30 Ekim 2014 Perşembe

Bağlam, Teorem, Kuram, Sorunsal ve Tüm Diğerleri

Liseye gidiyordum. Yazlıktayız. Kuzenim saçları ile falan uğraşırken (tek tek dikerdi, saçları, arkalarını da bana diktirirdi) evde bulduğum gazeteyi okumaya başladım. Hangi gazete olduğunu hatırlamıyorum, okuduğum köşe yazarı kimdi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, yazıdan bir bok anlayamadığım. Öyle kör cahil lise öğrencisi de değildim ki, anlamamak benim hatam olsun.

Dil hakkında ilk öğretilen şey "dil yaşayan bir canlı gibidir" olur. Genelde dil bilgisi kitapları bu önerme ve ispatı ile başlar. (okuduk biliyoruz, uygulayamıyoruz :)) Bazı arkadaşlar bu olayı hiç anlamamış, hiç bir yerde karşılığı olmayan saçma sapan bir dil kullanıyorlar. Anlaşılmak için değil, anlaşılmamak için yazıyorlar, konuşuyorlar. Bence anlatacak bir şeyi yok, ondan böyle yapıyorlar. Dertleri anlatmak değil, "ben biliyorum işte ama siz anlamıyorsunuz" demek. 

Gerçekten derdi olan ve bunu anlatmak isteyen filozofların pek çoğu halkın kullandığı dil ile anlatıyorlar dertlerini. Mesela Hawking okursanız adamın çok sade bir dil kullandığını, fizik terimlerini anlaşılır örnekler vererek açıkladığını görürsünüz.(Bazı sempozyumlarda olayın profesyonellerine yaptığı açıklamalar farklı tabii) Ya da ne bileyim, İnalcık hocanın bir kitabını okursanız Osmanlıyı "aptala anlatır gibi" tane tane anlattığını görürsünüz. Olaması gereken de bu zaten. Sadece ufak bir azınlığın anlayacağı bir dil kullanarak dert anlatılmaz. Sade anlatım belki daha zor olur, daha çok kelime kullanmak gerekir ama kesinlikle daha geçerli olur. Sokakta birine "Kovanensky'nin 'yokluk çeken bireyin toplumsal bıdıdıya baş kaldırı' kuramına rasyonel bir gözlem yapıldığı zamanda anlaşılacağı gibi..." diye söze başla da güzel bir dayak ye. Ama Bunu gazetedeki köşe yazında, internetteki sözlüklerde yada bloğunda yapmanda tehlike yok. Hem böyle sözcükler kullanarak "çok biliyorum yeaa" kafası yaşamak da bedava. Sonra cmylmz gösterisine falan "çok avam" demek de ikramiye gibi. 

En sevdiğim şeylerden biri de bu adamların halkçı takılıp sonra avamlığı (aslında halk demek ama bizde nedense "halkın aşağı tabakası" olarak kullanılıyor.) aşağılaması. Lan olm ne perhiz ne lahana turşusu bu? Cumhuriyet devrimlerine "tepeden inmeci" falan derler, kendilerini Kaf Dağı'nın zirvesinden biraz yukarıda görüp aşağıdakilere acırlar. 

Bu adamlar/kadınlar ayrıca ideolog falan da olurlar kendi kendilerine. Hiç bir fikir kendisine ait değil, orada burada okumuş, hatta sadece tek yönlü okumuş, gene de sanki bir şey yaratmış gibi takılıyor. Ne anlatıldığını da tam anlamamış olacaklar ki, çoğu kavramı dile çevirmekten bile acizler. Çevirebilecek olan da çevirmiyor gerçi. Hiç norm demekle, kural demek aynı olur mu? Kural kelimesini karşıdaki direnmeden anlar, norm dersen "bu nedi acep?" diye bir durur. Hah işte o durduğu yerde kalan kişi "ben anlamadığıma göre bu kişi alim, anlamadığımız belli olmasın da utanmayalım" falan diye düşünüyor. Bak bunu deneyin, toplumsal norm diyen birinden "neymiş abi o kurallar yaa, saysana bir kaç tane" deyin yemin ederim Recep İvedik filmindeki balık sayacak kaptan gibi apışır. Ne dediğini farkında değil çünkü pek çoğu, ezbere konuşuyor. Kral çıplak denmemediği içinde atıp tutuyor.

Bilmediğim bir konuda konuşurken istemsizce ben de yapıyorum bunu. Garip garip kelimelerle durumu karıştırıp yırtma çabası içine giriyorum. Sıkışınca herkes yapar zaten bunu. Olay bunu bir konuşma yada  yazma tarzına dönüştürmemek. Yoksa kendin bile cehaletinin farkına varmazsın, ROK gibi ya da karısı gibi bir şey olursun. Akil adam falan bile yaparlar seni bu ülkede, bir bok oldum sanırsın ama kafanı çevirdiğinde yanında Türk müziğinin en büyük yavşağını görürsün. Zaten seni oralara çağıran da tarihin en saçma adamlarından biridir. Gene de anlamazsın cehaletini, kuramdı, bağlamdı yazar çizersin. Sonra halk beni anlamadı diye ağlanırsın. Cidden çok salak adamsın.

Hadi bunlar kazara bir yerlere geliyorlar da, bu işi sözlüklerde yapan adamın beklentisi ne arkadaş? Yada blog mikro blogda falan. İşte o da bu işin 31'i olsa gerek. Ah dur, mastürbasyon diyelim de avam olmayalım. Adam ya da kadın ufacık bir çevreye de olsa "ben bilirim" imajı çiziyor. Belki de keşfedilmeyi bekleyen bir akil olduğunu düşünüyor. Her tarafından tutarsızlık akıyor ama pek oralı değil. Kendisi ile paralel düşünen bir kaç kişi alkış tutunca aklı uçuyor garibanın.

Ve bu insanlarda aşılmaz bir aşağılık kompleksi vardır. Hiç bir şeyden anlamadıkları için her şeyi çok "büyük" görüyorlar. Biz yapamayız, bu milletten hiç bir şey olmaz, kahrolsun bu ülke, siktir olup gitmek gerek buralardan. Üstün ya, gitmesi gerek o buralara layık değil amk. Bu söz bile ne acınası olduğunun kanıtı gibi lan. Neden gideceksin? Gitmek demek kaçmak demek. Kal, sonuna kadar yozlaşma ile, cehalet ile, şerefsizlik ile savaş. Bunu övgü almak için değil, doğru olan bu olduğu için yap. Hatta bunu yapıyorsun diye seni zindana atsınlar, zincire vursunlar. Gene de haline ağlama, uğruna savaştığın değerler (gerçi bu tiplerden bir değere inanmak da beklenmez ya) için hala ne yapabilirsin onu düşün. Yapamaz ama işte böyle şeyler. Sorsan çok mücadele etti çok uğraştı. Hapse mi düştü? Yok. Çok büyük paralar mı kaybetti? Greve destek verdi diye işten mi atıldı?  Yok. Ne oldu? "Ağğbiiiii adama anlatıyorum, adam cevap olarak hödö hödö diyor, olabilir mi yaaa böyle bir şey? Gerçekten çok yoruldum siktirip gideceğim bu ülkeden." Valla kalabalık yapma kabul eden varsa seni, hemen git oraya. 

Geçenlerde bir adamcağız intihar etti hani. Not yazmak yerine video çekip bunu da paylaşınca tüm ülke adamın öldüğünü duyduk. İşte bu olayla ilgili bir yazı kaleme almış bir eleman. Basit bir intihar olayında yeni ortaya çıkan orta sınıf ve bunalımı temalı bir yazı yazmış ki, aboooovvv? Bu olay üzerinden sermaye toplumunu, değersizleşmeyi falan kötüleyecek ama bir dil var ki sorma. Şunun da dediği gibi, bunun bu kuramında sapladığı gibi zat zut... Ya siktir git biz onları okuyalım. Bağlamlar, sorunsallar havada uçuşuyor tabii. Bir de ne alaka yani? İlk defa mı biri intihar ediyor? İlk defa mı intihar notu bırakılıyor? E bunu facesinde paylaştı diye bu kadar büyük mü bir fark var? (en fazla "adam bak la ölürken bile şekil peşinde falan dersin de, yok orta sınıf yok o yok bu) 

Bu tipler bir de her şeyden anlarlar. Futbol onlardan sorulur, çizgi roman öyle, siyaset zaten yani, şarap "offf benden iyi bilen olmaz",  rakı balık konusunda olayın piri zaten. Bir reklam vardı ya, her şeyi bilen hiç bir şey bilmez temalı, aynı o iş. Ben de bir kaç yıla kadar böyleydim mesala. Her boku az biraz bilirdim, bunu da göstermek isterdim. Lan ne gıcık iş bu? Tamamen bildiğini satma sevdasıyla hareket ederdim. Ama hiç bir şey bilmiyorsam da zorlamazdım. İşte bir sınırdan sonra onu da yapıyor bunlar. Sadece bilmek ile kalmıyorlar, olaya tamamen hakimler. Çok hakimler. Mümkün mü lan bu? 

