyor. Ne cüzdan, ne telefon. Geçmiş olsun Mustafa, ofiste anlatacak harika anılar beklerken, karakolda anlatacak saçma sapan anıların oldu.

Ercan burnuna konan öpücükle uyanıyor. Dün gecenin güzel kadını buse ile uyandırıyor onu. Bardan ayrılıp kadının evine geldiler dün gece. Ercan tüm gece Çin'den ve öğrencilerinden bahsetti. Öğrendiği bir kaç bilgi kırıntısını paylaştı. Yirmi üç yaşındaki üniversite öğrencisi güzel kadın o konuştukça büyülendi. Konuşurken insanın gözlerine bakıyor, ruhuna ulaşmaya çalışıyor. Mistik bir havası vardı. Evet, dün gece son tercih olarak seçmişti onu ama top tüm kukaları devirmişti. Büyük ödül gibi bir şeydi Ercan. Gözlerini kapattığı zaman bile, Ercan'ın yeşil gözlerini hala görebiliyordu.

Ercan ise her zamanki kadar sakindi. Dün gece bu kız üzerine saldırmadan önce Çin'e geri dönüp dönmemek hakkında konuşuyordu. Öğrencilerini seviyordu. Tüm dünyayı saran makinenin çarkları tarafından yontulmamış, insanın özünü yansıtan çocuklardı. Eğer Çin'e geri dönerse bir kaç yıl içinde o safkan insan ruhunun nasıl istenilen şekle sokulduğunu görecekti. Hatta kendi işi bile buna hizmet ediyordu. Türkiye de mi bir iş bulsaydı? Dün gece tanıştığı tatlı kadın ona reklam ajansında iş verebileceğini söylemişti. O garip kel oğlan gelmeden hemen önce. "Ne iş yapabilirim ki?" diye sormuştu. "İdeali yaratmamıza yardım edersin, şimdikini beğenmediğin ortada" dedi. Gözünün önünde duran kadının suratına baktı. Güzel bu mu? İşi almaya karar verdi, ufakta olsa bir değişiklik yapabilirdi belki. Çin'de kalan öğrencileri için faydalı olmazdı ama belki onların çocukları için olurdu.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Kılıksız

"Olum vallaha dönenim eve, çıkar şu üstündekini adam gibi bir şey giy. Bu ne olum böyle!"

Tişörtümden bahsediyor arkadaşım. Beş senede üzerimde paralanmış, artık delikler ve yırtıklara sahip bir tişört. Üzerinde X-Men kahramanlarından Gambit var. Beyaz fonda yavru ağzı pembe tonlarında çizilmiş. Çok güzel bence. En sevdiğim tişörtlerimden biri. 

Bir kaç yıl önce, bilmem kaçıncı yıl dönümü kutlamamız için bir Kilyos'a gidecektik. Giydim tabii ben gene Gambitli tişötümü. Kıçıma da bir şort çekmişim. Taksim meydanında buluştuk gideceğiz. İnsan bilmem kaçıncı yıl dönümünde sevgilisini görünce sevinir değil mi? Bizimkinin siniri tepesine çıktı benim kılığı görünce. Kendisi en özenli kıyafetlerini giymiş, hafif makyajını yapmış. Özen göstermiş anlayacağınız. Benden aynı özeni göremeyince de sinirleniyor. Ya arkadaş, kılığıma kıyafetime özen göstermeyi takmıyorsam, yıl dönümünü de önemsiz gördüğüm sonucuna niye varıyorsun? Ne alaka yani? Sanki katıldığımız bir mezuniyet balosu dışında bir yere giderken iyi giyindiğimi görmüş. Lan senin aldıkların dışında tişörtüm bile yok yeni alınmış. Biliyorsun ki genel bir siklemezlik hali bu. Yok illa zehir edecek. Neyse ya kılıksızlığıma döneyim sinirim kalkıyor 4 yıl falan sonra bile. Ben de senin terlikle dolanmana kıl oluyorum sen hiç ipliyor musun? Hiç!

Daha da eskiye gidiyoruz. 9-10 yıl kadar önce, Ankara'nın Kızılcahamam mevkinde kaplıcadayız. Ben daha 15 yaşımdayım, ne işim var benim kaplıca da? Arkadaşım falan da yok oralarda. Tesissin bahçede mal mal takılırken kısa boylu şişko ve sivilceli bir kızın dikkatini çekmişim. Geldi tanıştı falan. Çok çirkin ama zaman hem geçsin diye, hem de 15 yaşında olmanın gazı ile manitacılık yapmış oldum. Tesis AKP'nin kamp yaptığı bir alan olduğu için 15 yaş faaliyetlerini tesisisin hemen dışındaki çalılık tepede yapıyoruz. Ben tabii ki üstüme başıma hiç dikkat etmiyorum. İki gün boyunca ne yediysem tişörtte onların izi var. Kız bu leş gibiliğime değinince utandım. Ben bile arada utanıyorum yani. Dedim ki "taksimde son moda böyle artık. Leş gibi tişörtler falan." Vay amk! Hayal gücüne bak nereye bağladı olayı. Benim palavradan daha komik olan kızın bunu yemiş olması. Ankara'da yaşayan bir arkadaşla tanışmasına vesile olmuştum. O çocuk dedi, kız gotik falan olmuş ve leş gibi tişört giyip bunu tarz sanıyormuş. 

