22 Haziran 2014 Pazar

Erkekler Ağlamaz

Vallahi o kadar sulu gözlü bir çocuktum ki, anlatamam. Her boka hemen ağlayan şu hafif duygusal veletleri gözünüzün önüne getirin, hani şu kafasını kırmaktan zevk alınacak veletler. İşte ben onlardandım ya, baya baya sulu göz eleman bir çocuktum. Ne kadar mümkünse, sinirden ağlardım. Birileri sözümü kesince yada haksızlığa uğradığımı düşününce, hiç tutamazdım kendimi. Sık sık da erek adam ağlar mı ya, tacizine maruz kaldım haliyle.

Neden ağlamaz ki erkek? Büyüdükçe daha çok hissediliyor, erkeksen, ağlamamalısın, ağlamamalısın. Ben babamı hiç ağlarken görmedim. Ah yok, hemen hemen hiç ağlarken görmedim. Babasının öldüğü gün bile ağlamamıştı, tüm gece yanında olduğum için net hatırlıyorum. Dedem zaten hastahanedeydi, ağır bir ameliyattan çıkmıştı ama durumu iyi deniyordu. 13 Eylül 1999 gecesiydi, sadece ziyaret için hastahaneye gidiyorduk, ama amaçlar bazen sonuca uymuyor. Dedem kalp krizi geçirip o gece vefat etti. Ölüm zaten beklenen bir sondu ama, atlattı derken olunca insan gene de ufak bir şık geçiriyor. Gece hastahaneden eve döndüğümüzde, babam eline telefonu aldı, tüm tanıdıkları teker teker aramaya başladı. Her çocuğun babasına hayran olduğu anlar vardır, benim ki için, kahraman baba anı buydu. Ben aynısını yapabilir miyim diye çok düşündüm. Erkekler değil ama, babalar  ağlamamalı herhalde. Ya da bir erkek, sadece çocuğu olunca erkek sayılmalı. Geri kalanımız için, ağlamak serbest olmalı.

Çünkü çaresiz kalınca ağlamalı insan. Ağlamak bir ayin gibidir, insan gücünün sınırını kabullenir, çaresizliği kucaklar ve bırakır göz yaşlarını. Dışarıya akmayan her göz yaşı, içeriye doğru akar, insanı içten çürütür. Zamanla duygular ölür. Duygusu ölen insan, insan sayılmaz.

Yok yok, babalardan ağlama hakkını almayalım. Hem bende babamı ağlarken gördüm la, hemde televizyon izlerken. Bir abla kardeş yarılık sahnesi vardı, orada ağlamıştı. Aslında kendi ablasına ağladığı gün gibi ortadaydı, çünkü ne ben, ne de annem bırakın ağlamayı, duygulanmamıştık bile. Çocukken ağlamayıp görevini yaparak kahraman olan babam, yetişkinliğim de ağlayarak kahraman oldu. Duyguları olduğunu ispatladı.

Neyse konu babam değil. Genel olarak erkeklere yönlenmiş baskılar. Çocukken başlıyor, sanki pipi ile doğmak, gizli bir tarikata üye olmanın yan ürünü. Erkek onu yapmaz, erkek bunu yapmaz. Lan ben çocukken "şeker kız kendi" izlemeyi seviyorum diye kendimi ılık gibi hissetmek zorunda mıydım? Salaklığa bak ya. Daha kadın ne erkek ne hatta ılık ne hiç bilmemesi gereken yaşta çocukken, sevdiğim çizgi filmi gizli gizli izliyordum ya. Niye? Çünkü o kız çizgi filmiymiş. Tövbe ya, kız çizgi filmi ne? Tamam barbiler ile oynamak garip, garip mi? Ne garibi lan? Oyuncak değil mi o? Hem barbi bebekken barbi ile oynayan, büyüyünce de canlı barbiler ile oynar değil mi? Yani bence böyle bir matık kurulabilir? Hem "kendi" neden kız çizgi filmi olsun ki? Daha üçüncü bölümde "kadınlara güvenme" mesajı veriyor bence. Kaşar "Eni"(Annie) nasıl da Candy'yi satarak evlatlık gidiyordu. En yakın arkadaşının hayatını çalıyordu falan.

Açtım izliyorum şimdi, garibim nasıl umutla tabii ki geri çevireceksin değil mi falan diyor. Sonra arkadaşını tekrar affedecek ileri ki bölümlerde falan. Ulan ben o diziyi çocukken doya doya izleseydim, hayatı çok daha kolay öğrenirdim. En azından şimdi bildiklerime nazaran. Baş karakter kız değil de oğlan olsa, hiç ılık muamelesi görmezdik. Şu hala bak, erkeklik izlediğin diziye bağlı sanki.

Bir de sadece erkeklere değil, artık kadınlara da aynen bu baskı var. Sorun cinsiyette değil, cinsel kimlikte. Kadınlardan erkek olmaları, yada "kadın" olmaları isteniyor. Erkek olacaklarsa geçecekler bu kendi ayaklarını, duygusuz yaratıklar olacaklar. Ağlamayacaklar. Güçlü olmak ağlamamaktan, daha doğrusu duygusuz olmaktan geçiyor. Çizilen güçlü kadın imajlarına baksanıza, ceketli kravatlı kariyer peşinde kadın. Şirket çalışanları, mimiksiz suratlı, düz saçlı kadınlar. Kadınlar için ya bir diğer yol da seks objesi kadın. Ben büyünce anne olacakğım diyen kız çocuğu kalmış mıdır acaba? Ya kıçını başını açıp bir yerlere gelmeye uğraşan, üç yıl sonra kimsenin hatırlamayacağı şarkıcılara özeniyorlar, az sayıda olan da babasına. Güçlü erkek modeline. Bu ney lan. Sabah sabah derdimi seveyim, bana ne? Ben iki Candy izleyeceğim, sonra da hikaye yazacağım.

Erkek nedir? Erkeği geç, insan kendi yolunu açandır. Gerisi tatsız tuzsuz robotlar gibiler. 

18 Haziran 2014 Çarşamba

İthalat

Eski sevgilim anlatmıştı, ilk Fransızca derslerinde, dersi veren öğretmen öğrencilerden Türkçe kelimeler söylemelerini istemiş. Herkes bir kaç kelime söylemiş, sonra öğretmen, bu söylediğiniz kelimelerin pek çoğu Fransızca kökenli kelimeler demiş.Tanzimat sonrası giren kelimeler bunlar, Tanzimat'tan öncede Arapça ve Farsça kelimeler ile doluydu dil. Türkçenin başka diller tarafından bu kadar kolayca tecavüze uğramasının nedeni Türkçe'nin dandik bir dil olmasından kaynaklanmıyor. Kullananların her boku ithal etme ve kendine uyarlama merakından kaynaklanıyor. Yoksa Türkçe başlı başına bir dil grubu oluşturuyor. 

"Muhafazakar" olmayı hiç beceremedi Türkler desem, kıçınızla gülersiniz herhalde.