Sinirim kalktı amk. Biri sizinle konuşurken çok fazla garip kelime kullanıyorsa, ne bileyim bu olayı nasıl okuyorsun? falan diye sorarsa uzak durun. Yada durmayın, ha! he! falan diye kafa bulun. Hak ediyorlar. Çok ciddiye almayın, zamanınız değerliyse kalkın gidin. Fakat biri size "Nato, ülkelerdeki muhalefeti ezmek için kurulmuş bir örgüttür" benzeri bir cümle söylerse ağzına benim için bir tane vurun. Çok uyuz oluyorum bu lafa.

24 Ekim 2014 Cuma

Bebek İnsanları

Çok pedofili başlığı oldu ama ne demek istediğimi anlatacağım. Etrafınızda kesin bir bebek insanı vardır. Hani yeğeni de olsa, komşunun bebeği de olsa, otobüste karşılaştığı bir bebek bile olsa onunla iletişim kurabilen insanlar var ya, onlardan bahsediyorum. Bebek anlamlandırmaya çalışır gibi kilitlenir bakar bu insanlara, bu insan da bir mimikle falan bebeğe şirinlik yapar. Kocaman güler sonra o bebek. Dünyanın en tatlı görüntüsü falan herhalde. 

Bebeklikten çocukluğa geçtikleri dönemler de çok güzel. Aynı insanlar o 2-3 yaşındaki bebeklerle de iletişimde sorun yaşamaz. Bildiği iki kelime ile derdini anlatmaya çalışan bebekle bile iletişim kurarlar. Aslında kurarız demem gerek. Ben de bebek insanlarındanım çünkü. Mesela alt komşunun kızı Esila bir yaşındayken beni görmeden yemek yemezdi. Her sabah -ben daha uyurken - bize gelirler, ben Esila'ya şebeklik yaparken annesi mamayı tıkardı ağzına. 

Zaten olay şebeklik yapmak biraz. Değişik surat ifadeleri, değişik sesler dünyayı tanımaya çalışan bebeğe ilginç geliyor ve dikkati size yöneliyor. Yeni bir şey görmek hoşuna gittiği içinde gülüyorlar. 

Otobüste falan bebek görünce illa onla iletişim kurmak isterim, bana gülümsesin diye suratımı şekilden şekile sokarım. Millet deli falan sanıyordur. Ya da ben fark etmesem bile bazen onlar bana gözlerini kilitler. Değişik bir şey görüyorlar herhalde falan, bakıyorlar işte. Göz kırpsam gülüyorlar. Çok güzeller lan.

4 yaşlarına falan geldiklerinde kavga etmek çok zevkli oluyor. Mesela adı Esila olan komşu kızını "yok kızım senin adın Ender" diye kandırmaya çalışmak, onun buna direnip annesine "yeaaa annnneeee neee diiiyoooo seeennkkeeerrr? inddeer mii beenniimm adıııııımmmm?" falan diye sorması, çok zevkli şeyler bunlar. 

Gerçi ters de tepebilir. Öz kuzenim bildiğiniz benden nefret falan ediyor bu yüzden. Bu bebekken babası öğretmiş, "yurdumuzu kim kurtardı" diye sorunca "ATATÜRK" diye bağırıyor. 3 - 4 yaşında falandı. Bende "yok Fatih Sultan Mehmet" kurtardı diye tüm gece sinirini kaldırdım. Çok komik sinirlendiği için anası, teyzesi, ben falan da güldük. Geçenlerde teyzem hastalanmış, aradım geçmiş olsun demek için, telefonu teyzemin kızlardan biri açtı. (teyzemin iki kızı var burada bahsi geçen büyük kızı) Sesi alamadığım için kız hangi kuzenim sen benim diye sordum. Karşıdan cevap, " Cenker abi saçmalama ablam hiç senin telefonunu açar mı? " Evet, abla olan yurdumuzu ATATÜRK kurtardı diye bağıran kız. 17 yaşına geldi öz kuzeninden hala nefret falan ediyor. (evet teyzemin ufak kızı çok farklı bir hikaye olur. 12 yaşında falan şu cevaba bak.)

He niye anlatıyorum bunları? Şimdiye kadar beni sevmeyen bebek hiç olmadı. (kuzeni saymazsak, o da Mersin'de yaşıyor yılda iki kere görünüp kendimi sevdiremezdim) Üst kat komşum Eymen hariç. Çocuk 3-4 arası bir şey, beni sevmeyi geçtim, korkudan altına ediyor. Evet, bir bebek benden korkuyor. Hemde hiç bir şey yapmadığım halde. Ulan bu sıfattan nasıl korkarsın? Köseyim lan ben. Saçlarım uzundu bir ara, ondan diyeceğim, kendi babasının saçları da uzundu o ara. İri yarı bir şey olsam gene eyvallah diyeceğim, sıskanın tekiyim ama. Anne baba korkutmuştur deseniz, adam yemin billah ediyor, istesek böyle olmazdı diye.

Normal korku falan değil bahsettiğim. Çocuk beni görünce gözüne ışık tutulan tavşan gibi kalıyor. Geçen kuzenleri ile sokağa çıkmış, yolun karşısına geçti. E araba falan geçiyor sokaktan korkarım ben bir şey olacak diye, balkondan "geç bu tarafa diye bağırdım." Bağırmaz olaydım. Başladı ağlamaya. Benden korkuya yolun bizden tarafına da geçemiyor. Kuzeni teselli etmeye falan çalışıyor nafile. Apartmanda karşılaşıyoruz, ben görüş açısından çıkana kadar gözler hep üzerimde. O anda transformers misali başka bir şeye dönüşmemi falan bekliyor gibi. Sanki bir anda içimden canavar fırlamasını bekliyor kızan. ("kızan" bizim oralarda çocuk demek)

Bildiğiniz kinlendi falan, abi olunca dövecekmiş beni. Tüm kuzenler, amcalar, babası ile birlikte döveceklermiş. Babasına anlatıyor bunları, babası da bana. "Bir video falan çek, bana gönder, izletelim" diyor. İşte "Eymen ben seni çok seviyorum" falan diye. Bir tek bana karşı çünkü bu tutum. Belli bir neden de yok. Çok saçma lan, fazla saçma.

Bugün karşılaştık, bir şeylere ağlıyor. Annesi "kız Cenker abisi ağlamasın" dedi. Çocuk canı yanmış gibi nasıl bağırıyor. "Hiç kızar mıyım ben ona, çok seviyorum ben onu falan" diye gittim yanına. Eğildim.(aynı boyda olmak çocuklar ile iletişimde önemlidir, öyleymiş yani duymuştum bir yerlerden) "Bak  korkma aynı boydayız Eymen, çok seviyorum ben seni Eymen, hiç kızmam ben sana Eymen, istediğin kadar ağla, yaramazlık yap kızmam" dedim. (sürekli olarak adını tekrarlamak da önemliydi galiba) Sarıldım, "Öp Cenker abiyi" dedim, öptü. Ama sevgiden değil ya, sanki esir almışım gibi. Öpmezse canavar olacağım falan sanıyor. Aha az önce babası ile bir yere gidiyordu arabada, beni gördü gene aynı bakışlar. Bildiğiniz geçmiyor, hala korkuyor çocuk benden. 

Şimdi asıl derdim yeğenim benim. Ya sevmezse beni? Lan geçmiyor günler, en sevdiğim çağa gelmesine 3 yıl var diye kafayı yiyorum. "Click"teki gibi zamanı ileri almak mümkün olsa yapacağım. Ben bu kadar isterken ya bu çocuk benden korkar, beni sevmezse? Olmaz öyle ya, sever sever.

23 Ekim 2014 Perşembe

Mahalle

"Bizim bir Piç Rıza vardı, çok çektirirdi gariban anasına. Babası Kıbrıs'ta şehit düşmüştü. Anası gündeliğe gider, kazandığı üç beş kuruş parayla oğlunu yetiştirmeye çalışırdı. Mahalleli yardımını esirgemezdi. Sonuçta şehit çocuğuydu Rıza, hali vakti yerinde olanlar Rıza'nın anasına verirlerdi sadakalarını.