Benim de böyle yalanlara inandığım oldu ama gaza gelip uygulamadım hiç. Truva filminin röportajlarından birinde Brad Pitt filmde giydi eteğin çok moda olacağını söylemişti. Lan ilk defa moda için heyecanlanmıştım. Erkek arkadaşlara sesleniyorum, etek aslında bizim için en uygun kıyafet. Çok çok rahat lan! Saldım çayıra Mevlam kayıra durumu var. Hem bol kesim bir etek harika da kamuflaj sağlar. E bizim baldır görünecek diye bir derdimiz de yok. Lan valla büyük rahatlık. Olmadı tabii. Olaydı çok güzel olacaktı ya. Hala umudum var etek eskiden olduğu gibi erkek kıyafeti olacak diye. Hayır kimse giymiyor, sadece ben giysem başıma gelecekleri az çok biliyorum. Ah bir moda falan olsa, marjinal akım olmasına bile razıyım. Sadece bir kaç kişi ile akım başlatmayı bile denerim aga, öyle rahat ya. (evet denemişliğim var. çok ayrı bir hikayesi var onun üşenirim burada yazmaya)

Şimdi fark ettim, üzerimdeki tişörtte baya eski. Siyah siyahlığını unutmuş. Michael Jackson gibi hastalanmış, beyaz olma yolunda ilerliyor. Acayip de sünmüş yakası falan. Anneler için yer bezi olmaya aday değil, geç kalmış gibi. Tüm bu özelliklerinin yanında, pek de bir rahat arkadaş. Benim bile değil bu, kuzen eskiyi getir yeni al kampanyası uygulamış da, bana kalmış bu kesin. Geçenlerde annem "hiç bir şeyin kalmamış senin giyecek, gidelim alalım bir şeyler" dedi. "Git sen al" dedim. Aldı, çok da beğendim. Noldu sonra? Deli gibi yağmurda yürümeye kalktım, deri ceketin boyası olduğu gibi aktı. Doğa her zaman süper bir sanatçı değil arkadaş, beyaz tişörtte oluşan mor desenler hiç de voav çekeceğimiz cinsten değil. Kısmet olmuyor yani bana yeni tişört, yaramıyor. İngiliz asilzadelerin pipolarını ilk bir kaç yıl kahyalar kullanırmış. Kullanıldıktan sonra daha iyi olurmuş pipo. O misal, biri kullanmadan tişörtler bana olmuyor. 

"Şişt, üşenme ya valla olmaz olm bu kılıkla gitmeyelim bir yere. Çapulcu gibi be ne olum!"

"E pantolonda yırtık olum ona bir şey demiyorsun" diye üsteledim. "O tarz lan" dedi. "Bu yırtık tişörtte yeni tarz, bak görürsün bir kaç yıla damgasını vuracak"

Yemedi tabii. 15 yaşında aptal kız çocuğu değil ki yesin. 

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Küçük Adanın Küçük Adamı

Hikaye değil la, ufak bir tarihi kahramandan bahsediyorum başlıkta. Aslında insanların fiziki özellikleri ile alenen dalga geçmemek gerek ama bu adam çok kompleks yapmış kendine boyunu, o yüzden ufak-küçük adam diyorum. Bahsettiğim ada Korsika adası, adam da Napolyon. Evet evet, Kıta Avrupası'nın neredeyse tamamını fethetmiş adama küçük adam diyorum. Sadece boyu değil, kendisi de küçük bir adamdır. Tek kayda değer yanı iyi bir topçu birliği komutanı olmasıdır. Başka da bir numarası yok. 

Tipe bak!
Tarih içinde geçen pek çok insanı bize "büyük adam" diye gösterirler. Oysa bu adamların pek çoğu oluşan koşulların parlattığı bir kaç özeliği sayesinde öne çıkan insanlardır. Gerçekten büyük olanlar ise koşulları kendileri belirleyenlerdir. Genelliklede bilim adamı ya da sanatçı olurlar. Tarihte çok sayılıdır "büyük adam" olan generaller, devlet başkanları. Ve bu insanların hayatları sürgünde, linç edilerek ya da kendisini öldürerek bitmez. 

26 yaşında falan general olmuştu Napolyon. Herkes bunu söyler de, nasıl olduğunu hiç söylemez. Lan olum, Fransa iç savaş yaşıyor, yeni rejim kurmuşlar destekleyeni var, desteklemeyeni var. Ortalık kan gölü olmuş, giyotin denilen bayan önce bir köylü ardından bir kont ardından bir fahişe ardından bir general kafasını uçuruyor. Napolyon baba da iki gün önce han işleten politikacının götünü yalıyor. İsyan edenleri topa tutuyor. (topa tutuyor derken savaş topu, hani İstanbul'un fethi masalarında anlatılan) Kan gövdeyi götürüyor tabii. (Bu Fransız Devrimi hayranı romantiklere de kılım ha! O zamanda Paris'te yaşasa kaçacak delik arayacak hıyarlar hayran hayran DEVVVRRİİİİİMM falan diye nutuk atıyor.)

Neyse General olduktan sonra assıl ünü kazandığı olay vuku buldu. Adını falan araştırmaya üşendiğim bir limanda (Manş Denizi kıyısında olmalı) İngiliz donanmasını karadan topçu atışı ile avladı. Bildiğiniz avladı. Liman şehrini değil, limanın kendisini kuşatıp yaptı bunu. Vay amk! Dehaya bak. Hemen gaza gelmeyin, çok zekice hareket. Daha önce kimsenin aklına gelmemesi garip tabii. Ama başta da dedim, adam topçuluk olayında cidden iyi. Gerçi asıl başarı o uzun menzilli topları geliştirenler de ya, neyse. 

Sonra işte devrimin itici gücü tacirler ile uzlaşma olayı var. Terör rejimi dediğimiz olay adamları canından bezdirmiş. Kitlelerin beyni yok ki! Sürekli heyecan halinde onu bunu kesiyorlar. Cumhuriyet fikri açık bir başarısızlık içinde. Ne yaptılar tüccarlar? Napolyon'u daha daha parlatıp imparator yaptılar. Herkese sevdirdiler. Napolyon ne yaptı. İngiliz tüccarların elinden ticaret payı kapmak istedi bu adamlar için. Mehmet Ali Erbil'den gelsin "İmparatooooorrr olmayı canım, kolay mı sandın?" 

İngiliz ne yaptı? Klasik siyasetini yaptı. Adamların tek emeli Kıta Avrupasın'da tek bir gücün hakim olmaması. Rus'un sıcak "denize inme politikası" öğretilir de bize, bundan pek bahsedilmez. İngiliz verdi Hapsburg'lara gazı, yardımı. Avusturya ile Fransa savaşa tutuştu. Ardından İtalya devletleri, Ardından Rusya falan. 