Türkiye'de siyasal iktidara sahip parti kendini muhafazakar olarak tanımlıyor ya, asıl ona gülün siz. Hem muhafazakar olup, hem her boku değiştirmeye çalışan tek siyasi yapı bu adamlar olsa gerek. Adı üzerinde, muhafaza etmektir la muhafazakarlık. Ha dertleri muhafaza değil, iltica ise, o konuda da beceriksizler. Çünkü torunlarıyız dedikleri devlet ile alakaları yok. Bir kere sadece kendini düşünen, bu uğurda iç dış tüm politikayı batıran bir adamı Osmanlı direk asardı. Kaldı ki, zaten atama yolu ile sadrazam olma şansı hiç yoktu. Hele Ahmet bırakın "nişancı" falan olmayı, Etiyopya'ya diplomat olamazdı. (O zamanlar zaten Etiyopya yoktu, Habeşistan vardı. He bir de nişancı dış işleri bakanı gibi bir şey) 

Zaten padişah falan olamazdı. En az eğitilmişi, İETT kökenli adamdan bin kat iyi eğitim almış oluyordu onların. Ha, olsa olsa Mustafa ve İbrahim gibi bir kaç ay saltanat sürerdi. Anladınız onu siz.

Bu adam olsa olsa Avrupa tiranlarının, ithal edilip uyarlanmış versiyonu olur. 

Zaten Siyasal İslam fikrinin kendisi ithal lan. Benimde bahsedeceğim buydu ama gene Tayyip aklımı aldı, başka şeylerden bahsettim. Siyasal İslam yazıp wiki'den falan bakın. Bu topraklardan çıkmadı öyle bir şey. Milli görüş ile pek alakası olmayan bir şey bence. Kaldı ki, biz dinin kendisini de ithal ettik. Yok lan, aramızdan bir peygamber uydursaydık falan demiyorum. Demek istediğim, biz İslam'ı almadık, Arap 9.yy'da ki Arap dinini kabul ettik. Hatta emin ol senin deden de etmedi, politik çıkarı gereği yöneticiler etti, halk da etmiş sayıldı. Almanya ile birinci dünya savaşımızdaki ilişki gibi oldu. Cumhuriyet dönemine kadar Kuran anlayan sıradan insan yoktu la. Çeviri yok çeviri, çeviri olsa, okuma bilen pek yok. O yüzden diyorum, öyle ithal ettik bir dini, üzerine de pek düşünmedik. 

Mezhepçilik bu ara pek meşhur. O da din ithalatının promosyonu olarak gelmiş. Bu mezhep olayı zaten baştan saçmalık, inanmıyorum ben mezhep olayına hiç. Tamamen salaklık arkadaş. La, siyasal bölünmeden kaynaklı din ayrışması mı olurmuş? Hayır dini İznik'te pagan imparator başkanlığında bir konsülde kursanız, anlarım. İslam'dakini hiç anlamıyorum. Bir de bizde işin komik tarafı, sunni olup da Kerbela'ya ağlayanlar. Şahsen ben o dönemde yaşasam, şiadan olurdum. Ebu Süfyan'ın oğlundan halife mi olur la? Torunu da Yezid la, Kerbela katliamının faili falan. Çok saçma bir yan ürün bu mezhep olayı. İnanmayın böyle şeylere. (Gerçi dine inanan kişi sayısı, mezhebe inanan sayısından azdır. Adam dine inanmaz, Aleviler şöyle böyle der. Aşırı ithal kafanın saçmaları işte)

Milliyetçilik, ırkçılık falan da ithal mal. Daha önce yazdım bunu, tekrar etmeyeceğim. (Sonra biri çıkar, yazar bozdu, kendini tekrar ediyor der. Ondan değil ama, desin iplemem de, üşendim aynı şeyleri yazmaya)

İthalatın dibine vurmuş olan ise "sol" dediğimiz olgu. Aydınları ayrı deli, sıradan olanları ayrı deli. İkiye bölüyorum. Zaten bölünmeye çok alışkın "bunlaaaaar". Birinin ak dediğini, öbürü küfür algılıyor. 

Şimdi üst tabakadan olan, Avrupalarda okumuş, master falan yapmış olanları var. İsim vermeyeceğim. Bu tipler kendilerine aydın der, halkımız şöyle böyle konuşmaya bayılırlar. Öyle de bir konuşurlar ki, anlayamazsın. Hani Vizontele filminde bir sahne vardı, dur sahne anlatmayı beceremem, aha bu. Neyse, sürekli terimler ile konuşurlar. Cümlede "-zm" ile kelime olmazsa utanırlar. Sözde halk için çalışırlar, ama ne dediklerini halk hiç anlamaz, "adam iyi konuşuyor" der kalır. İşte bu adamların tüm o süslü kelimeleri ve bu kelimeler ile ifade ettikleri kavramları, ithaldir. Avrupa'dan yada onun yavrusu Amerika Kıtası'ndan ithal. (Az sayıda G. Amerika olmazsa olmaz, tuz biber o) Bana inanmıyorsanız, bu adamların/kadınların birinin katıldığı açık oturum programını izleyin. Kendilerine ait tek bir fikirleri yoktur. Sürekli alıntı yaparlar, kendilerini desteklemek için Batı'lı filozofları kullanırlar. Kendi toprağını bile Fransız şairden dinler. Ah zaten o Fransa olmasa ne yapacaktı lan bu insanlar? Fransa'nın kendine hayrı olsa, Almanlara ezilmez ya da ne bileyim, sokaklardaki kedi boyutundaki fareleri temizler. 

Alt grup olan gençler daha beter. Gezi parkında liseli bir kız, bir broşür dağıtıyordu. Aldım baktım, üzerinde aşağı yukarı şöyle bir şey yazıyor. "Devrim yakın, gençler komün hayatını, dostluğu, paylaşmayı gördü. Bu sistem yıkılacak vb. vb." Bu saçma broşürü elbette o kızcağız basmadı ama, benim aptal kızım, ne yazdığını sen anladın mı da da dağıtıyorsun onu? Ne komün'ü la? Gizli bir örgütlenmemi kurduk, Gezi parkında buğday üretimine mi başladık? Komün dediğin de bu ikisinden biri omalı sanki. Tabii Şimdi bir fraksiyonda komün başka anlama geliyor, öbüründe başka. Benim bildiğim, özünde özel mülkün olmadığı, ÜRETİMe dayalı bir model. E Gezi tam olarak ne üretti? Sadece bir kaç zekice slogan. Adama yol yapmayı, AVM açmayı, montaj sanayisini üretim sanıyor diye salak diyoruz bir de. Derin tabii, adam salak da, sen daha salaksın be gülüm. Yoksa her boku bu kadar iyi bilip, sürekli kaybedemezsin. O yola, hiç kullanamayacağı hava alanına seviniyor diye koyun, sen hayali üretimler ile komün kuran deha. Şimdi kesin, "sen geziyi anlamamışsın" falan dersin, işbirlikçi, dönek falan dersin, peşinen cevap vereyim, hade len oradan. Cumhuriyetçi teyzelerin getirdiği kolalar ile, TRT yalakası PEPE Kıraç'ın reklam için römork ile getirdiği erzak ile devrim mi olur la? Engin Ardıç'ın bile diline düşersiniz.