Çocukluğu boyunca hep hoş görülü oldular Rıza'ya. Önce okul arkadaşlarından haraç toplamaya başladı. Aileler bir kaç kuruş fazla harçlık verdiler çocuklarına, Rıza'nın payı olarak. Sonra dövmeye başladı arkadaşlarını. Hatırlıyorum, abimi dövmüştü bir gün "dik dik bakıyorsun" diyerek. Abim yediği dayaktan sonra eve geldiğinde annemin aklı çıkmıştı. Oğlunun beyaz okul gömleğinde toprak ve kan lekeleri vardı. En üstteki düğmenin iliği yukarı doğru yırtılmıştı. Dudağının kenarında ve burnunun sol deliğinde kurumuş kan lekeleri vardı. Zavallı abim ne olduğunu anlatmak istememişti. Annem "gurur yapıyor da anlatmıyor" diyerek  babamı beklemiş, abimin üzerine babamı salmıştı, ne olduğunu öğrenmek için. Abim ağlamamak için dişlerini sıka sıka anlattı Rıza'dan dayak yediğini. "Dövebilirim ben onu ama yetim o, vuramadım" dedikten sonra daha fazla tutamadı göz yaşlarını. "Aferin" diye gürledi babam. "Bize emanet olum o, yetime el kaldıracağına dayağını ye."

Sadece benim ailem değil, pek çok aile aynı şeyleri yaşadı Rıza ile. Büyüdükçe daha da çok istemeye başladı Rıza. Alttan alınan her suçunda daha büyük adımlar attı. İçkiye başladı erken yaşta, hemen sonra ot. İçmekle kalmadı, satmaya başladı otu. Arap Kadri'nin pavyonunda fedailik yaparken müşterilere toz satmaya başladı. "Bizde toz olamaz" dedi Kadri. Bir temiz dövdürdü adamlarına Rıza'yı. "Başkası olsa öldürtürdüm." diyordu. "Kıyamadım yetime, gözüme görünmesin, bu işleri de bıraksın diye dövdürdüm." Kadri'nin fedailerden yediği dayağı hiç unutmadı Rıza. Kin ile doldu. Görmüştüm o günlerde. Liseye gidiyordum, bir gece arkadaşlarla bilardo oynarken salona girdi. Bayadır görünmüyordu. Kimseyi tanımıyor, her gelene sataşıyordu. "Git" diyorlar gitmiyor, "düzgün dur" diyorlar küfrediyor. Sonunda gene dayak yedi Rıza. Kin ile doldu.

Birden kayboldu ortadan. Anası da kahroldu, mahallede. Çok dayanamadı kadıncağız, bir iki yıla hastalandı kederinden. Son sözleri "Rıza'm" oldu. Annesinin cenazesinde ortaya çıktı Rıza. Takımları çekmişti üstüne. Tarlabaşı tarafında Kürt Abuzerin fedaisi olmuş diye duyduk sonra. Bir iki yıl sonrada Arap Kadri abi vuruldu. Rıza yaptı diyenler oldu ama kimse inanmak istemedi. Mahallemizin çocuğuydu Rıza. Çamura da düşse yapamazdı bunu. Bizim çamurumuz bile dünyanın geri kalanından temizdi.

Bla bla bla blabla"

Bu ne lan? Son zamanlarda sürekli bu kafada şeyler okuyorum. Böyle varoşa, arabeske ve mahalleye övgüler falan. Cidden bak, şu yukarıda yazdığım şey hoşunuza gittiyse okumayın devamını. Bu ne yavşaklık arkadaş? Bir kaç yıl önce "devrim romantizmi" ekmeği yiyen herkes şimdi "mahalle" ekmeği peşinde. "Mahallemizin temiz yürekli iyi insanları" falan filan fişmekan.

Bunları yazanlar-çizenler hep bir mahalle özleminde falan ya, bitiyorum. Adam ilk fırsatta kaçtığı yeri öve öve bitiremiyor. Özelmiş de, okulmuş da bilmem ne? Artık kalmamış. Nereye kalmamış? Bizim mahalle hala ayakta çok şükür. Sen gittin oradan be  adam, neyine ağlanıyorsun şimdi. Taşınmakla kalmadın, bağını da kestin. Bizim bir arkadaş neredeyse 10 yıl falan önce diğer kıtaya taşındı, Ayda bir iki kere gelir mutlaka. İstesen sen de giderdin, gitmedin, şimdi ağlaklığın ile şekil yapıyorsun. Samimiyetsiz herif seni.

Bir de şey var, gene mahalle ile bağlantılı olarak, "nesil" olayı. Sözlüklerde falan çok görüyorum böyle başlıklar. "Sokakta top oynayan son nesil, sokak salıncakçısında sallanan son nesil, leblebi tozunu boğazına kaçıran son nesil" falan diye. Biz de hala var o nesiller. Ben çocukken top oynar, daha doğrusu oynamaya çalışırdım. Abiler arabalarına top gelmesin diye kaleyi öteye kurdururdu falan. Sonra ben o abilerden oldum, hala top oynayanlar var. (benim tospayı kale yapan bile oldu lan. Kesecektim valla toplarını.) Nereye son nesil? 90'larda çocuk olmak geyiğinden türedi galiba bunlar hep. Tusubasa çizgi film karakterliğinden çıktı garip bir peygamber oldu. Ya yok böyle şeyler. Özel falan değildi hiç biri. Zamanın ruhu diye bir şey var.

Hayır bunları diyen adamlar ile, "nerede o eski bayramlar" diye ağlanan amcalar arasında fark yok gözümde. Kendini özel hissetmek için geçmişi özelleştiriyorlar. Sen rahat bir yaşam için her şeyini sıradanlaştır, sonra nerede o eski? Sie la. Tee Maya yazıtlarında varmış "gençler nereye gidiyor anlamıyoruz" diyen amcalar.

Bak mesela, bir gün bir abimiz (aslında aramızda 3 yaş var) geldi, Taso oynayacağız, kaybedenin lakabı "tek taşak" olacak dedi. Yeni telefon almıştı böyle ses kayıt özelliği olan ilk telefonlardan. Oraya da "ben tek taşağım" deyip kayıt yapacaktık. Kabul ettim, kazandım da. Gene tek taşak olan, ses kaydı veren ben oldum. İşte en kısa haliyle mahalle olayı budur. Aramızda üç yaş var ama adam abimiz olmuş bir kere. Ne dese yapıyoruz. Yaa bunlar on yıl önce bir gün bakkala gitmez hep bizi yollarlardı. Bunlaaarr diye kükreyesim geliyor arada.

Sokağa bank çekip oturmaktır lan mahalle. Çekirdek koladır. Bunu anlamının dışına çıkarmaya, gereksi gereksiz övgülere ne gerek var. Doğal haliyle gerçekten güzeldir mahalle. Piç Rıza öyküleri ile, fakir-arabesk edebiyatının dibine vurarak bunu anlatmaya ne gerek var? Ya da mahallelerimiz elden gitti diye ağlamaya? Sen komşunla komşu olmayı becerirsen, rezidansın sosyal alanında da çekirdek kola yaparsın arkadaş. Hem de betonda değil bahçede yaparsın.(bizim evler bahçeli olduğundan biz hala kola çekirdek takılıyoruz bahçede
)

En sevdiğimde salça ekmek miti heee. "Annesi salça ekmek yaparmış ona, lan gene yap. Ben acıkınca yapıyorum gayette güzel oluyor. Sen salçayı sosa sat, sonra da salça ekmeğim diye ağla. Samimiyetsiz pezevenk.

Sahte Plastik Ağaçlar*

* Hikayeye isim bulamadım, bu şarkıyı dinlerken yazmaya başladığım için şarkının adını koydum :)

Ev yeni yapılmış temizliğin hijyen kokusu ile dolu. Köşeyi bucağı bırakın, havada bile toz kalmamış. Pencerelere yakın köşelerden birindeki ağacımsı bitkinin yaprakları bile silinip parlatılmış. Çiçeğin olduğu köşenin karşı kenarındaki iki kişilik koltukta oturan genç parlayan uzun ince yapraklara bakıyor. "Bira sadece rakıya, votkaya değil, yapraklara da cila olabiliyormuş" diye düşünüyor

Evet, görsel de bulamadım :)
Yaprakları silen de, içinde oturduğu salonu ve evin geri kalanını temizlemiş olan da bu genç. Bugün öğleden sonra uyandıktan sonra içinden geldi bu temizlik. "Her taraf her tarafta" diye düşünüp önce odasını topladı, sonra tozdan rahatsız olup odasını sildi. Tertemiz oda evin geri kalan kısımlarına tezat oluşturunca odasından çıkıp tüm evi toplayıp temizlemeye koyuldu. Banyoyu, tuvaleti sürttü. Fayansların arasını eski diş fırçasıyla fırçaladı. Yatak altlarını, koltuk aralarını temizledi. Şeytanın alıp satamadığı ne kadar kayıp eşya var ise buldu. Çoğu artık "çöp" değerinde olan şeyleri buldu. "Az daha belediye basarmış bu evi" diyeceğiniz kadar fazla çöp çıkardı evden. 