Alpleri aştı pezemenk. Sanırsın Hanibal. İşte bunlar hep kompleks anacım. Aştı da ne oldu, alabildi mi İtalya'yı? Yok. Hanibal ihanete uğramasa başarırdı sanki de bunda hiç umut yoktu. Rezil oldu ülkesine döndü. Hezimeti başarı gibi sundu millete, millette yedi. (tanıdık geldi mi? daha çok tanıdık gelir.)

Kışın ortasında Moskova'ya saldırdı. "General Kış" babanın en büyük zaferlerinden biri oldu. Öyle yüz binlerce asker değil, iki milyondan fazla asker kaybetti. Moskova'yı almasına aldı da, şehir boştu zaten. Ruslar şehri boşaltıp gitti, bu garibanlar orada dondu. Diyorum ya "general kış"  diye. Aynı boku iki yüz yıl sonra başka bir gerzekte yiyecek. (Bir başkası da Sarıkamış'ta benzer bir şey yapacak, İstanbul'a dönünce ordumuz Kafkasya'da kahramanca ilerliyor falan diyecek. O hıyar cidden baya benziyor bu hıyara)

Afrika seferi ise tam evlere şenlik. Mısır'a saldırdı, aldı. Suriye üzerine yürüdü. Zırto tarihte biliyor, Mısır'a hakim olan Suriye'ye olmak zorundadır. Mısır'ın kapısı Suriye'de açılır. Yürüdü de ne oldu, Fransızlarca modernize edilmiş Nizam-ı Cedit tarafından Filistin'de Akka Kalesinde durduruldu. Nil Nehri'nde donanmasını İngilizler sulara gömdü. Bu adam da bildiğiniz küstü, Mısır'ı falan bırakıp gitti. 

Sonra zaten bunu imparatorluktan falan kovaladılar, sonra tekrar geldi. Bunlar hep politik ayak oyunları. İkinci gelişinde adı güzel Waterloo'da Prusya ve İngiliz birleşik güçlerince ayva yedirildi. Sonra sürgün sonra ölüm. 

Şimdi bu kadar kaybetmek için önce imparator olmak gerekir der dediğinizi duyar gibiyim. Deyin ya bence. Ama bu adamın imparator olması kendi başarısı değil, oluşan şartların getirdiği bir şey. Napolyon olmasa, Al Capone olurdu belki. 

22 Ağustos 2014 Cuma

Böyük Adam

Abimlerin evinde toplanmış masa oyunu oynuyoruz. Böyle hem yetenek, hem bilgi, hem de takım arkadaşları arasında uyum gerektiren oyunlardan bir tanesi. Ben kız arkadaşım ile takımım, abim yengemle takım, diğer iki kuzen de birbiri ile takım. Onlar biraz garip durdu tabii. Neyse biz biraz gerideyiz oyunda. Daha doğrusu son sıradayız. Hırsımı bildikleri için diğerleri benimle dalga geçiyorlar. Ufak ufak tartışıyoruz kız arkadaşımla. Sonra baya hırslanıyorum, daha doğrusu öfkeleniyorum ve o öfkenin verdiği güç ve biraz da şans sayesinde birinci oluyoruz. 

Bende başka hatırlayan var mıdır o oyunu bilmiyorum. Ben hatırlıyorum, çünkü kazandığımız zaman "kazandık" demek yerine "kazandım" demiştim. Evet koca bir eşeğim. Kız arkadaşımın kalbini nasıl kırdığımı fark edip hemen çark ettim tabii ama, iş işten geçmişti. 

Aslında benim için kazanmak bir şey ifade etmiyor. Mesela üniversite kazandığımda hiç de havalara uçmadım. Sözel alandan o sınava orta sonda girsem belki MSGSÜ'ni birincilikle kazanamazdım ama illa bir yer kazanırdım. (Birincilikle girdim lan tabii, ikinci ile aramda 10,000 kişi vardı hatta. Öyle girdim ben bu okula) Benim için önemli olan zor bir şeyi kazanmak. 

"Vay amk ne adam be!" deyin diye demiyorum bunu. Bu "zoru sevmek" sevdasının altında yatan şey korku bence. Kolayı deneyip kaybetmek berbat bir şey. Ama zor olanı başaramadığın zaman kimse "ahaha salak bunu bile beceremedi" diyemiyor. Sırf bir bahane yaratabilmek için hep zor olanı denemeler. Ayrıca kolayı başarmak da ne amk? Herkesin başarabileceği şeyi başarmak başarı değil ki. (Başar diye bir arkadaşım falan mı olsaydı la? Yaşar ne yaşar ne yaşamaz gibi söz söyledim az önce dikkatinizi çekerim) 

"Zoru sevmek" sevdasının temelinde korku var dedim ama olay bende temelden bayağı uzaklaştı. Gökdelen diktim ben bu sevdaya desem yeri. Mesela bir kaç yıl önce bir rüya görmüştüm, böyle kıyamet falan kopmuş, herkes cennete cehenneme dağılmış falan. O ara bir şey olmuş cennet ile cehennem arasında savaş çıkmış. Ben de gidip Allah'a durum raporu sunuyorum. Allah ise çekmiş yorganı kafasına, "ooofffff uğraşamam şimdi bunlarla" diyor. "Sen hallet işte" deyip bana görev veriyor. Büyüklenmelere gel arkadaş! Allah ile bire bir temas kuracak seviyeye gelmemi geçtim, ilahi savaş bastıran komutan olmuşum. Şimdi doğru oturalım doğru konuşalım. (Eğri oturunca belim ağrıyor benim çok) Bende nerede böyle başarılar? En ufak bir başarım yok, desem yalan olur ufak tefek başarılarım var ama ahım şahım bir başarı yok ortada. Bir de kendimi gördüğüm yere bak  arkadaş! Yahu Allah'ım sen beni başarılı kılma diye dua edesim geliyor. Belli ki kibrin kurbanı olacağım. 