Sadece bu değil, ağ babalarının yaptıkları şu; üretilmiş ana fikrin, çeşitleri arasından seçim yapmak. E hal böyle olunca, bilgiyi kaynaktan değili, bu adamlardan alan, o da az kısmı okuyarak, diğerleri okuyanı dinleyerek alan, fazlasını da aramayan gençten ne bekliyorsun. İthalatın, ithalatının, ithalatı bir kafa çıkıyor ortaya. Yahu bu kafayla vatanı geçtim, kendisine hayrı olmaz insanın. Deney meraklısın arkadaşlar, gördükleri bir eylemde, eylemcilere sloganlarının anlamını sorsunlar. Yarısından cevap alamazsın, yarısı da yanlış cevap verir. Bilinçli olanı bulmak imkansız gibi.

"-zm" ile biten her şey ithal zaten. İthal olanı sevmiyorum arkadaş. Bir yerden patlıyor bünyemde. Eğreti duruyor. O yüzden hep kendi fikrimi üretmeye çalışıyorum, bu çalışmalarda bazen Amerika'yı yeniden keşfetmek oluyor. Tabii kendimin de pek çok şeyi direk ithal ettiğimin farkındayım. Daha doğrusu, farkında olmadan ithal ettiğimin farkına varıyorum bazen.

Olay sadece düşünsel de değil. Televizyondan en çok parayı Acun kazandı herhalde. Nasıl kazandı? Formatları ithal etti, sonrasında bize uyarladı. Montaj sanayisi gibi. Otaya yeni bir şey çıkıyor ama tüm parçalar zaten hazır alınmış. Acun'un farkı ve görece başarısı, ithal ettiği üründe değişiklik yapması. Malesef Acun'un televizyon için yaptığını, bizim fikir insanlarımızdan pek çoğu yapmıyor. Başarılı dizilerin pek çoğu da yabancı dizilerin uyarlamaları oluyor. İşin komiği, bu dizileri bir de ihraç etmemiz. Varın bizden dizi alanların halini siz düşünün. Petrol parası tatlı ama, tüm o Arap ülkelerinin toplam üretimi İtalya'dan bile az.

İthalata daha somut örnekler isterseniz, et ithal eder haldeyiz. Eti geçtim, buğday ithal ettik buğday.

En acı yanı, bize ait olanları bile ithal eder olduk. Daha önce yazmıştım galiba, Avrupa mimarisini taklit etmeye çalışırken, Avrupa'daki Tukomania, modasını ithal ettik. Kendimizden olanı Avrupadan tekrar ithal etmek. Japona balığı satıp suşiyi almak gibi. Kadın erkek eşitliği mesela. Kadın'ın  en değerli olduğu ülkeler bizim ülkelerdi. Şimdi geldiğimiz noktaya bak. 19.yy'da gürültü nedeni ile evinden taşınma cezasına çarptırılan ZENCİ KADINlar, Divan-ı Hümayun'a kadar çıkıp haklarını savunabildiler. Öyle soylu falan değillerdi, basit mahallenin basit insanlarıydılar. (Divan-ı Hümayun Anayasa Mahkemesi gibi bir şey bu örnekte) He bu eşitlik Türkler'in süper insanlar olmasından kaynaklanmıyor. Yazının tamamını okursan, hiç de süper insanlarız demediğimi görmen gerek zaten. Aksine, üretemeyen insanlarız. Neyse, eşitliğin kaynağı, bozkır yaşamının izleriydi. Zaten bana kalırsa kadın erkek eşitliği şehir yaşamında imkansız. Ancak "erkekleşen kadınlar" ile erkekler eşit oluyor. Neyse başka bir yazıya konu olsun.


Sonuç, böyle işte ya, ne iphone üretebiliriz, ne yeni bir fikir. Ancak montaj yapar, slogan üretiriz. 

16 Haziran 2014 Pazartesi

Yaşlı Adam

Kırış kırış olmuş göz kapaklarının ardından minicik görünen gözleri ile bir kaç bank ötede bira içen gençleri izliyor. Saat gece yarısını çoktan geçmiş, gençler son bira şişelerinin de dibini görmek üzereler. Aslında gençlerin yanına gidip, bankın altına sotedikleri boş bira şişelerini isteyebilir. Gençler de ona şişeleri verirler. Bir yandan da, acıyan gözler ile ona bakarlar. Bile isteye atmaz gençler o bakışları, farkında bile olmazlar belki ama, yaşlı adam hisseder o bakışları. Depozitolu bira şişesi toplayarak yaşadığı son bir kaç yıla rağmen, hala alışamadı bu bakışlara. Mecbur kalmadıkça, başka bir şişe toplayan şişelere göz dikmedikçe, bira şişelerini toplamak için herkesin son birasını bitirip içtikleri yeri terk etmelerini bekler. 

Bira içen gençler hararetli hararetli bir şeyler konuşurken, yaşlı adam sonbaharla gelecek ilk yağmurları düşünüyor. Son bir kaç yıldır terk edilmiş müstakil bir evde bir kaç evsiz ile birlikte yaşıyordu. Evin sahibi öldükten sonra çocuklar arasında çıkan miras kavgası yüzünden bu ev atıl vaziyette bomboş kalmıştı. Kış aylarında soğuktan kısmen, yağmurdan tamamen koruyan bir barınaktı. Arada bir, tinerden kendini tamamen kaybetmiş sokak çocukları da buraya gelir, ama ahı gitmiş vahı kalmış bu evsizlere ilişmezlerdi. Sadece bir keresinde, evsizlerden biri çocuklara verdiği nasihati uzattığında, kalbinin üzerine yediği bir bıçak ile bunun bedelini ödemişti. Nadiren de polis bu eve bir uğrar, hırsızlıktan aranana bir çocuk hakkında evsizleri sorguya çekerdi. Evsizler, başları polisle belaya girmesin diye bildikleri bilmedikleri her şeyi anlatırlardı. Polis bazen hijyen kurallarına uymayı bırakmış evsizlerden bir kaçını alır, itfaiye merkezine götürüp burada hortum ile yıkardı. 

Bizim yaşlı adam, bu yüz kızartıcı hijyen uygulamasına hiç maruz kalmamıştı. Evsizlik yaşamında mümkün olabileceği kadar hijyen kurallarına uyar, kendisini temiz tutardı. Pantolonunun cebinde taşıdığı makas saçını ve sakalını kısa tutmasına yarıyordu. Ayrıca istenmeyen bir durum meydana geldiğinde, kendisini koruma amaçlı olarak da kullanabilirdi. Çok şükür, bir kaç tehdit savurması dışında hiç kullanmamıştı o makası. Çöpten aldığı bir bidonu itfaiye suyu ile önce yıkar, sonra o bidona doldurduğu suyla bir köşede vücudunu ve kıyafetlerini yıkardı. Köpekler ile aynı yerlerde uyumaktan ve her gördüğü köpeği sevdiğinden, üzerine sinen köpek kokusundan kurtulmak için sık sık kıyafetlerini yıkardı. 

İnsanlar ona acısa bile, gene de haline şükrediyordu. Hala nefes alabildiği için, karnını doyurabildiği için ve köpek bile olsa da, hala arkadaşları olduğu için. Ama bu yazın başında, başına gelebilecek en büyük felaket gelmişti. Kaldığı evin mirasçıları bir müteahhit ile anlaşmışlardı. Ev yıkılacak, yerine bir apartman yapılacaktı. İnşaatta bir süre daha kalabilirdi ama elinde sonunda bina tamamlanacaktı. Bir yandan gençlerin biralarını bitirmelerini beklerken, bir yandan bu kışı nasıl atlatacağını düşünüyordu. Kış mevsimi inşaat sezon olmadığı için içinde kalabileceği bir inşaatta olmayacaktı. Belki bu semti terk edip, hala atıl duran evlerin olduğu başka bir semt bulabilirdi. Tabii her tarafı inşaat şantiyesine dönmüş bu şehirde öyle bir semt hala varsa. 