Tüm temizlik bittikten sonra, kendisini temizledi. Sıcak suyla yarım saatten fazla banyo yaptı. Tüm derisini kızartacak kadar kesendi. Evde küvet olmamasına içerledi. Suyu doldurur, içine kokulu köpük bombalarından atar, su soğuyana kadar küvette yatardı. Belki de bir küvet alabilirdi. Gerçi kira eve küvet mi alınırmış? Ayaklı spot lamba değil ki bu bir anda aklına gelince alabilesin. 

Geçen hafta evin yeterince aydınlık olmadığına kara verip iki tane ayaklı spot almıştı. Salonun iki köşesine yerleştirdiği spotlar solonu stat gibi aydınlatıyordu. Şimdi bu aydınlıkta oturmuş bira ile cilalar gibi sildiği ağacımsıya bakıyor. Parlayan, uzun ve ince yapraklara bakmaktan zevk alıyor. Odayı dolduran deterjan kokusundan zevk alıyor. 

Bitkiyi yeterince izledikten sonra önündeki bilgisayara, işine geri dönüyor. Bu genç adam aslında pek de genç değil. Yirmi altısını geçeli bir kaç ay oldu. Üniversite eğitimini bitirmiş, askerliğini yapmış, bir yıldır bu evde bilgisayar başında çalışan biri o. Yeni bin yılın yeni dünyasının yeni borsacısı o. BitCoin denilen sanal para birimlerinin piyasa değerlerini takip edip bir birimden diğerine para aktarıp kar ediyor. 

Önce takas vardı. Sonra altın, gümüş gibi madenler ile para diye bir şey icat edildi. Üretimin veya hizmetin sanal karşılığı olarak kullanıldı. Sonra, altınlar merkez bankalarının kasalarında toplandı, onlara karşılık gelen kağıtlar basıldı. Sonra paralara değer biçildi. Sonra bu paralara karşılık bilgisayar kodları üretilmeye başlandı. Sanal paralar. Her gelen yeni sanal, bir öncekini gerçek kıldı. Bizim genç, özetle değerin sanalının sanalının sanalının sanalının sanalı üzerinden gerçek bir şeyler kazanıyor. Artık neyin ne kadar gerçek olduğu size kalmış tabii. 

Tüm yaptığı dedikodu sitelerini takip etmek aslında. Hangi birimin ne kadar değerli olduğuna elinde çokça sanal para bulunanlar karar veriyorlar. Yeni bir sanal para birimi ortaya çıkıyor. Bu yeni birim tekel haline gelmiş büyük yatırımcılarca desteklenerek değeri arttırılıyor. Küçük yatırımcı bu yeni birime akın etsin, birim daha hızlı değer kazansın diye dedikodu sitelerine haber sızdırılıyor. Birim yerince değer kazanınca, yani istedikleri karı elde edecekleri kadar değerlendiğinde kendi paralarını daha güvenli bir sanal para birimine aktarıp bu yeni birimi terk ediyorlar. Onlar çekilince yeni birim "çöp" oluyor. Hızla değer kaybediyor. Küçük yatırımcı olan bizim genç için tek kar sağlama yöntemi o kısa aralıkları yakalamak. Bu yüzden tüm gününü internette geçirdiği oluyor. 

Orta halli ailenin çalışkan çocuğuydu. Üniversite sınavına girdiğinde "geleceğin mesleği" diye gazlanan bilgisayar mühendisliğini hedefledi ve kazandı. İngilizce hazırlık sınavını da verdi, beş yıllık okulu dört yılda bitirdi. Bitirdikten hemen sonra askere gitti. Gelince iş hazır sanıyordu, "havada kaparlar beni kesin!" diyordu. Evdeki hesap çarşıya uymaz, dört yıl önce yapılan hesap ise hiç bir şeye uymaz. Acı bir tecrübe ile öğrendi. Sözde mühendis ama ne bir staj var, ne bir referans. Dört yılda okulda aldığı eğitimi meraklısı dört ayda kendi kendine öğrenebilir. Öğrenmiş olanda fazla olacak ki, işsiz kaldı. 

Adam parayı bulunca önce arabayı, sonra karıyı değiştirirmiş. İşsiz güçsüz kalan da önce arabayı satar, sonra karısı adamı satar. Bizim gencin satacak bir arabası da yoktu ki. Evlilik hayalleri kurduğu, hayatın  anlamı olduğunu sandığı kadın da herhangi bir kimseden farklı değilmiş, anında koydu bizim genci kapının önüne. Ne ailesinin yüzüne bakabildi, ne arkadaşlarının. Baktığı her yüzde, duyduğu her kelimede, söylediği her cümlede, dokunduğu zaman bir ağacın kabuğunda bile başarısızlık okudu. 

O günlerde yapacak bir şeyler ararken keşfetti sanal para sistemini, derin internet dediklerini. Ev arkadaşından aldığın borç para ile başladı, iki haftada ufak başarılar, daha ufak başarısızlıklar ile parayı katlayıp borcunu ödedi. Ne yaptığını biliyordu, uzun vadede kaybetmeyeceğine emindi. İş bulacağına emin olduğu gibi olmadı, başardı. Bir kaç ayda bir işten ömrü boyunca kazanamayacağı paraları kazandı. Ne araba aldı, ne de olmayan kadını değiştirdi. Ev arkadaşından dahi ayrılmadı. Kapıdan çıktı, iki yıl boyunca gezdi. Görülmesi gereken yerler listesi bitince eve geri döndü. 

Ev dediğim bugün silip süpürdüğü apartman dairesi. Ev arkadaşı ile sekiz yıldır aynı daireyi paylaşıyorlar. Üniversitenin ilk yılında tanıştılar. Ne en yakın arkadaş oldular, ne birbirinden tiksinen ev arkadaşları. Ev arkadaşı ile arasındaki ilişkiyi "Birbirimizi yargılamıyoruz, bu yüzden beraber yaşamak bizim için çok kolay oluyor. Anlaşmaya gerek yok ki!" diye açıklıyordu eski sevgilisine. Olayın özü de buydu zaten. 




Bir kaç hafta yetecek kadar para kazandıktan sonra son takıntısı olan kavkazcenter'a tıklıyor. İslam en bilinen propaganda sitelerinden biri. Aslında normal internette klonu bulunmasına rağmen aynaların ardına saklanıp TorBrowser'dan girmeyi tercih ediyor. Basit bir güvenlik aldatmacası olduğunu bile bile, gene de aynaları kullanıyor. Birinin ayağına ister sokakta, ister internette, ister derin internette basın. ayağına bastığınız kişi önemli biri ya da önemli birilerini temsil eden biriyse, sizi bulurlar. Dünya üzerinde en büyük ortak yalanımız para değil, güvenliktir. 

Daha ilk propaganda videosunu izlerken kapı açılıyor. Ev arkadaşı Deniz elinde poşetlerle eve girip duraksıyor. Bir an için yanlış eve girdiğini düşünmüş olsa gerek. Kokusu değişik evin. Salonda oturan gencimizi görünce, yanlış yerde olmadığına emin oluyor. "Ne yaptın la?" diye soruyor. Sanki ev temizlenmemiş de, salonda atom bombası imal edilmiş gibi şaşkın. "Temizlik" diye cevap veriyor. Suratında gururlu bir gülümseme ile. "İyiymiş" diyor Deniz, soyunup dökünmek için odasına gidiyor. "Benim odayı da toparlayaydın be hayrına" diye bağırıyor içeriden. Bizim elemanın da aklına geldi aslında arkadaşının odasını da temizlemek ama kendi odasında yatak altını temizlerken bulduğu, şimdi sadece "çöp" olarak adlandıracağı "eskinin özel eşyaları" yüzünden vazgeçti. "Ne bileyim yaa" diye geveliyor cevap olarak. 

Propaganda videosunu başa sarıyor. Ruslar ile savaşırken yaralanan bir Çeçen var videoda. Her tarafı kan içinde adamın. Bir kaç saati değil, bir kaç dakikası var ölmek için. Adam büyük ihtimal ile son sözlerini söylüyor. Silah arkadaşlarından biri elindeki kaliteli görüntü sağlayan kamera ile ölmek üzere olan adamın son mesajını kayda alıyor. İki gözünü ve sol elini kaybetmiş adam arkadaşlarından ve ailesinden af diliyor. "Öldüğüm için beni affedin, mücadeleye devam edip zafer kazanamayacağım. Zafer kazanıldığı zaman sizinle beraber olamayacağım" gibi bir af. Yaptıkları için değil, yapamadıkları için dilediği bir af. Uzun uzun dualar eşliğinde. Video bir atlama yapıyor, az önce özür dileyen adamın ölüm anına geliyor. Bilinci çoktan kapanmış adamın vücudu titriyor, silah arkadaşları yüksek sesle tekbir getiriyor. Eski çağlarda neden insan kurban edildiğine örnek olabilecek bir ayin gibi. Birisi can veriyor, etrafında insanlar dua ediyor. Tekbir sesleri insanı transa sokacak kadar etkili oluyor.