Şu mehdi muhabbetini ilk duyduğum gün anladım olayı. dedim o benimdir yaaaaa. Lan şimdi adamın böyle savaşçı falan olması gerekli diyorlar. Ben kan görmeye dayanamam. Gerçi "Gezi" olaylarında falan "yavaş, hoop, durun falan diye bağırarak kitleyi direk etkilemiştim ama. Bir kaç da kavgayı engellemiştim. Lan aslında olur benden yaaa. Cıvıtmazsam bir karizmam bile var aslında. (işte bu kardeşinizin kafa böyle çalışıyor, nasıl girdim olaya nasıl çıktım. Bu arada mehdi bekleyen kardeşler, çok beklemeyin olum yok öyle bir şey)

Depresyonun dibini yaşadığım günlerdeyim. Evde oturup ya film izliyorum ya bir şeyler okuyorum. Okulda falan olmama gerek aslında vize falan yapanı var o dönem. Dayım bizdeydi "ne yapıyon olm sen böyle boş boş, ne pis adam oldun" falan dedi. Dayım depresyondaki insan ile konuşmada olimpiyat şampiyonu olur. Sürekli ters psikoloji sürekli ters psikoloji. Neyse benim cevaba bak sen "ya 25 yaşında Atatürk ne yapıyordu, Napolyon ne yapıyordu." Offf ya' İşin kötüsü ciddiydim. Kendimi kıyasladığım adamlar bunlar benim. Gerçi Napolyon kaybedenlerden ama, aklıma o geldi işte. Bir de hep asker ve devlet adamı olmalı. Lan olum benim savaş ile tek alakam bilgisayar ekranında olur, sanal olur. İsmimden mi etkileniyorum acaba?

Aga bir de bir potansiyel hissediyorum yaaa! Sanki böyle esas oğlan değilde, kendini feda edip isimsiz kahraman olanların potansiyeli var bende. Sezar demiş ya "Roma da ikinci adam olacağıma bilmem ne köyünde birinci adam olurum" diye. Benim olay da "öyle sıradan, mutlu ve uzun bir hayatım olacağına, kısa mutsuz ama sıra dışı bir hayatım olsun" kafası gibi. Tam biliyorum işte, ama ileride böyük adam olursam bende adam tutup "kiberlenme lan goduğum, 3 yaşına kadar konuşmayı başaramadın sen"  dedirteceğim kendime. 

21 Ağustos 2014 Perşembe

Anahtar Kelimeler

Kızlı ortamları olmayan iki genç gece dışarı çıkmak istiyorlar. Ceplerinde paraları, gece eve geç dönmek için izinleri var. Nereye gitmek istediklerini de biliyorlar. Tek eksikleri, insan yerine konulmalarını sağlayacak bir DAM. E bu gençlerin mekana gitmek isteme nedenleri de büyük ihtimal ile D'AM zaten. 

Gençlerden birinin aklına her boku bile Google'ın mekana nasıl damsız girileceğini bildiği geliyor. O her cevabı bulan yere "machine club damsiz" yazıyorlar. İşte bu noktadan sonra benimle tanışıyorlar.

Aşağı yukarı böyle olmuştur diye tahmin ediyorum. Kontrol panelinde "machine club damsiz" anahtar kelimeleri ile benim siteme ulaşıldığını gördüğümde pek yadırgamadım. E sitenin adı "damsizgirilir" olunca normal böyle şeyler. Google'a o anahtar kelimeleri yazınca şaşırdım asıl. Yahu on sayfa falan aradım, on sayfa falan taradım, gene de kendi sitemi bulamadım. Adamlarda ne azim varsa bana ulaşana kadar taramışlar sayfaları. Ya bu adamlar bu azmi başka yere harcasalar atomu falan parçalarlar. Bildiğin evde kendi imkanları ile parçalarlar.  Lan onlardaki azim bende olsa, şimdiye 80 tane hikaye yazmıştım. 

Bu en masum anahtar kelimelerden biriydi. "Falcı numaraları" yazılarak 3 kere ulaşılmış siteye. Falcıya gitme anımı yazmıştım bir kere, oradan kaynaklanıyor olsa gerek. "biralar bitsin gideriz dedi" yazmış bir başkası. Ya Google'a bunu yazarak nereye ulaşmaya çalışıyordu acaba bu muhterem. "yara koşmaca" yazmış başkası. O ne demek hiç bir fikrim yok. Bir ara bende soracağım Google Amca'ya. 

"yaşlı adamın genç karısı" yazarak bana ulaşılınca bir kıllandım. İki kere olmuş bu. Yaşlı adam başlıklı ufak bir hikaye yazmıştım ama içinde "genç karısı" diye bir şey yoktu. Aynı şey "cemaatin erkek yurtlarındaki muhabbet" araması içinde geçerli. Cemaat diye bir yazım vardı sonuçta ama yurtlar ile alakası yoktu. Hatta tüm yazıların içinde bir kere bile "yurt" kelimesi geçmiyordur. 

"Kral ovu porno filmi" yazarak ulaşan arkadaşı tanımak isterdim. Hayır nasıl bir porno arıyor acaba. Gir internete izle pornonu arkadaş. Kral ovu ne? Ovu ne amk? Ne demek istedi acaba. 

"Kör adam götümü sikti" yazan arkadaşla da tanışmak isterdim. Olayın ne bacım/biraderim? Gerçekten başından böyle bir şey mi geçti yoksa çok fena bir cinsel sapkınlık içerisinde misin? Belli ki seks hikayesi arıyorsun ama "kör adam" ne amk? Bu kör adam neden ters ilişki meraklısı? Ya bir insanın hem kör bir adamın birini sikmesi hem de bunu tersten yapmasını hayal etmesi nasıl ir şey arkadaş. 

"tarlada irgatlarını sikiyor" Toplumcu porno filmeri meraklısı bir arkadaşımız olsa gerek. Hem porno izlemek istiyor, hem ağalık düzenini irdelemek istiyor. Sen ben porno der geçeriz, adamın pornodan beklentisine bak bir de. Helal olsun kardeşim. Seni takdir ettim. 