Bu sırada uzaklardan birbirine çarpan bira şişesi sesleri geldi. Bu saatte açık tekel kalmadığından, bu gelenin başka bir şişeci olduğunu anladı. Oturduğu yerden kalkıp, mecburen gençlerin yanına doğru ilerledi. Gençler onu görünce bir an duraksadılar, sonra da tanıdılar. Bira içenler ve bira şişesi toplayanlar birbirlerini göz aşinalığı ile olsa da tanırlar bu semtte. Yaşlı adam daha ağzını açmadan, gençlerden biri bankın altında duran boş şişeleri toparlamaya başlamıştı bile. Yaşlı adam usulca selam verdi onlara, mahcup ola ola boş şişeleri istiyor. Bir yandan da diğer şişeci adamın kim olduğunu görmek kafasını arkaya çevirip bakıyor. Ne kadar uzakta da olsa, yaşlı adam hasmını tanıyor. 

Tertemiz giysileri, sinek kaydı tıraşlı suratı, özel şampuanlar ile yıkadığı kısacık kıvırcık saçları ve küpeli kulağıyla boş bira şişesi toplayan bu adamı sadece o değil, sokakta ya da parkta bira içen tüm semt sakinleri tanıyor. Bu ufak çaplı bir semt efsanesi olmuş durumda. Bu haliyle şişe toplamaya başlamadan önce de onu tanıyan herkes, onun hakkında farklı bir hikaye anlatıyor. Hatta iki farklı hikayeye sahip birileri aynı ortamda takıldıklarında, kendi hikayelerinin daha doğru olduğu hakkında kavgaya bile tutuşuyorlar. Bazıları onun zengin bir babanın işe yaramaz oğlu olduğunu söylüyor, bazıları adamın kendisinin zengin ama deli olduğunu ve geceleri zevk için bu işi yaptığını söylüyor, bazıları ise zamanın da çok zengin olduğunu ama sonradan iflas ettiğini söylüyorlar, bazıları ise karısının çok zengin olduğunu söylüyor. Tüm yorumlarda ortak olan tek şey, adamın en azından bir zamanlar zengin olduğu. 

Yaşlı adam ise bu dedikoduların hiç biri ile ilgilenmiyor. Herhangi birinin zenginliği yada fakirliği onun ilgi alanının dışında. Bu adam ile arasındaki husumetin nedeni, bir yıl kadar öncesine dayanıyor. O gece yaşlı adam sabaha karşı üretilen poğaçalardan almak için pastahaneye yürüyordu. Yakınlardaki parktan bir köpeğin acı acı havladığını duydu. Sonrada kırılan şişenin senini. Adımlarının yönünü köpeğin kaçtığı yere doğru çevirdi. Parktan biraz uzakta buldu yaralanmış köpeği. Uzun suratlı, sıradan bir sokak köpeğiydi. Kafasının sol tarafında kocaman bir yarık vardı. Sert bir şey ile, muhtemelen bir şişenin dibi ile açılmış bir yara. Yaradan akan kan hayvanın tüm suratına yayılmıştı. Bir yandan acı acı inliyor, bir yandan da uzun dili ile suratını yalayarak kanı temizlemeye çalışıyordu. Sanki dayak yediği dayaktan utanıyor da, izleri gizlemeye çalışıyordu. Yaşlı adam plastik bir şişe bulup, yakındaki bir caminin şadırvanından su temin etti. Köpeğin yanına geri dönerken, söylenip küfürler savuran adamı gördü. Ettiği küfürler köpeklere yönelik olduğundan, bu adamın köpeği yaralayan adam olduğunu anladı. O an öldürmek istedi onu. Adamın elindeki poşette olan her boş şişeyi adamın kafasında kırmak istedi. Ne kadar sinirli de olsa, gözü dönmemişti o kadar. Kafa kafaya gelseler, kendisinden çok daha genç ve sağlıklı olan bu adam karşısında hiç bir şansı olmayacağının farkındaydı. Sessizce süzüldü oradan ve köpeğin yanına gitti. Suyla hayvanın yarasını temizlemeye çalıştı. Köpek kafasından süzülen suları içmeye çalışırken, yaşlı adamın kafasında geçmişten kalma bir ses, pısırıklığına küfretti.

Başka bir şişecinin geldiğini gören sadece yaşlı adam değildi. Şişeleri toplamakta olan gençte diğer adamı fark ediyor. Kendisinin ve arkadaşlarının içmekte oldukları şişelere bakıyor, şişelerin yarısı dolu durumda. Diğer adama gıcık olduğundan ya da adamı tanıdığından değilde, bu yaşlı adamın haline acıdığı için, yaşlı adama biraz burada beklemesini, bitecek şişeleri de almasını söylüyor. Az önceki hararetli konuşmaların merkezinde olan genç, ancak arkadaşı yaşlı adamla konuşunca yaşlı adamın varlığını fark ediyor. Sarhoşluğunun da ona verdiği yetkiyle abartılı bir merhaba diyor. Üçüncü ve ve son genç ise bu "merhaba" ile birlikte abartılı bir kahkaha atıyor. Alkol gençlerden birine saçmalama, diğerine abartma yetkisi vermiş, ortam kontrolü de diğer gence kalmış gibi. Şişeleri toplamasına ve gelenleri ilk fark edenin o olmasına bakılırsa, görevini şimdilik gayet iyi yerine getiriyor.

Üç genç adamın arasına düşmenin gerginliğini yaşıyor, yaşlı adam. Çoğu evsiz, bizim yaşlı adamın aksine şarapçı olurlar. Davet edilmeden gelir, gençlerin yanlarına otururlar. Sigara ya da alkol dilenirler. Karşılık olarak, kendi hikayelerini anlatırlar. Muhabbet siken yaşlı bir bunak ile fazla tecrübesi olmayan gençler, bu adamların anlattıkları hikayeleri ciddiyetle dinlerler. Bu adamlar, ya kardeşleri, ya babaları, ya çok yakın bir arkadaşları ya da karıları tarafından ihanete uğradıklarını söylerler. Kendileri her zaman mazlum ve mağdurdur. Bu ayyaşlar ile ilgili tecrübesi olmayan gençler, adamların söylediği her sözü ilahi bir kelam gibi sorgulamadan kabul eder, onlara hak verirler. Çok çekmiş adam, derler. Kendi ufak dünya görüşlerini desteklemek için adamın anlattıklarından ufak parçaları örnek gösterirler. Bir boktan haberi olmayan bir ayyaşı, sokak filozofu ilan ederler. Değersiz hayatında hiç bir zaman önemli olamamış bu adamlar, gördükleri alaka ile coştukça coşarlar, ortakça yaratılan bu yalana kendilerini inandırırlar. Kendilerini önemli hissederler. Haftada bir kere böyle saf olan bir grup genç bulsalar, yaratılacak yalan dünyada kendilerini kandırabilirler.