Deniz "ne izliyorsun la?" diye soruyor. Üzerini değiştirmiş, solundaki diğer ikili koltuğa oturmuş bile. Kucağında bir tepsi, elinde kullanım tarihi çoktan geçmiş bir kredi kartı var. Gencimiz bunun ne anlama geldiğini çok  iyi biliyor. O yüzden şaşırıyor. 

"Cihatçı videosu izliyordum da, sen nereden aldın malı la?" diye cevap verip yeni bir soru yöneltiyor. 

"Torbacıdan" diye kısa bir cevap veriyor Deniz. 

"Evde ot mu bitti olum?"

"Yok, duruyordur evde hala da, benim gidip alasım geldi lan. Torbacıdan mal almak istedi canım."

"İyiymiş"

Evde bir kaç keşe bir kaç ay yetecek kadar otları vardı. Farklı farklı ülkelerin malları. Hepsini derin internettten sipariş ettiler. Bir kaç yıldır ot ihtiyaçlarını internetten karşılıyorlardı. Sadece ot değil, her türlü illegal uyuşturucuyu internetten sipariş ediyorlardı. Eroin ve morfin dışında bilinen tüm kafa yapıcılar girdi bu eve. Diğer ikisini denemeyi henüz götleri yemiyordu. "Eroin benim intihar yöntemim olacak" demişti Deniz bir keresinde. 

"Beril niye gelmedi la?" diye soruyor.

"Ha? He ayrıldık olum biz ya" diye cevap veriyor Deniz. 

"Harbi mi lan! Niye olum?"

"Ya ne bileyim, ayrıldım işte. Olmuyordu artık"

"He bir de sen ayrıldın! E seviyordun olum sen bu kızı. Yani bana gayet seviyorsun gibi geliyordu."

"Seviyordum da, kendimi daha çok seviyorum. Uğraşamam nazı ile tafrası ile daha fazla." 

"Olum kızın ağzı var, dili yok gibiydi. Bir kere bile bir şeyini... ııııhhh, ne bileyim ters bir sözünü, bir mimiğini bile görmedim ben."

"Evet arkadaşlarına karşı öyle. Sen benim arkadaşım olduğun için sana karşı da öyleydi. İlişkide ise canavar mübarek. Her istediği olsun, tam da onun istediği gibi olsun istiyordu. %98'e bile tahammül edemez falan. %'2'nin tafrasını yapmadan duramaz. Bir yere kadar işte. Bitti, gitti."

"Rakı falan söyleyeyim mi la? Var mı ya da evde? Siktir et onu rakı içelim" deyip otu işaret ediyor. Deniz ise tüm konuşmaya boyunca yaptığı gibi paketlenmiş ottan tohumları temizliyor. 

"Ne gerek var ya? İçeceksen iç sen, içmeyeceğim ben rakı falan."

"Hani aşk acısı falan, rakı ya meze olur işte"

"Olum dert yok ki meze olarak kullanalım. Dün yapacaktın  o teklifi sen."

"La ayrıldım demiyor musun olum, bundan ala dert ne ola ki?"

"Ayrılmak derdin sonu be koçum."

Öyle mi acaba diye düşünüyor genç adamımız. Kendisi için öyle olmamıştı. Ayrılık tüm dertlerin anası olmuştu. Dört yıl önce dağılan götünü zar zor toplamıştı. Toplamış mıydı? 

"İlişki benim için kangren olmuştu zaten. Tüm vücuda yayılmadan kestim attım kolumu. Zararın neresinden dönsen kar işte. Niye olmadı, şöyle olsa böyle olmazdı falan diye düşünüp kendi kendini yemeye gerek yok. Benden önemli bir şey yok. Kolum bile olsa." diye devam ediyor Deniz. Sonra kafasını önündeki işten kaldırıp bizim gence bakıyor, "Ben sana anlattım olum bunları daha önce? Tam olarak neresini anlamadın? Dinlemiyor musun olum sen hiç beni?" diyor. 

"Aynı şey mi la? Ben kolun kangren olduğundan emin değildim keserken. Kangren sanmamı sağladı, kendi kolumu bana kestirdi, sonra da çekti gitti. Göt gibi kaldım ortada"

"Ya tamam eyvallah, ağır bir şey yaşadın. Yaşadın ama geçti be genco. Bırak artık bu ayrılık acısını arkanda.Bari her ayrılanda tekrar tekrar yaşamaya kalkma. Bir ara ne güzel geziyordun sen, gene gezsene."

"Sıkıldın mı la benden?"

"Lan yok olum öyle değil de, evde cesedini bulacağım falan diye korkar oldum. Manyak gibi bütün evi temizlemişsin baksana."

"E normal değil mi bu?" 

"Değil amına koyayım! Temizlik değil bu! Kıtlamışsın resmen. Olum fayans aralarını ben hep krem rengi sanıyordum, beyazmış lan onlar. Sayende bunu da öğrendim az önce. Bu çiçeği neyle sildin hem böyle lan? Resmen parlıyor bu!" diyerek ağacımsı bitkiyi gösterdi Deniz.

"Güzel olmamış mı la? Birayla sildim. Parlasın diye. Bira cidden cilaymış olum."

"Ahahaha, Aferin genco. Amına koyayım senin ben, ya mal herif. Ahahaha"

"Ahahaha" 

Gülüp geçiyorlar. Deniz ayıklama işine dönüyor, bizimki bilgisayarına. Forumlara bakıyor. Yeni bir bulut sızması var mı yok mu  diye "Reddit"i kontrol ediyor. Sanal paranın dedikodu sitelerinde dolanıyor. Sahte olduğu çok belli olan kiralık katil ilanlarına bakıyor. Bu sırada Deniz ayıklama işini bitirmiş, tepsiyi sehpaya bırakıp bong yapmakta kullanacağı nargileyi almak için odasına gidip geliyor. Kapağı doldururken "istiyor musun la" diye soruyor arkadaşına.  İstemiyorum manasında bir mimik alıyor cevap olarak. 

Kapağı doldurup ağzını bong nargilesinin silindirine dayıyor. Çakmayı çakıyor, derin bir nefes çekiyor, nargilenin dibindeki sudan geçen duman silindir boyunca yol alıyor, Deniz'in ağzına ulaşıyor. Farklı bir silindirden devam edip akciğerlere ulaşıyor. Uyuşturucu madde burada kana karışıyor, başka silindirler olan damarlar yoluyla beyne ulaşıyor. Kafasını nargileden kaldırmadan önce "içeride kalan duman"ı ikinci bir nefes ile çekiyor. 

Esrarın kokusu tek kapakta bile tüm salonu kaplıyor. Az önceki deterjan kokusundan eser yok. Deniz kalkıp salonun kapsını kapatıyor. "O kadar temizlemişsin gitmesin odana falan duman" diyor.

"Siktir et la ne olacak" diye cevap veriyor. "Ev kokusu falan sipariş ettim bir sürü zaten bugün, bir iki güne gelir." 

"ahahaha" 

"He senin kafa dumanlanmadan şey diyeceğim bak. Ya da neyse siktir et."

"Ne diyecektin la?" 

"Olum dedin ya 'atlatamadın' falan diye. Baya baya unuttum lan ben. Geçen gün fark ettim. İfadesini hatırlamıyorum. Tek kaşının hareketinden ne demek istediğini anlardım. Gözlerinin ne dersem yaşaracağını bilirdim. Ses renginden, makyaj tonundan ruh halini anlardım. Unutmuşum lan hepsini. Zorladım kendimi ama hatırlayamadım. Sonra internetten sosyal ağ sayfalarına baktım. Gördüğüm kişiyi tanımıyordum lan. Aynı değildi. Sanki başka biriydi. Eski fotoğrafları ile karşılaştırdım. Aynı gibi görünüyor ama farklı. Sanki sanal imgesi. Yada eskiler sanal imgeydi, yeniler ise gerçek. 

Bir de bir şey daha fark ettim, bu karşılaştırmayı yaparken hiç bir şey hissetmiyordum. Zorladım falan kendimi bir şeyler hissedeyim diye. Kötü de olsa, zarar da verse bir şeyler hissetmek istedim. Yok aga, olmadı hissedemedim. Hiç bir şeye hiç bir şey hissetmiyorum gibi geldi. Sanki hiç hissetmemişim gibi. Elimi yanan sobaya bassam onu bile hissetmeyecekmişim gibi. 