Asıl geçenlerde görmüştüm. Üzerine yorum yapamayacağım bir psikopattı ama ne yazdığını bulamadım şimdi. Böyle kara çarşaflı, saksolu bir şey yazmıştı. Çok beterdi. 

Öyle işte. Ne yazdığınıza nereye girdiğinize dikkat edin, Google hepsinin kaydını tutuyor. gebeş gebeş şeyler yazmayın, polis kapıya dadanmasın. 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Ağustos

Gaius Julius Ceasar Octavianus... Bildiğimiz Sezar'ın evlatlığı olan yeğeni. Amca ölünce ona mirasçı kesilmiş, onun yorundan yürümüş, üçlü bir yönetim kurmuş ve sonra yönettiği arkadaşları ile birbirine girip tek adam olmuş. Amcası ömür boyu diktatör olarak yönetirken, bu abimiz Roma Cumhuriyeti'ni imparatorluğa dönüştürmüş, İmparator Augustus olmuştur. 

 IMPERATOR•CAESAR•DIVI•FILIVS•AVGVSTVS
O bacaktaki melek ne la öyle?
Güçlünün götünü yalamak bugünün siyasetine özgü bir durum değildir. Bu yalaklar her daim mevcutlardı. Nasıl bugün şehirleri kutsal ilan edecek kadar kendini aşmış yalaka varsa, o zaman da yalağın teki Sezar abinin doğduğu ayı kutsal ilan etmiş, adını da Julius olarak değiştirelim demiş, diğer yalakalar da kabul edince bizim temmuz dediğimiz aya bu adamın adını vermişler. E Augustus'un başı kel mi? O da ağustosu almış. 30 çeken ayı 31'e tamamlamak için (Jül'ün ki 31 çekiyor bu neden altta kalsın?) Roma takviminin son ayı olan Şubat'tan bir gün daha araklamışlar. 

Ben ağustos ayına kılım, ondan anlattım bunları. Kendimi bildim bileli ağustos ayında mutsuz olurum. Sıcaktan nemden falan demeyin, temmuzda sıcak, haziranda sıcak, onlar ile sorunum yok ama ağustos sinirimi kaldırıyor arkadaş. Tahammül kat sayım düşüyor, canım nefes almak dahi istemiyor, halsizleşiyorum, agresifleşiyorum falan... Hayır "nolcak yeaa" diyecek durum yok, son iki sevgilimi ağustos ayında terk ettim arkadaş ben. Ne kadar arkadaşım var ise hepsine kıl oluyorum ağustosta. Hatta arada bir kaçının üzerini çiziyorum, bir iki yıl arayıp sormuyorum. Zaten kimse de beni arayıp sormadığı için fark bile etmiyorlar ya, neyse. 

Bu yıl diğerlerinden farklı oldu, daha ilk günden huysuzlaştım. Vallahi ağustosa girdiğimizi üzerimdeki sinirden anladım, takvime baktım yanılmadığımı gördüm. Günler geçmiyor arkadaş ağustosa gelince. Şu zaman nesnel değil, özneldir diyenlere bir daha hak verdim. Üç uzun gecedir düşünüyorum, nedir benim sorunum ağustos ile diue, galiba bir cevap buldum. Sıkı durun, ben önceki hayatımda Marcius Antonius'dum. 

Şimdi büstlerinden falan tipine baktım, pek benzemiyoruz açıkçası. Ama bu yeniden doğma cismen olmuyor ki arkadaş. Hayatımızın akışının da pek bir benzerliği yok gibi zira ben Sezar gibi bir generalin yamağı değilim, olmam da zaten. 

İkimizin de gözü doğuda ama. O üçlü yönetim sırasında memleketin doğusuna egemendi, daha da doğuya sefer yapmak istiyordu. Ben de paso doğuya gitmek istiyorum, fırsatını bulunca gidiyorum. Kleopatra ile neredeyse 7 yıl birlikte olmuş, en kötü zamanlarında Kleopatra ona nanik yapmış. Neyse...

Bulduğum en mantıklı açıklama bu, Ağustos'tan bu kadar nefret etmeme başka bir neden olmasa gerek. Herhalde Augustus'un zararı dokunduğu bir köylünün realkarnesi değilimdir, olamam. Değil mi la? Bundan sonra beni M.Antonius diye çağınırın anacım, kendime bunu layık gördüm. 

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Mankurt

Türkiye Türkçesi ile karşılığı "mankafa" oluyor galiba, emin değilim. Olayı kabacı şöyledir: kendisine ait hiç bir fikri düşüncesi, duygusu olamayan, sadece boğaz tokluğu için efendisinin emirlerine itaat eden insancıklardır.

Cengiz Aytmatov "Gün Olur Asra Bedel" ve "Toprak Ana" adlı eserlerinde mankutlardan bahseder. Onun anlatımına göre, Moğollar savaşta esir aldıkları bir erkeğin kafasını hiç saç kalmayacak şekilde tıraşlar. Tıraşlanmış kafa hayvan derisi ile sarılır ve kişi güneşin altında bırakılır. Kuruyan ve daralan deri, kafa tasına baskı yaparak çökmesine neden olur. Bu işkenceden sonra hayatta kalmayı başaranlar hafızalarını kaybetmiş olurlar. İnsanı insan yapan değerleri, hatta insan olmayı bile unuturlar. Onlara verilen emirleri sorgulamadan yerine getiren kölelere dönüşürler. Bir at bile kendisini iç güdüsel olarak korurken, bir mankut bunu bile yapmaz. Ölüme atlamak ile hayatta kalmak arasındaki farkı bile göremez.

Doğduğumuz günden beri kafamızın üzerinde sallanıyor farklı farklı hayvan derileri. İlk dinlediğimiz masallar ile başlıyoruz onları teker teker kafamıza geçirmeye. Ben hikayelerdeki kendini feda eden kahramanların derisini sardım kafama, sen kalede kurtarılmayı bekleyen prensesin. Özgür olmak, güçlü olmak istedik. Yenilmez kahramanlara, büyük aşklara özendik. Sardık onları kafamıza, her özenti yeni bir deri oldu kafatasımıza baskı yapacak. 