Tıpkı, doğdukları andan ölecekleri güne kadar olduğu gibi.

Alkolün verdiği yetki ile saçmalayan genç, elindeki yarı dolu bira şişesini içmesi için yaşlı adam uzatıyor. Yaşlı adam, uzatılan içkiye uzanıp uzanmamak da tereddüt gösteriyor, ancak geri çeviriyor. Uzatılan içkiyi reddeden bir evsiz, işte bu gençler için yeni ve ilginç bir şey. Saçmayama yetkisini bir adım öteye taşıyan genç, neden reddettiğini sorma patavatsızlığını yapıyor. Yaşlı adam, ağzından kerpetenle laf çıkar gibi içki içmediğini söylüyor. Hem saçmalayan, hem de patavatsız olan genç, yaşlı adamın konuşmak istemiyor olduğunu anlamıyor, ortam kontrolcü genç onu durduramadan "günah diye mi içmiyorsun" diye soruyor. Yaşlı adam evet, diyor, ortam kontrolcü genç arkadaşına "sana ne olum ne uzatıyorsun?" diyor, abartılı genç ise bıyık altından gülüyor. Saçmalamayı en doğal hakkın sanan genç, arkadaşına dönüp "bir dakika" diyor, sonra da yaşlı adama dönüp, olabildiği kadar nazik ve saygılı davranmaya çalışarak " peki gençken içer miydin" diye soruyor.

Yaşlı adam evet diye cevap verdiğinde, saçmalayan genç haykıran gence dönüşüyor. "Abi işte buuuu" diye haykırıyor. "Yumurta göte dayanmadan din falan umurunda değildi değil mi?" diye soruyor, ne yaşlı adam cevap veriyor, ne de saçmalayan genç verilecek olası bir cevabı bekliyor. Arkadaşlarını dönüm "din işte bu olum, ölüm korkusun sarınca, yok Allah, yok peygamber. Ölmek istemeyen birileri bir uydurmuş, hepinizde ha öyle, he böyle diye sözde inanıyorsunuz. Yalan mı amına koyayım? Nasıl hala din iman diyorsunuz anlamıyorum abi. Çok basit ya, çok basit. Ölmek istemiyorlar, ölümden sonra da hayat uyduruyorlar. Bok var lan ölünce. Şey vardı hani, neydi lan o filmin adı?" Arkadaşları bir kaç film adı söyler, "yok ya onlar değil, neyse işte adam film de adam anlatıyordu ya, ölünce toprak olacaksın yeğen, sonra ot olacaksın, sonra inek yiyecek seni sıçacak bok olacaksın. ahahahah. İnamıyorum olum sizin de inandığınıza. Bu kadar salak olamazsınız..."

Saçmalama efendisi nefesi bile almadan nutkuna devam ederken abartan genç kahkahalara boğuluyor, arada "ne adam bu yaaa" saçmalayanların efendisine takılıyordu. Ortam kontrolünden sorumlu arkadaşlık bakanı olan genç de kahkahalara boğulmuştu. Arkadaşlarının söylediklerine değil, söyleme biçimine gülüyorlardı. Bazı insanların ne dediği değil, nasıl dediği daha çok ilgi çeker. Yaşlı bir adamın sonradan gelir dindarlığı üzerinden, sanki tüm dünyadaki inançların anlamsızlığını çözmüş olmanın heyecanı ile nutuk atıyor saçmalama tanrısı. İşte arkadaşları onun bu halini çok komik buluyorlar. Aslında ikisi de dindar olmaktan çok uzak olsalar da, kendi çaplarında inançlı insanlar. Bir başkası inançlarını bu kadar küfür dolu yaklaşsa arıza çıkaracak yapıya da sahipler ama söyleyen saçmalama efendisi olunca, pek de ciddiye alma gereksinimi duymuyorlar.

Yaşlı adamsa, hepten kendi içine gömülmüş düşünüyor. Hakkı var diyor kendi kendine. En azından, ölüm ve iman arasındaki bağlantı konusunda. İçki içmiyordu, çalmıyordu, kimse hakkında konuşmuyordu. Günah olduğunu bildiği ne varsa bunlardan uzak durmaya çalışıyordu. Ölümden değil, ama sonrasından korkuyordu. Gençliğin de yatan berbat günahlardan kaynaklanmıyordu bu korku. Zaten evsiz kalmadan önce de sessiz sedasız ve zararsız biriydi. Kimseyle kavga edemez, hiç bir şeye karşı koyamazdı. "Pısırık" diyen karısını duydu bir kere daha. Her fırsatta onu aşağılayan, saldırgan karısının sesini duydu. Annesinin bulduğu ilk kızla evlenmişti. Evlenene kadar annesi, evlendikten sonra karısı yön vermeye çalışmıştı hayatına. İki kadında tatmin denen şeyin, kanaat denen kavramın farkında olmayan kadınlardı. Etraflarına baktıklarında güzellikleri değil, pislikleri gören gözleri olan kadınlar.

Kendisinden istenileni elinden geldiğince yaptı. Çalıştı, çabaladı, üç tane evladını büyüttü ekmeğini taştan çıkararak. Karısı öldükten bir kaç hafta sonra, kendisini evinden şutlayan üç evlat. Gene de ne beddua okudu onlara, ne bahtına isyan etti. İsyan ona o kadar uzaktı ki. Tek yapabildiği kabullenmek oldu. Her şeyi kabul etti. Bir kere bile ben ne istiyorum diye sormadı kendine. Sonunda kendini sefil olmuş evsiz biri olarak buldu.

Ölümden değil ama, sonrasından korkuyor. Sonrasında bir ödül beklediği yok. Sadece, daha da kötü olmasından korkuyor. Bu yüzden sevap olanları yapmaya çalışmıyor, günah olanlardan kaçınıyor. Dayak yemekten, yanmaktan, horlanmaktan, eziyet görmekten korkuyor. Yoksa ne huriler de gözü var, ne de şerbet akan derelerde. Onun için en büyük ödül, sadece hiç olmak. Zaten yalnızlığa o kadar alıştı ki, huriler ancak baş ağrısı verir ona.

Yaşlı adam bunları düşünürken saçmalama efendisi nutuk atmaya devam etti, bir kaç kere aynı kelimeleri baştan söyledi. Arkadaşları gülmeye devam ettiler. Varsın gülsünler, o zaferinden emindi. Gene de eksik bir şey vardı. Olmaz mı? Zaferi anlamlı kılan, zaferini kabul eden düşman değil midir? Eğer alkış tutacak seyirci yoksa, rövaşata gol atmanın ne anlamı vardır ki?

Diğer ikisinden pek umudu olmadığı için, yaşlı adam yöneldi saçmalama lordu. "Haksız mıyım dayı? Haksız mıyım?" diye saldırır gibi soru soruyordu.

Ortam kontrolünden sorumlu olan "ilişme la adama" diyor. Abartmayı seven genç ise gene abartıyor, "dayı on numero adam yaaa" diyor bir yandan da dayının omzuna vurarak "koçum benim demeye getiriyor" Her zaman olduğu gibi, bunu da abartıyor ve koca avucuyla yaşlı adamın omzunu çökertiyor.