Haklısın bir yerde atlatamadım. Atlatamadığım ayrılık değil ama. Bir şeyler kopmadı da, sanki bir şeyler fazla gelmiş. Önce o vardı, merkeze oturuyordu. Hayata anlam katıyordu. Gittiğinde boşalttığı yeri yokluğu ile doldurdum. Madde gibiydi la yokluk.  Anlam kattı lan. Şimdi o yokluk bile yok. 

Şu propaganda videolarına sardım. Adam ölürken bile davasına hizmet peşinde. Bendeki boşluk adamda yok çok belli. Belki saçma sapan, belki canice, belki öyle ya da böyle... Fark etmez ki? Koca bir yalan la dahi olsa doldurmuş adam o boşluğu. Lan adam ölüyor, dı ent, fin, ende, свежий. Başa sarma ihtimali yok, olsa da başa sarmayacak ama. Cehalet değil manyaklık erdem olmuş olum adama. Adam ölürken bile senden benden daha canlı gibi. İmreniyorum lan."

Deniz arkadaşının bu uzun nutkunun sonlarına doğru elinde tuttuğu nargileye bakıyor. "O mu çekti dumanı ben mı la?" diye düşünüyor bir an. Ne diyeceğini kestiremiyor. En sonun da "ne içtin olum sen bana da ondan ver" diyebiliyor. 

"İçmedim olum bir şey. Sadece bir süredir bunu düşünüyorum. Ne yapıyoruz lan biz?" 

"Takılıyoruz olum işte. Gittiği yere kadar gidecek. Kısacık zamanımız var, onda da anlam peşinde koşmayalım." 

"Anlam peşinde koşmak değil de, dediğin gibi kısacık zamanımız var. Bin yıl yaşamak ile bir saat yaşamak arasında gerçekten pek bir fark yok. Yani zamanın sonsuzluğunu falan düşününce hiç bir anlamı yok aradaki farkın."

"Heee yok"

"E beş yüz yıl bu evde yaşayacağıma yada bana 'buraları mutlaka görmelisin' diyen insanların dedikleri yerleri görüp, ye dediklerini yeyip, sik dediklerini sikerek yaşamak saçma değil mi lan? Sanki görünmez bir fanus içinde yaşıyoruz lan. Her yerde aynıydı amına koyayım. Herkes bir fanusun içinde, güvenli ve temiz bir hayat peşinde sanki. Çin'deki adamla Niger'deki adamın beklentileri aynı, ulaşmak için yöntemleri farklı. Bu adamlar, cihatçılar falan yani, farklı bir şey yaşıyorlar."

"Ne yapalım İslam Devleti için şehit mi olalım?"

"Ya yok. Aslında dava falan değil olay. O da yalan. Hem herkes bir davanın peşine düşüyor bazen. Bence bu adamların bana farklı gelmesinin nedeni başka bir şey. Adamların hayatına anlam katan şey ölüm ile nişanlı halde olmaları. Her an ölebilecek olma fikri hayatı anlamlı kılıyor sanki."

"Lan, geldiğimde sordun ya hani !neden ot aldın' diye. Ben bu otu ilk içmeye başladığımda lise birde falan okuyordum. Bizim oralarda torbacı falan yoktu. Okulda bir piç vardı, Recep diye. Onların semtten alırdık. Semtin merkez camisinin hemen karşı sokağında, adliyenin üç yüz metre falan ilerisinde bir ev vardı. Tüm sokak satıcı kaynardı da, biz o evden alırdık hep. Paranoya işte, bilmediğimiz bir şey verecekler diye korkardık. Hem evde otu satan da bildiğin teyzeydi. Güven veriyordu anlayacağın. 

Neyse biz bu eve git gel yol yapmışız. Başlarda polisten falan korkuyoruz da, sonradan orospusu olduk işin. Polis falan varsa ıslıkla anlaşıyor şoparlar, kimse mal satmıyor. Bir gün teyzeden aldık malı yine, çıktık gidiyoruz. Sokaktan tam çıkacağız, bir adam "gençler var mı üzerinizde bir şeyler" dedi. Hızla bir kimlik çıkarıp soktu. Tam mal dönemleri anında tırstık. 'Yok amirim, arkadaşa baktık biz' falan diyoruz da, suratımızdaki ifade 'götümüzde koca parti kokain var' diye bağırıyor. Adam bizim üzerimizi aradı, ilk çepten çıktı tabii paket. 'Bu ne lan?' dedi. Cevap yok bizde. 'Yakarım lan sizi falan' çekmeye başladı, başladık yalvarmaya. 'Amirim babam beni keser, annem beni sopa ile döver, valla ilk bu, bir daha da olmaz' falan çekiyoruz. Nuh dedi peygamber demedi başta. Sonra yumuşadı. 'Lan gencecikte çocuklarsınız' demeye başladı. 'Nasıl yapsak ki' dediğinde anladım, yemlemek gerek. Cebimdeki tüm parayı verdim. Arkadaş da verdi. 'Siktirin gidin şimdi, görmeyeyim sizi bir daha burada' dedi. Cidden sikilip gitmiştik haa! ahhaha! 

Bugün de aklıma geldi. Lan ne zamandır almıyorum. İçmek kadar almanın da zevki var sanki. Şimdi internetten söylüyorsun sen. Sanki lahmacun söylüyorsun. Geliyor içiyoruz. Her boku denedik, o pis evden aldığım otların tadını hiç bir şey vermedi. Ondan gidip aldım bunu. Sen de içirmemeye yemin etmiş gibi konu açıyorsun be birader. 

Haklısın da. Adamlar ölümle nişanlı oldukları için senden benden daha canlılar. Devamlı bir heyecanları var." deyip yeni bir kapak hazırlamaya başlıyor Deniz. Hazırladığını bizim elemana uzatıyor "madem konuşuyoruz, sen de benim kafada olacaksın" diyor. Bizim elemanda Denize hak verip çekiyor dumanı. 

"Ne bileyim olum" diye devam ediyor Deniz. "Kızılderili olsam adım 'patlak prezervatif' olurdu benim. Sağ olsunlar, hiç gizlemediler anne babam istenmeyen çocuk olduğumu. Sevgi açığını para ile şımartarak geçiştirmeye çalıştılar. O yüzden hiç değerini bilmedim paranın."

"Ben de bok gibi para kazandığım zaman anladım anlamı olmadığını" diye araya giriyor bizim genç. 

"Öyle deme genco, parası olmayana paranın anlamı büyük."

"Para ile satın alınan şeylerin anlamı büyük sanıyorlar. Büyük evler, spor arabalar, sınırsız gezip tozma bla bla... Hiç birinin hiç bir anlamı. Para ile satılmayan şeyler daha anlamlı. İnsan her boku alacak kadar parası olunca anlıyor bunu. O zaman da yalnız kalıyor işte. Para ile alınamayacak şeylerin sadece masallarda kaldığını anlıyor. Çünkü bedava olası gereken şeylerin imajları satılıyor. Sanal sevgiler, dostluklar aşklar. Hepsi sanal. Sanal olduklarını anlayınca gerçeği de var sanıyor insan. Sanalı olan her şeyin gerçeği yok maalesef. Sadece sanalın sanalı üretilmiş, İlk sanalı gerçek sanalım diye."

"Ne yapalım olum, ölelim mi? Ver siparişi eroin getirsinler bari."

"Ya yok olum. Ölmeden önce yaşayalım diyorum ben. Ölüme yakın durursak hayat anlam kazanır."

"He IŞİD militanı yapacaksın sen bizi, koydun kafaya. Olum müslüman bile değiliz lan." 

"Irak'dakiler müslüman da, Suriye kolunda çoğu değil zaten. Görüntüde öyleler sadece. Aslında çoğu sadece kafayı sıyırmış macera meraklıları. Hem para kazanıyorlar, hem heyecan yaşıyorlar, hem de cihat nikahı ile pedofili ruhlarını doyuruyorlar. Onlar olmasa giderdik bak cidden. Ama bu adamların varlığı bize gerçeği söyler. Her gördüğümüzde kendi yalanımız yüzümüze çarpar. Olmaz yani o iş, yaşayamayız orada."

"Eeee nereye varacaksın olum?" 

"Yaaa illa bir yere mi varacağım olum."

"Tabii lan, soktun bizi bir yere, yok yaşamıyoruz, yok adamlar yaşıyor aslında. Her şey sanal gerçek yok falan! Bir yere gidelim de geleceğim lan peşinden."

"Deniz, ben içimde bir boşluk var diyorum, dolduracak bir şeyler arıyorum. Sana ne oluyor be yarrağım sen ne  düştün peşime?"

"Bende de varsa demek ki boşluk, çareyi sende aradım. ahahaha."

"IŞİD falan değil de, ölüme yakın olmanın başka yolları da var aslında"

"Heee bu ülkede ölümden bol ne var la bu sıralar?"

"Lan olum, eyvallah şimdi markete gitmeye çıksak bıçaklanıp öldürülme riskimiz var ama o riske çok alıştık. Ondan bahsetmiyorum ben."