Sonra din geldi, vatan geldi, millet geldi. Ne olduğunu anlamadan taraflarda yer almaya başladık. İnsanız dedik, müslümanız dedik, iseviyiz, museviyiz, Türk'üz, Alman'ız... Kendi rızamızla kafamıza geçirdiklerimiz gibi masumane değildi bu deriler. Sertlerdi, daha hızlı kuruyup daha çok baskı yapıyorlardı. İstemsizce geçirdik kafamıza. Çünkü bitaraf olan, bertaraf oluyordu. Koca bir çölde yalnız kalmamak için bir şeyler olmak zorundaydık. 

Sonra en kötüsü geldi, "bir şey olma" zorunluluğu. Dünyayı, ırkını, ülkeni, şehrini, sevenlerini, sevdiklerini, aileni, yani birilerini gururlandırma zorunluluğu. Üreme zorunluğu, aile olma zorunluluğu. Sevmek bile zorunluluk. İçini boşalttık her duygunun her düşüncenin her bağlılığın. Kurallar biçtik herşeye, sınırlar çektik ülkelere. Biz yapmamış olsak da, kabul ettik bunları. Kafamızın üzerinde dönen derileri kovamadık. İçlerinin boş olduğunu gördük, boşaltılmış olduğunu gördük. Hayvanı öldürüp derisini bizim için hazırlayanlar takamadılar kafamıza onları. Kendi kendimize takmak zorunda bıraktılar bizi. Kafasında deriler olmayana değişik dedik, deli dedik, sapık dedik. 

Hepimiz mankurtlarız, farkında bile olmadan efendilerine itaat eden zavallılar halindeyiz. Başka türlü olabileceğini bile göremiyoruz, düşünemiyoruz. O ilk deriler çok aşağıda kaldı, onları artık bulamıyoruz. Sevgi neydi? Sadece sevgi olsun yeter derdim hep. Aç kalsam, kolumu kaybetsem, kör olsam da, sadece sevgi yeter. Yetmezmiş be! Tüm diğer derilerin altında kalmış o. Şimdi sesim buz gibi, kalbim taş olmuş. Attığından emin olmak için o doktor şeysinden takar oldum. Gene de geçirmeyeceğim kafama o boş derileri. 

1 Ağustos 2014 Cuma

Kara Kuzu

Sıfır

Tanrı mı insanı yarattı, yoksa insan mı tanrıyı? Ben mutlak yaratıcının her şeyi yarattığı inancındayım. Geniş holde volta atarken ve dua eden babamı, halamı, ablamı ve ablamın arkadaşını ellerini açmış dua ederken izlediğimde, insanlara ikinci şıkkı düşündüren gerçeği görüyorum. Eğer bir tanrı olmasaydı bile, şu anda biz onu yaratmış olurduk. Şu anda yoğun bakım biriminin kapısı bizim için Kabe olmuş gibi. Tavaf edemeyeceğim için, önünde volta attığım bir Kabe.

20 küsür yıl önce

Kul hüvallahü ehad, Allahüssamed... O söylüyor önce, ben tekrar ediyorum. Türkçe konuşmayı bile zar zor öğreneli en fazla 2 yıl olmuş. Arapça kelimeleri söylemekte hiç başarılı değilim. Ne öğrendiğimin tam olarak farkında olmasam bile, onun gibi söyleyememek canımı sıkıyor. O kul hüvallahü diyor, ben sanki kulükulühüv gibi bir şey olarak tekrarlıyorum. Daha doğru söylemeye çalıştıkça, daha saçma ses kombinasyonları çıkıyor ağzımdan. Allah'ın dua edemediğim için beni cezalandıracağını düşünüyorum. Korkuyorum, sinirleniyorum ve sonuç olarak ağlamak ile aramda sadece bir basamak kalıyor. O ise kikir kikir gülüyor, Allah'ın çocuklara kızıp ceza vermediğini söylüyor, içimi rahatlatıyor, "kara kuzum" diye seviyor.

O gün sadece İhlas suresini değil, Allah'ın korkulacak bir şey olmadığını da öğreniyorum. Bugün Allah'a korku ile değil, sevgi ile yönelmemde o günün ne kadar önemi olduğunu bilmiyorum ama temeli eli sopalı bir hoca ya da acı ve korku üzerine kurulmuş bir kilise verseydi bugün aynı düşünceleri taşıyamayacağıma eminim.

Sıfır

Bilim adamları ömrü biten yıldızların çökerek ve yoğunlaşarak kara delikleri oluşturduklarına inanırlar. Bu nesnelerin çekimleri o kadar fazladır ki, ışığı ve zamandı dahi bükebilirler. Bilim adamlarının zamanın bükülmesini gözlemlemek için o kadar uzaklara gitmelerine gerek yok aslında. Sevdikleri bir insanı yoğun bakımın önünde bekleyen insanları gözlemleseler, zamanın onlar için nasıl kırıldığını, tek bir anı nasıl ömür gibi uzun yaşadıklarını görürler.

Üç saat önce

Ağzından giren o boruyu saymazsak, aynı evinde uyuduğu gibi uyuyor. Yanında kaldığım gecelerde çok gördüm onu uyurken. Gözleri hafif aralık gibi durur, nefes alıp vermesi belli olmayacak kadar yavaş olurdu. Saat başı odasına girer, nefes alıp almadığını kontrol etmek isterdim. Şimdi tam önünden onu izlerken gene aynı göründüğünü düşündüm, sadece uyuduğunu. Tek fark nefes alış verişini sağlayan o solunun cihazıydı. Beş haftadan beri yoğun bakımda olmasına rağmen ilk defa giriyordum yanına. Benim dışımda herkes bir kaç kere ziyaret etmişti onu. Bayram olmasa bugün de ziyaret edermiydim bilmiyorum. Ne kadar sürdü bilmiyorum, sadece karşısında durup izledim, sadece uyuduğunu düşündüm. Doktor kuzen yatağın öbür ucunda belirip, "gidiyor" diyene kadar sadece izledim. O an kuzenim babaannemden daha sağlıksız göründü gözüme, "kim gidiyor nereye gidiyor?" Gidenin babaannem olmadığı kesin, o sadece uyuyor. Babaannemin doktoru bizi bilgilendirmek için geliyor, sorunuz var mı diye soruyor. Ablam tıp dilinde bir şeyler sormadan önce, cevapları bildiğim için sormaya korkuyorum diyor. Babaannem sadece uyuyor...