Hiç biri yanlarına gelmiş olan semt efsanesinin farkında değildi. "Boşları alabilir miyim gençler" diyene kadar da farkına varan olmuyor. Ortam kontrol panelinin kırmızı tuşu olan genç, yaşlı adamı işaret ederek " dayı alacak boşları" diyor. Semt efsanesi yarısının da kendisine verilmesini talep ediyor. Israrcı pezevenk işte. Bizim yaşlı adam pek içten olmasa da , razı oluyor gene. Abartmayı seven arkadaş ise semt efsanesine kıl oluyor, "sana ne lan, sikik" diyerek abartmadan kıl bile olamayacağını Mars'tan teleskop ile izleyen bir Marslı'ya bile  ispatlıyor. Semt efsanesi, semt delikanlısına dönüşüyor "doğru konuş lan" diye karşılık veriyor. Ortam kontrolünün sorumluluk istediği anda, görevini yerine getiriyor. Semt efsanesinin koluna girip kavga çıkmadan ortamdan uzaklaştırıyor. Semt efsanesi söylene söylene ama kendi rızasıyla, ortam sorumlusu ile birlikte sıcak bölgeden uzaklaşıyor. Bu sırada saçmalamadan sorumlu genel müdür "çok saçma amına koyayım" diyor. Ne de olsa bir fikir adamı o, tüm fiziksel gösteriler saçma geliyor ona. Elindeki biraya fon dip yapıyor.

O fon dip yaparken, sinirli hali de abartılı olan genç yaşlı adama sarıyor. "Haksız mıyım dayı, istediğime veririm şişemi diyor. Kim ki bu yavşak?" diye soruyor. Yaşlı adama bu semt efsanesini tanıyıp tanımadığını soruyor. Yaşlı adamın aklına  bir yıl önceki gece geliyor. Köpeğin yarasını temizledikten sonra, barınağına dönerken köpek peşinden gelmişti. Barınakta bir kaba su doldurdu yaşlı adam, köpek kana kana su içti. Kendi köşesindeki battaniyenin üzerine kıvrıldı, susuzluğunu gideren köpek de hemen onun yanına. Sabah, başka bir evsizin homurtuları ile uyandı. Diğer adam "ne getirdin lan bu leşi buraya?" diye sordu. Köpek ölmüştü.

Abartmaya meyli olan bu gence gaz verebilir yaşlı adam. Ona semt efsanesi hakkında sinir bozucu yalanlar söyleyebilir. Sokak köpeklerine tecavüz ettiğini söyleyebilir. Köpek öldürmesini kimse umursamaz da, köpeğe tecavüz etmesini tiksindirici bulacak olan bu sinirli genç, tepkiyi abartıp semt efsanesini dövebilir. Öldürmese bile, zarar verir. ""Bilmiyorum" diyor yaşlı adam. İntikam treni o binmeden kalkıp gidiyor. Abartılı genç semt efsanesi hakkında söylenirken, yaşlı adam artık onu duymuyor bile.

Ne yapması gerektiğini her zaman biliyordu. Az önce olduğu gibi, her şey apaçıktı. Sadece biraz cesur olsaydım diye düşünüyor, sadece bir parça cesaret. Annesi, abisi, kız kardeşi, karısı, oğlu, kızı, iş arkadaşları... Hayatına giren herkes, onun ne kadar edilgen olduğunu kısa sürede anlamıştı. Hep kendi çıkarları için kullanacakları bir araç olarak gördüler onu. Tezgahın altında kala kala öğrendi tezgahı ama, onlar gibi olamadı. Farkında değil ama, ihtiyacı olan şey cesaret değil. Hatta salaklık derecesinde cesur biri o. Göre bile sokaklara düşmek cesaret ister, büyük bir cesaret. Tek ihtiyacı, birazcık zulmetmeyi göze almaktı. Ama ne az önce, ne de çok daha önceleri hiç göze alamadı. Kendine kaldıkça doğru yolda yürüdü, tüm hatalarını göre bile, başkaları istiyor diye yaptı. Başkasına zulmetmemek için, kendine ihanet etti.

Semt efsanesine parkın dışına kadar eşlik eden ortam şampiyonu geri döndüğünde, saçmalama sultanı birasından son yudumunu alıyor. Yaşlı adam kendisine uzatılan boş şişeyi alıp, siyah poşetin içindeki diğerlerinin yanına koyuyor. Söylenmeyi de abartan genç, biraz da kontrol sorumlusuna söyleniyor, sonra o da birasını bitiriyor. Kontrol sorumlusu genç şişenin dibinde kalan ılımış birasını bir ağacın dibine döküyor, boş şişeyi yaşlı adama uzatıyor. Hepsi hayırlı geceler dileyip adamın yanından ayrılıyorlar. Giderken, hala söyleniyor, abartmayı çok çok seven genç.

Yaşı adam bira şişelerini toplayıp parkın kuytu bir köşesine çekiliyor. Bu saatte açık tekel kalmadığı için, şişeleri paraya çevirme işini sabah halledecek. Kuytuda bir duvara yaslanıp gözlerini kapatıyor, kış için nasıl bir çözüm bulacağını düşünüyor. Belki de belediyenin açtığı şu yaşlılar barınağına, her gün hır gür çıkaran yaşlıların yanına giderim diyor. Acize tekme atmayı bir insanlık görevi sayan bakıcı ve hemşireler de cabası tabii ki. Hayır, soğuktan donarak ölmek daha makul gibi görünüyor. Tam o sırada, yanına bir köpek geliyor, sevsin diye kafasını yaşlı adama uzatıyor. Yaşlı adam köpeğin kafasını okşarken, köpek adamın yanına yerleşiyor. O kadar yakın duruyor ki, adam köpeğin sıcaklığını hissedebiliyor. Belki diyor, bu sıcaklık beni kışın soğuğundan korur. Yaşlı adam bu fantastik fikrine kıkırdaya kıkırdaya uykuya dalıyor.

Yaşlı adam bilmiyor ama, Avustralya yerlileri evcil köpeklerini battaniye olarak kullanırlar. "Beş köpek gecesi" diye çok soğuk geceleri anlatan bir deyimleri bile vardır.

Yaşlı adam bilmiyor ama, insanların evcilleştirdikleri ilk hayvan köpek olmuştur. Etinden, sütünden, kuvvetinden yararlanacağı iri memelileri değil de, ilk köpeği evcilleştirmiştir insan. Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi'nin aksine, önce karnını doyuracağı danayı değil, dostu olacağı köpeği evcilleştirmiştir.

Kafasının sol tarafında müthiş bir acı hissediyor. Sonrasında an her şey duruyor, sonra tüm dünya sağa doğru yıkılmaya başlıyor. Sonra yanındaki köpeğin hırlama ve havlama sesleri, birbirine çarpıp şıngırdayan şişeler. Zorlaya zorlaya göz kapaklarını biraz aralıyor. Semt efsanesinin kanlı bir şişeyi köpeğe savurduğunu görüyor. Tüm gücü ile doğrulmaya çalışsa da, sadece sol kolunu uzatabiliyor. Bu adamı öldürmeliyim diye düşünüyor. Bir köpeği daha katletmesine izin veremem diye düşünüyor. Ölenin kendisi olduğunun farkına bile varamıyor. Köpeğin canla başla kendisini koruduğunu fark etmiyor. Son gördüğü şey, semt efsanesine doğru koşan bir kaç yeni köpek oluyor.