"Neden bahsettiğini biliyor musun bu sefer?"

"Biliyorum la biliyorum. Kiralık katil tutacağız derin internetten. Yüzde doksanının yalancı olduğu ilanlardan birini seçeceğiz. 20.000$ falan istiyorlar kişi başı. Paranın yarısını verip bekleyeceğiz. Büyük ihtimal dolandırılmış olacağız ama 'ya tutarsa' felsefesi bir değişiklik yarabilir."

"Tama lan" diyor Deniz.

Oturduğu koltuktan kalkıp arkadaşının yanına oturuyor. Bir kaç bağlantı dolaşıp katil ilanlarından birinde karar kılıyorlar. Her ülkede hizmet verdiğini iddia ediyor site. Fransız özel harekat ordusundan ayrılma askerler olduklarını iddia ediyorlar. Bizimkiler eyvallah diyor sanal parayı kod olarak yolluyorlar. İki kişi için paranın yarısı, yani 20.000$. Hiç bir şekilde devamı ödenemeyecek bir para. İlan sahte de olsa, gerçek de olsa. 

Ne olur ne olmaz, son defa sevişmeden ölmeyelim diyorlar, internetin hiç de derin olmayan kısımlarından daha önce defalarca birlikte oldukları iki fahişeyi eve çağırıyorlar. Kadınlardan biri başka bir müşteri ile olacağını söyleyince iki katı para teklif ediyorlar. Diğer müşteriye "hastalandım kocacım" diye bir kısa mesaj gidiyor. 

Kadınlar geliyor, kapaklar alınıyor. Kadınlardan biri kokain istediği için evdeki depodan kokain çıkıyor. Uyuşturucu ve kadın ile devam ediyor gece. Sabaha karşı, kadınlar gittikten, uykuya teslim olmadan hemen önce, Deniz ilanı çoktan unutmuşken, hatta horul horul uyurken, bizim oğlan ilanın doğru olası için ağlaya ağlaya dua ediyor. İlan yalan olsa bile bir işe yaramış, bizimki bir şeyler hissediyor, sadece bunu fark edemeyecek kadar kafası güzel. 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Çöl

Çocukken abimle sık sık güreşirdik. Bu güreşlerde en korktuğum şey abimin yorganı içerisinde beni hareketsiz bırakmasıydı. Hem sıkışmış hissederdim, hem de temiz hava alamazdım. İşte o zaman insan olduğumu bile unutabiliyordum. Çaresiz hayvanlar gibi debelenmekten başka hiç bir şey gelmiyordu elimden. 

99 Depremi olduğunda en korktuğum şeyler arasına göçük altında kalmak girdi. Kolum, bacağım, ayağım bir yere sıkışsa ve ben onu kurtaramazsam ne yaparım diye sık sık düşündüm. Düşünmek bile içimi bunaltmaya yetiyordu. Temiz hava alamamanın fikrine bile istemsiz tepkiler veriyorum hala. 

Bir çeşit kapalı alanda kalma korkusu olsa gerek. Tam olarak bilemiyorum. İşte bu tam bilemediğim hissin kuzenini çölde açık alanda kaldığımı düşünürken yaşıyorum. Bu sefer içim sıkılmıyor ama acayip korkuyorum. Çölden kastım kelime anlamı ile çöl değil, aklımıza ilk gelen kum çölü. Yoksa Antartika'da çöl, sonuçta oraya da yağmur yağmıyor. 

Karıştırdım gene ama anlatmak istediğim şey çölden çok korkuyor olduğum. 

Korkuyorum, bir yandan da onu merak etmeden duramıyorum. Tabancaları sevmem ama Desert Egle (counter strike oynamış olanlar için 1-3. Ayrıca Deli Yürek dizisinde Yusuf'un kullandığı silah) adlı tabancaya hayranım. Bildiğin çekici buluyorum o silahı. Adını da çok güzel koymuş pezevenkler. 

Sting'in Desert Rose şarkısını uç uca sigara yakar gibi dinleyebiliyorum. Baya baya da seviyorum tabii. Dinlerken kafam çöle, oradaki hayali bahçelere ve karalar içerisindeki kara gözlü bir kadına gidiyor. 

Mecnun'un kendisini çöllere atması, orada kendisini bulması falan... Çöl de çöl... En sevdiğim tarihi karakterlerden biri Lawrance mesela. Olaya milliyetçi yada insani yönlerden değil, sadece akıl yönünden bakınca adama hayran olmamak elde değil. Ne yaptığına değil, kime yaradığına değil, kimin için yaptığına değil, sadece ama sadece nasıl yaptığına bakın. Çölde hayatta kalan, Bedevilerin bile saygısını kazanmayı başaran bir adam. Çölde hayatta kalacak kadar sert, Eski Yunancadan çeviri yapacak kadar bilgin, bambaşka insanları etkileyip peşine takacak kadar karizmatik. Arkeoloji ile başlayıp dünyanın tarihine yön verecek ajanlık ile devam eden macera. Her şeyinden tutku akan bu adama hayran olmamak elde mi? Hem de bunları en korktuğum ve beni en çok çeken yerlerden birinde, çöl de yapıyor. Aynı çağda yaşasaydık tamamen farklı taraflarda olacaktık, büyük ihtimal savaşacaktık ama o zaman bile Lawrance'a hem hayran olurdum, hem saygı duyardım. Plevne kuşatmasındaki G.O. Paşa ya Ruslarca duyulan saygı gibi. (kapışsak Lawrance'ı yenerdim yani ) 

Neyse, en sevdiğim bilgisayar oyunlarından biri ve ayrıca kitaplardan da biri DUNE (Çöl Gezegeni) En sevdiğim filmler listesinde İngiliz Hasta var. Çöl ile ilgili bilipte sevmediğim tek şey Simyacı bak. O kitabı pek sevmemiştim. 

Belki bir gün yolum Sahra gibi bir çöle düşer. Turistik gezi olarak düşmesin ama. Maceralı bir şeyler olsun. 

Neyse çölün ihtişamını falan hiç anlatamam, yaşamadım çünkü. İçimizdeki çölleri sulayalım falan diye de bağlamayacağım bu sefer. Şarkıyı dinleyin siz. 

6 Ekim 2014 Pazartesi

Beyaz Dizi

Galata'dan Karaköy'e doğru iniyoruz. Daha yeni tanıştık, hatta tam tanışmadık. Önümüzde uzun bir yürüyüş var. Mecaz falan yok olayda, baya baya yürüyeceğiz. İstanbul'da biri ile birlikte yürüdüğüm en uzun mesafeyi kat edeceğim. Neyse, konumuz bu yürüyüş değil. Neden yazmaya başladığımı söylediğimde şaşırıyor. Asıl olay ise nasıl okumaya başladığımda yatıyor. 

Lise hazırlığa gidiyordum. Ramazan ayıydı ve genelde sabahları oruçlu olurdum. Bilgisayar falan oynayarak zaman bir yere kadar geçiyor. Zaman geçsin diye daha değişik bir şey arıyordum. Babaannemin boş evine abimin "bazı" gazetelerini aramaya indim. Gazete ararken kitap buldum. Adı "Rita'nın Oyunu" olan bir kitap. Rita adına karşı bir ilgim vardı. Galiba Power Rangers'la alakalıydı. Rita aklımda güçlü kadın imajının ismiydi o aralar. Zaman geçsin diye o kitabı okumaya başladım.

Zeki bir dolandırıcı ve onun yanına köstebek olarak yerleşen kadın polisin hikayesini anlatıyordu kitap. Adamın ufak dolandırıcılıkları falan çok eğlenceliydi. Eğer fırsatı olursa 50 cent para için bile dolandırıcılık yapıyordu. Kitabın devamında dolandırıcılıkla kalmayıp cinayete varan işlere bulaşıyordu. Zaten aklımda kalan en önemli önermesi buydu kitabın. Bir suçlu asla tek alanda çalışmaz, mutlaka diğer alanlara da kayar.  

Elbette kitabı bitirmem de karakter ve olay kurgusu, mesaj falan da önemlidir ama asıl önemli olan kitabın beyaz dizi diye tabir ettiğimiz sınıftan olmasıydı. İnternetin ülkemizde daha olmadığı, pornonun şehir efsanesi olduğu, gençlerin kendilerinden ufak kardeşlerini Bulvar Gazetesi almaya yolladığı yıllarda bu beyaz dizi kitapları yok satarmış. Hatta bendeki kitabı yanlış hatırlamıyorsam Hürriyet dağıtmıştı. Abicim olay şu, 10 sayfada bir seks olur mutlaka. Ve betimlemeler ayrıntılıdır. "Kaslı vücudu ile onu sardığında, doymak bilmeyen bir aygır gibiydi, göğüslerine dökülen şampanya aşağıya doğru akarken Jack diliyle akan şampanyayı takip ediyordu gittiği yere kadar" falan gibi betimlemeler. 