45 dakika önce

Hastahane bahçesinde aşağı yukarı yürüyorum. 45 dakika sonraki voltamdan çok daha farklı bir nedeni var. Sık sık yaptığım hayat muhasebelerinden birini yapıyorum kendi kendime. Dilimde olmasa da, kafamda Zardanadam'ın bir şarkısı dönüyor. Hep doğru bildiğimi yaptım diyemem, ama hep doğru bildiğimi yapmak istedim. Bazen başardım, bazen başaramadım. İçimden geçenleri dilime ya da yüzüme yansıtmadığım çok oldu. Doğru olmazdı, bana yakışmazdı. Sanki Kışyarı Lodru Eddard Stark'ım da, bana yakışmazmış. Artık tutmayacağım, basacağım istediğim küfrü diye geçirdim içimden. Bir süre sonra ablam fark etmiş halimi, yanıma geldi. Ne oldu falan, anlatım biraz, Beni öven başkasını yeren sözler söyledi, ihtiyacım olan sözleri söyledi. Ama yalan söyledi. Tutamadım kendimi, içimdeki lord kendini yeren sözleri ile durumu dengeledi.

45 dakika sonra

Çok huzurlu görünüyor. Halam bir yandan, kuzenlerim bir yandan seviyorlar yüzünü. Saçlarını düzeltiyorlar. Çok huzurlu görünüyor. Yatırıldığı sedyenin köşesinden izliyorum onu. Hemen arkamdaki tekerlekli koltuk sedyelere yaslanmış vaziyetteyim. Çok huzurlu görünüyor, kadınlar bunu dillendirip ufacık bir moral buluyorlar. Yüzlerini yüzüne sürüyorlar. Uzaktan bakıyorum. Ağlamamaya çalışıyorum. "Nacarlar anne bablarını anı günde kaybetseler bile ağlamazlar" diyorum. Çok huzurlu görünüyor, tıpkı dört saat önceki gibi, tıpkı başında beklediğim gecelerde ara sıra onu kontrol ettiğimdeki gibi. Kafam beraber kaldığımız zamanlara kaçıyor, son yıllarda kendisi ile özleşen o koltuk kafamı yakalıyor. O çok huzurlu görünüyor, kafamda boş bir koltuk imgesi oluşuyor. Gözlerim doluyor, ağlamak istiyorum ama ağlamamalıyım diye düşünüyorum. Ağlamak? Lord Eddard Stark? Midemden gelenin kahkaha olduğunu sanıyordum, ama göz yaşları olduğunu yanaklarım ıslanınca anlıyorum. Göz yaşları her zaman gözlerde oluşmuyor, bazen insanın önce içi ağlıyor. Bazı göz yaşları insanın içinde bir yerlerde peydah oluyor. Hatıralarım değil, şimdi önümde huzurla yatan hali değil, gelecekte olmayacak olması ağlatıyor beni. Torununun çocuğunu öpemeyecek olması daha beteri benim bir daha onu öpemeyecek olmam. Yanaklarından makas alamayacak olmam. Saçma sapan hikayelerim ile kafasını şişiremeyecek olmam. Birlikte Esra Erol'da evlenmeye çalışanlar ile ilgili dedikodu yapamacak olmamız. Her düşünce bir göz yaşı oluyor içimde, gözlerimden dışarı akıyor. O çok huzurlu görünüyor, gidip son kez makas alıyorum yanağından, sıkıca sarılıp öpüyorum. Annem demişti, hafta sonları dışarı çıkmadan önce onu öpmemi çok severmiş. Son kez öpüyorum babaannemi.

Sıfır

Kapı açılıyor, çıkan doktorla göz göze geliyorum. Tam kapının önündeyim. Konuşmadan yanımdan geçip gidiyor. Sıra sıra oturmuş aileme bakıyorum. Her birimiz bunun ne anlama geldiğini biliyoruz aslında. Belki bir umut, o babaannem ile ilgilenen doktorlardan biri değildi diyoruz konuşmadan. İkinci bir doktor çıkıyor, kafasını tamamen önüne eğmiş, kimseye bakmak bile istemiyor. Birazdan son bir doktor daha çıkacak o kapıdan, kaçınılmaz olanı söyleyecek. Kesin bilgi bir kaç adım ilerideyken bile, sonu bilse bile, insan umut etmekten vazgeçemiyor. Sessizce yanımdan geçen doktorlar her şeyi susarak anlattılar aslında bize, gene de insan kulakları ile duymadan, gözleri ile görmeden umudunu yitirmek istemiyor.

8 ay önce.

Pek konuşmadığım günler geçiyordu. Her gün beni alt kata, evine çağırdı. Kızanım sen ne üzüyorsun kendini bu kadar dedi. Cırcır böceği gibi öten çocuğun zombi kadar sessiz haline haline içerledi. Bir gün, iki gün, üç gün... Sonunda bana dertlenmekten kendi başına dert aldı, şekeri tavan sayıları gördü. Ölçme aletinin ölçmeyeceği sayıları. Psikiyatra gitmeye böylelikle ikna oldum.