Sonrası, sonrası hiçlik.  

Balkon

Baharın yaza dönmeye başladığı şu zamanlar var ya, işte benim en sevdiğim mevsim adı bu. Yaza dönmeye çalışan bahar diye apayrı bir mevsim olmalı bence. Adı da balkon ayı konulmalı. Çünkü güzel bir balkonu olan herkesin balkonda oturması gereken mevsim bu. 

Benim en büyük şanslarımdan biri bu balkon olayı zaten. Evin önü açık olduğu için az biraz manzara sahibiyiz. Çocukluğumdan beri bu balkonda oturur, Haliç köprüsünden geçen arabaları izlerim. Işıl ışıl evlere bakarım. Hiç sönmeyen ışıklar... Bu şehirde tüm ışıkların söndüğü tek gece 99 depremidir herhalde. O geceden İstanbulluların aklında kalan da gök yüzünü donatmış yıldızlar olmuştu herhalde. En azından şanslı olanlar için. 

Bu akşam üstü, yani en sevdiğim mevsimin günlerinin en sevdiğim saatlerinde, bahçede annesi ile oynayan bir kedi gördüm. Yavru kedi annesinin kuyruğunu yakalamaya çalışırken o kadar tatlıydı ki, bırakın kediyi, ben bile fark etmeden tüm hücrelerime mutluluk yaydı. 

Balkonu sevmemin bir diğer nedeni de bizim buraların yemyeşil olması. Ben ilkokulda okurken TEMA Vakfı okula gelip bizden bağış toplamıştı. Türkiye'de yeşile verilen bağışlar bile zorunlu olduğundan hepimiz vermiştik parayı. Bu arada zorunlu seçmeli ders ve zorunlu bağış kavramlarını bilen tek ülke olsak gerek. Neyse, ben o yaşta bile ağacın değerini bilen biriydim. Çünkü apartmanın bahçesindeki kiraz ağacına çıkıp dalından meyve yiyerek büyümüş çocuğum ben. Ama gerek nereye dikileceklerini bilemediğimden, gerekse meşe palamudunun meyvesi olmadığını bildiğimden biraz gönülsüz vermiştim parayı. Neyse işte, verdiğimiz o parayla, gelip bizim evin karşısındaki boşluğa diktiler palamutları. Fide hallerini bildiğim ağaçların boyları apartmanları geçmiş durumda. Yatak odama doğal perde görevi gören bir ceviz ağacı var. 

Aslında çok farklı bir şey yazıyordum, ama şu hafif hafif esen rüzgar aklıma getirdi, kısa da olsa balkonumu yazmak istedim. Zaten bu yazıları ya balkonda, yada insanın kafasının en çok çalıştığı yerde yazıyorum. Kötü sonla biten hikayelerin nerede yazıldığını anladınız siz. :)

öptüm. 

13 Haziran 2014 Cuma

Führer

Geçen canım sıkıldı, sözlüklerde falan Hitler ile ilgili yazıları okudum. Yok, peşin söyleyeyim, ne sempatizanıyım, ne de adamı bir canavar olarak görüyorum. Gördüğüm kadarıyla, adamdan nefret edenler de, salakça bir sempati besleyenler de adamın çok zeki olduğu konusunda hemfikirler. Oysa Hitler'in adını duyunca aklıma sadece hatalar sarmalı geliyor. Ve bu kadar hatanın arasında zekadan bahsetmek de, en az Hitler kadar gerizekalı olmayı gerektirir herhalde. 

Şimdi kısaca iktidara gelişine bakalım. Almanya, Versay ile ezilmiş bir cumhuriyet durumunda. Orta sınıf diye bir şey kalmamış, ya mağaza zinciri olan büyük sermayedarlar var, ya da onlar için çalışanlar. Bu zincirlerin sahipleri çoğunlukla Yahudi kökeninden geliyor, çalışanlar ve iş yapamayan küçük esnaflar ise Alman. Zengin fakir arasındaki nefrete bir de ırk farkı girince, ırkçılığın yükselmesi sürpriz olmaz. Irkçılığın zirveye ulaşması için gereken tek şey, muhteşem bir hatipti. Hatibin zeki olmasına hiç gerek yok, sadece hitabı ve karizması onu "Führer" yapmaya yeter. Liderler için düşünen bir sürü danışman var zaten. 

Burada Hitler'e biraz ara verelim, ırkçılığa bakalım. İnsanlık tarihi maddi çıkarlar etrafında döner, bu çıkarlar din ile kamufle edilirdi. Sonra Fransız İhtilali oldu, Avrupa milliyetçilik diye bir şey ile tanıştı. Cumhuriyet ihtilali ile, milliyetçilik arasında nasıl bir bağ var? Alın size bir soru, düşünün araştırın bunu bir ara soracağım, her şeyi benden beklemeyin. Ben kendi ırkçılık tezime döneceğim. Bence "ırk" fikrinin temelinde Coğrafi keşifler var. Amerika Kıtası yerlilerinin %95 beşinin katledilmesinden bahsediyorum. Milyonlarca insanın katlinden bahsediyorum. Bu katliamı yapanlar, toplum vicdanında yargılanmamak için ırk teorilerini ürettiler. Yani kızıl ırk, sarı ırk, beyaz ırk, siyah ve mavi ırk. Bu bölünmede, beyaz adam, insanı temsil eder, diğerleri insana hizmet edecek olanları. Eğer ortaya bir sınıflandırma konuluyorsa, bir üstünün ortaya çıkması kaçınılmazdır. 

Evrim teorisyenlerinin bir kısmı, bu farklı ırk gruplarının ortaya çıkışını evrim ile açıkladılar. Hatta bizzat Darwin'in kendisi de ırkçıdır. Bir bilim adamı arkadaşına yazdığı mektupta şöyle bir kısım vardır;

doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. düşünün ki, birkaç yüzyıl önce avrupa, türkler tarafından işgal edildiğinde, avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün avrupa'nın türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde türk barbarliğina karşı galip gelmişlerdir. dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, türkler ve bu tür aşaği irklarin çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafindan elimine edileceğini (yok edileceğini) görüyorum.

Gerçekten taktire şayan bir bilim adamı. Kendisinden sonra gelenlerin bir Eski Mo iskeletini doğal yaşam müzesinde sergilemesine şaşırmamak gerek. Ota Benga'nın durumu hepimizce malum, diyecem ama, biliyorum ilk defa duyanların sayısı çoktur. Bu adam, insan, bir Pigme. Pigmeler Orta Afrikan'ın güney bölgelerinde yaşayan bir halktır. Doğa ile bağı en az kopmuş olanlardır. Küçük, aile grupları halinde yaşarlar. İşte bu Pigme'lerden bir kısmı, bugünkü Demokratik Kongo topraklarında avlanarak! hayvan muamelesi göre göre gemilerle ABD topraklarına getirildiler. "İnsan ve hayvan arasındaki ara tür" olarak hayvanat bahçesinde sergilendiler. Beyaz insanların beğenisine sunuldular. 

Ara tür kavramını ortaya atan bir insan, kendi tezinin ispatı için tüm bunlardan heyecan duydu. Bilim adamı ve filozof olarak hala onurlandırılmakta. 