Lise hazırlığım tabii, her şeye en çok da bu kitaba hazırım. İlk bitirdiğim kitap oldu. Sonra bir kız arkadaşımdan çok daha aşmışını aldım. İade etmedim. Zaten o ara fırça darbeleri patladı, sonra grinin tonlarına kadar gitti de ben takip etmedim. O ara daha fantastik şeylere sarmıştım. Edebi tür olarak fantastik la. 

Öyle pek klasik de okumadım. Her liseli gibi Suç ve Ceza okutuldu. Lise edebiyat hocam iyiydi, Cengiz Aytmatov reisimle falan tanıştırdı. Derslerin yarısı kitap incelemesi falan olurdu. Ondan sonra ilk klasiğimi kız arkadaşım verdi diye okumuştum. (Bende ondan bir kitap okumasını istemiştim, ayrılana kadar okumadı la. Tek isteğim oydu herhalde, en sevdiğim kitabı oku. Tabii ki söz konusu eser Yüzüklerin Efendisi. Kalın geldi baya.) Sonra okuyunca Tolstoy'u baya sevdim. ,Gittim aldım kitaplarını falan. İllegal bir gecede kafamda Anne Karanina ile bile muhabbet ettim. 

Sonra internetten bedava kitap indirmeyi keşfedip baya saçma sapan kitap okudum. Gene de çok okuyan biri olarak görmüyorum kendimi. En azından roman falan okumuyorum diyebilirim. Araştırma eserleri okumak daha zevkli oluyor. Okumayı değil de, öğrenmeyi seviyorum. 

Geçen sahaf festivalinden "Altına Hücum"(Charlie Chaplin filmi ile alakasız) diye bir kitap aldım. Konusu ilgi çekiciydi. Meğer beyaz dizi kitabıymış. "Altın'a Hücum" değil direk "altına hücum" kitabı yani. Konu gene güzel de, iki de bir betimlemeli sevişme okumak garip geliyor şimdi. Toplum içinde kitap okuyamıyorum arkadaş, hafif hareketlenmeler falan oluyor. 

Olay bu, yazı bitti. İkramiye olarak bir kaç. beyaz dizi kitabı adı yazayım. Hürriyet Yayınları'nın halkımıza armağanı. 

ALİ İLE NİNO - DOKTOR HANIMLARI - ERKEK GÜZELİ - CEMİL - DARBE - ŞU YASAK İLİŞKİLER -  SUSAMIŞLAR - DÜŞKÜNLER (son ikisi favorilerim, darbe de fena değil aslında) - AŞK ÇİFLİĞİ - YALNIZLAR KUMSALI - DİŞİ TİLKİ (tilkiye bile giydirirler valla) - KIYIDAKİ DALGALAR - ŞİŞKODAN POKERDE KAZANDIĞIM ADAYI YEĞENİME BIRAKIYORUM (kitabın adı bile ayrı roman) - DALGALARIN SESİ - SENİ İÇİME GÖMDÜM - KEÇİ VE ÖKÜZ - 

5 Ekim 2014 Pazar

Cenker'in Kızı

Üç yaşındaki kız çocuğu babasına "Cenkoş" diye hitap ediyor.

Gözleri koyu mavi, sarı saçları kafasının iki yanında toplanmış. Süt dişlerinin tamamı çıkmış. Nokta gibi burnu var. O mavi gözlerden zeka fışkırıyor. Yetişkin bir insanın bir karışı kadar bile uzun değil kırmızı eteği. Eteğin altında soğumaya başlayan havalara önlem olarak kalın külotlu çoraplar giydirilmiş. Kartpostallara kapak olacak şirinlikte. Facebook'ta yengenizin, ilkokul öğretmeninizin sürekli afacan videolarını paylaştığı kızlara benziyor. 

Cenker'in kucağına tırmanıyor, bir şeyler anlatıyor. Sonra sıkılıp yere iniyor. Bir kaç saat süren otobüs yolculuğu canını sıkmış. Mızmızlanmıyor ama hareketsizlikten bunaldığı çok belli. Sürekli Cenkoş diye seslendiği babasına bir şeyler anlatıyor. Cenkoş kızının aksine kara kafalı sıradan bir adam. Kumaş pantolon ve gömlek giyiyor. Kız Cenker'e değil de, Cenker'in yanında oturan karısına benzediği için çok şanslı. 

Hayır, bir hayal yada paralel evrende geçen bir olay anlatmıyorum. Yakın gelecekten bir şeyler de yok burada. Yaşadığımız zamanda, bizim gerçekliğimizde yaşıyor bu insanlar. Dün memleketimden İstanbul'a dönerken otobüste karşılaştım onlarla. 

Siz adaşınız ile karşılaşınca nasıl tepki veriyorsunuz bilmiyorum ama ben çok şaşırıyorum. Cenker pek kullanılan bir isim değil. Dün gördüğüm bu çocuklu adamla birlikte bildiğim Cenker sayısı 5'e yükseldi. 


İlk adaşım ilk okul öğretmenimin oğluydu. Adını benden görüp koymuşlardı. 

İlkokulu ben bir başka ilçede okudum. Üçüncü sınıfa kadar falan annem götürdü okula, sonra kendim gitmeye başladım. Okula gitmek için iki yolum vardı ama ben hep aynı yolu kullanırdım. Güveççi dükkanımız vardı orada, çalışan Yakup beni görünce annemi arar haber verirmiş. Ben bilmesem de kontrol ediliyormuşum yani. Neyse, ben bir gün nedensizce diğer yolu kullandım. O gün ikinci derste nöbetçi öğrenci bizim sınıfın kapısını çaldı "Cenker Bey" burada mı dedi? Müdür gönderince adam oğlunu soruyor sanmış tabii. Aslında aranan benim ama çocuk ne bilsin? "Yok Cenker falan" dedi öğretmen haliyle. Bir ders sonra kapı gene çaldı, annem gözleri yaşlı kapıdaydı. 

Diğer bir Cenker'i sahaflarda gördüm. Çok gıcık durumdu. Arkadaşları çocuğa seslendikçe "efendim" diyordum. Üç dört kere üzerime alındım, kasten yaptıklarını benimle dalga geçtiklerini falan düşünmeye başladım. Çok saçma ama öyle sandım. Adım sanki bir tek bende var gibi hissediyordum. 

Bir başka Cenker'i ise lise son sınıfta tanıdım. Bunun kankası ile arkadaş gibi bir şeydik, o tanıştırmıştı. Hayata erken atılmış, organizatör gibi bir şeydi. Tanıştık, baya muhabbet falan ettik. Sonra bunun kız arkadaşı geldi. Ayrıldılar o gece falan, öyle bir şeyler oldu. Bu sırada ben masa değiştirmiş, kendi arkadaşlarımın yanındaydım. Anam dağ gibi adam bir saatte bir yamuldu, pir yamuldu. Böyle salya sümük ağlamalar, ayakta duramayacak kadar sarhoş olmalar falan. Arkadaşları omuz verdi de kalktı gitti falan. "Lan" dedim, "bir kadın uğruna bu hale düşülür mü arkadaş? İki kere terk edildim, iki kere aldatıldım da hiç bu hale gelmedim. Ne basiretsiz adammış" Hiç bir şeyi ayıplamayacaksın bu hayatta. On katı ile ödeme yapıyorsun. Ha hemen, ha yıllar sonra. 

Son Cenker ise hiç görmedim ama en çok buna kıl oluyorum. Hürriyetin internet sitesinde galeri yapan bir magazin muhabiri kendisi. "Onu hiç böyle görmediniz, Bakın sevgilisine ne hediye aldı, annesi babasını her gece aldatıyordu" gibi başlıklarla galerileri açan adamın adı da Cenker. Hiç dikkatinizi çekmediyse hemen bir kaç galeri kontrol edin görürsünüz. 




Çocukken, ama çok çocukken Cenker adına kıl olurdum. Kimse anlamzdı çünkü. Cenk_ney? gibi sorular ömrümü yerdi. İşin boktanı kendim de söyleyemezdim kendi adımı. Cenkey derdim. Sonra çocukluk aşkım sevdirdi adımı bana. Karşı komşunun kızıydı. Bence Cenker Ahmet'ten daha güzel dedi. O günden sonra Cenker'i sevdim. Çok sevmişim ki bu sefer Ahmet'e kıl olmaya başladım. Şimdi ikisini bir arada seviyorum. Gerçi sadece tek bir kişi bana Ahmet diyor ama olsun. Ahmet Cenker güzel isim, hem adı Ahmet Cenker olan kimseyi de görmedim daha. Kızım olursa Ahmed-i Cenkoş desin lan bana.