2 yıl önce

Hiç bir işe yaramadığını düşünüyor, tüm gün evinde uyukluyordu. Zamanının dolmasını beklediğini söylemişti bir kaç kere. Depresyona girdiğini anlamak içik doktor olmaya gerek yoktu. Hemen bir psikiyatra götürüldü, bolca içtiği ilaçlara yenileri eklendi. Bir hafta sonra, iki arkadaşımla beraber kapının önündeki bankta oturuyorduk. Sokaktan bir kız geçti, daha doğrusu bize göre kız çocuğu yaşında olan bir kız geçti. Kimdi nedir diye bakıyordum öyle. O sırada babaannemin "Kızlara laf atmasana" diye balkondan bağırdığını duydum. "Ya ne laf atması ne diyon be" dememe kalmadı, rezil olduk zaten. Bizimki yaptığından da durumdan da gayet memnun sırıtıyor balkonda, çiçeklerine su veriyor. Koşa koşa çıktım yanına, kafa gitti falan diye düşünüyorum. Aksine gayet yerinde kafası. Halinden de pek bir mutlu. Bir antidepresanın bünyeye bu kadar kolay yaradığını daha da göremem herhalde. Rezil olmuş olmak onu böyle mutlu görmenin karşısında çok ufak bir bedeldi.

Sıfır'ın gecesi

Evinin salonunda yatıyor bedeni. Hastahanede kaldığı beş hafta boyunca "eve götürün beni" diye söylenmişti. O kadar çok istedi ki, bari dedik cenazesi evden çıksın. Hiç birimiz gece boyunca neredeyse hiç uyumadı. Salona ne zaman girsem, karşımda yatan babaannem karşıladı beni, kendi koltuğunun hemen yanında yatıyordu bedeni. Mümkünmüş gibi yanına yatmak geçti içimden. Oysa ben hiç yatmazdım onun yanına. Benim dışımda kızı oğlu torunları yatardı da, ben hiç yatmazdım. Neden bilmem, yatmazdım işte. Ağlayıp zırlama, kendini yere atıp topuklar ile kıçı dövme olaylarına girmedik. Onun yerine göçüp giden hakkında konuştuk, bazen hüzün, bazen neşe...

Bir gün sonra

En zoru her zaman açılmış mezarı görmektir. En azından mezara girene kadar öyle sanıyordum. Toprağa vermek, içinde mecaz barındırmayan bir deyimmiş. Kefeni tutup toprağın içinde ona hazırlanmış odacığa koyuyorsunuz. Oraya yerleştirdiğiniz kişi, size kara kuzu diyen, eliyle ağzınıza vura vura sizi seven, alt dudakları üst dudaklarını ittirerek, maviş gözleri küçülüp ufak yaşlı birer boncuk olarak ağlayan, gülünce tüm dişleri görünen, buruş buruş suratını mıncıkladığınız babaanneniz. Alıyorsunuz onu ve toprağa veriyorsunuz. Daha öncede sevdiğim insanlar ölmüştü ama hiç birini ellerimle toprağa vermemiştim. Garip ve saçma bir suçluluk kalıyor geriye, sanki ben onu o mezara koymasam, hiç mezara girmeyecekmişti gibi.

77 küsür yıl önce

Burası onun doğduğu köy değil. O Romanya topraklarında doğmuştu. İmparatorluk zamanından oralarda kalan insanlardandı. Atatürk getirtti bizi derdi hep. Bir de anlatmayı en sevdiği anılardan birini anlatırdı hemen ardından. Daha çok küçük bir çocukken, Atatürk köylerinden geçmiş. Atatürk'ü uzaktan da olsa görmüştü. 80 yaşında bile hala dün gibi hatırlardı o günleri. Askerler ile sigara içtiği için babasından yediği dayağı, babasının onu okula göndermemesini, tarlada ırgat gibi çalışmasını... Ben en çok Atatürk'ü görmüş olması ile ilgilenirdim. Hiç okula gitmemişti ama, kendi kendine okuma öğrenmişti. Gazetelerin koca manşetlerini okurdu bazen yavaş yavaş. Haberlerde Tayyip'i gördükçe siniri tepesine çıkardı. Atatürk düşmanı olduğunu düşündüğü için ilk günden beri nefret ederdi başbakandan. Atatürk'ten öncesini büyüklerinden dinlemişti, o yüzden çok severdi onu. Memleketi kurtardı, bayındır etti derdi. Ona düşmanlık edenleri kendine düşmanlık etmiş sayardı. Hem onu vatana getirende  Atatürk değil miydi?

İnsanın doğduğu değil doyduğu yer derler. Kendi doğduğu yere gömülme şansı yoktu. Olsa da istemezdi, çok sevdiği kocasının köyüne, kocasının yanına gömülmek isterdi. Romanya'yı dünya gözü ile hiç göremedi. Dedem bu kadar erken ölmeseydi belki beraber giderlerdi. Ancak evlatları onu ancak umre ziyaretine götürdü. Aslında o hep gezmek görmek isterdi. Bu hayatta kısmet olmadı.

Sıfır

Sonunda babaannemin doktoru kapıda beliriyor. Sessizce yanına gidiyoruz. Yoğun bakımın ilk kapısından içeri alıyor bizi. Hastalar ile aramızda bir kapı daha var. Yavaş yavaş konuşuyor. Sanki hepimizin bildiği haberi vermeyecek gibi, alıştıra alıştıra söylemeye çalışıyor. O anlarda bile içimde ufak da olsa bir umut beliriyor. Ne olduğunu nasıl olduğunu anlatıyor yavaşça. Sanki ağzından bir mucize dökülecek sanıyoruz. Yanıt vermedi diyene kadar... Aksinin ne kadar mucize olduğunu bilse dahi, insan gerçeği duyunca genede afallıyor. Ne çığlık atıyoruz, ne yaygara koparıyoruz. Sadece görmek istiyoruz. Veda etmek istiyoruz.

Ben kara kuzuydum, yaşıtım olan kuzenim ak. O sarıydı, ben esmer. Bir dizine beni bir dizine onu alır, hikaye anlatır, dua ezberletir, severdi bizi. Hep yaşlı göründü gözüme, hep güzel göründü. Ben de hep kara kuzu oldum onun gözünde. Her canlının yavrusunu severdi ama kuzuları ayrı bir severdi. Bir kaç kere babamdan kuzu istediği bile olmuştu. Ne kadar ciddiydi bilmiyorum ama sanki canlı kuzu alsak evde baktıracak gibiydi.