Son olarak, insan hakları, barış, eşitlik, halklar falan gibi sloganlar ile hareket eden sivil toplum kuruluşlarının membahı kuzey ülkeleri var. Hani, şu dünyanın her yerinde ırkçılığı desteklerken, bunu etnisitelere özgürlük falan diye sloganlar ile yapanlar. Dinamiti icat eden adamın adıyla "barış ödülü" verenler, en büyük silah tüccarları ve son teknoloji gemileri ile Batı Afrika kıyılarındaki balıkları sömürüp, Somalileri açlığa terk edenler. İşte bu ülkeler, kendi ülkelerindeki azınlıkları, beyaz ırktan olmadıkları için soykırıma uğrattılar. Kızları kısırlaştırdılar, dinlerini değiştirtmeye çalıştılar. Hayır, bunları uzak geçmişte değil, 1980lerde yaptılar. Onların parası ile desteklenen sivil toplum kuruluşları, Avrupa dışında, beyaz ırkın hedefi olan her yerde, her türlü ırkçılığı yukarıda geçen sloganlar altından desteklediler. 

Neyse, Führer'e geri dönelim. Yükselen ırkçılık rüzgarına binip, danışmanlarının planları ile, propaganda ile Almanya'nın tek hakimi oldu. O ve küçük beyin takımı. Yatırım yapıldı, ekonomi düzeltildi. Kendi sınırları içinde büyüyecek yer kalmayınca, gücü olan her devlet gibi, yayılmacı bir politika benimsedi ve dünyayı savaşa sürükledi. Sovyet Halklarının insan üstü mücadelesine yenildi. Ya intihar etti ya da kaçarak izini kaybettirdi. Kısaca, eline bir şans geçti ve bunu kullandı. Bizim başbakandan tek farkı, tek hakimi olduğu ülkenin sanayi yoksunu Türkiye değil, sanayi devi Almanya olmasıydı. 

Ve işte Hitlere bugünkü ününü bahşeden olay, "Soykırım". Onu şeytanlaştıran olaylar. Ancak, Naziler, girdikleri her Avrupa ülkesinde Yahudileri elleri ile koymuş gibi buldular. Bu nasıl oldu? Çünkü Yahudiler, her Avrupa devletince zaten yaşadıkları yere kadar fişlenmişlerdi. Belgeler hemen Nazilere teslim edildi. Hatta bir kısım halk, Nazilere bu soykırımda yardım etti. Tüm bunlar olurken, tek şeytan Hitler'di. Kendine beyaz ırk diyenler, Sami ırktan olan Yahudileri topluca katledip, tüm suçu Hitler'e attılar. Hayır, o günah tüm Avrupa'nındır. Adamlar utanmasa Dreyfus Vakası'nı bile Hitlere yükleyecekler. 

Sadece soykırım suçunu yıkmakla kalmadılar. Adını bir tabu haline getirdiler. Baba Bush, 1. Körfez Savaşı'nın nedenini halka duyururken Saddam'ı Hitler'e benzetmiş, engellenmesinin yeni bir Hitler'in engellenmesi olmak demek olduğunu söylemiştir. Çocuklar bile güler, ama Amerikan halkı ikna olur. Çünkü Hitler adı ile yaratılan şeytan, insanların yüreğine sadece adı ile korku salar, korkan insan, çocuktan bile geri zekalı olur. 

12 Haziran 2014 Perşembe

Bayrak

Bu haftanın en popüler kelimesi herhalde bayraktı. Ulubatlının bayrak dikme hikayesi ile büyümüş nesiller, ülke toprağında bayrak indirilince galeyana geldiler. Ne bayrağı indiren o çocuğun, ne galeyana gelenlerin bayrak indirmenin ne manaya geldiğini bildiğini sanmıyorum. Bir kaç yıl önce bir adam, bir toplantıda birilerini protesto etmek için oturduğu yerden kalkıp İstiklal Marşı okumak istemişti. İstemişti de, ufak bir sorun vardı. Adam İstiklal Marşı'nı ezbere bilmiyordu. Bir iki kere denedi, ama sadece daha da rezil oldu. İşte bu galeyana gelenlere, kardeş bayrak nedir yahu desen, o adam kadar rezil olurlar. Verebilecekleri cevap ilkokul seviyesinin üzerine çıkmaz. 

Çünkü bayrak indirilmesi sadece bir semboldür, tıpkı bayrağın kendisi gibi. Vatan topraklarında dalgalanan bayraklar, bizim oraya hakim olduğumuzun göstergesidir. Bazı baskıcı rejimlerde, bayrak rejimin göstergesi olarak kullanılır. Mesela İran'da her yükseltide bir bayrak aslıdır. Her meydan bayraklar ile donatılmıştır. Bu bayraklara Humeyni ve Hameney posterleri  eşlik ediyor. Devlet insanlara nerede olduklarını, her tarafa astıkları bu posterler ve bayraklar sayesinde hatırlatıyor. Sadece devlet değil, rejime gönülden bağlı olan ya da gönülden bağlı görünmekten karı olan insanlarda dükkanlarına poster ve bayrak asıyorlar. Tüm bu bayraklı posterli baskıya rağmen, konuştuğum insanların hiç biri rejimden memnun değildi. Hatta açık bir nefret sergileyenler bile oldu. Çünkü, sana baskı aracı olarak kullanılan şey senin kendi bayrağın bile olsa, ondan nefret edersin. Bayrağı indiren o çocuğun büyük dedesi belki de o bayrak orada asılı dursun diye ölmüştü. Aradan geçen zamanda, her gık diyeni vatan haini, biji diyeni terörist ilan ederseniz, onlara bayrak ile baskı kurarsanız, olacağı bu olur. Allah aşkınıza sorun, o çocuğa o bayrağı sevdirecek ne verdik? Sizin boş bıraktığınız beyini, başkaları doldurur, çocuk bayrak da indirir, eline silah alıp dağa da çıkar. 

Bir de çocuğu vuran olmadı diye olay çıkıyor. Kan isteniyor. Daha önce bayrağı indiren Kıbrıslı örnek gösteriliyor. Verilen örnekler de çok şey anlatırlar. Vurulan o adam, başka bir ülkenin vatandaşıydı. Bu çocuk seninle aynı vatanın insanı farkında mısın? Düşman devletten sınırı aşıp gelmedi o çocuk, bir kaç kilometre uzaktaki evinden geldi. Evet, o seni vatandaşı olarak görmüyor, evet, belki o bayrağı orada işgalci devlet bayrağı olarak algılıyor. Sen de katlini isteyerek bunu onayladığının farkında mısın? Ulan bu çocuk bu hale nasıl gelmiş diyeceğine, onu öldürmeyi istiyorsun. Onu anlamak yerine, ondan nefret ediyorsun. Asıl nefret etmen gereken o mu gerçekten? Kanını istediğin o mu? Sonucu ortadan kaldırmak sebebi ortadan kaldırmaz. Oysaki hiç bunu konuşan yok. Muhalefet de, iktidar da hödö hödö dilinde birleştiler. Hem kimseye müdahale etmeyin diye emir veriyorlar, hem de emre uydular diye insanları cezalandırıyorlar. Eğer o eleman Irak'tan, İran'dan, Avustralya'dan gelip indirse bayrağı, katli elbette vacip olurdu.

 Herkesi almış bir bayrak telaşı. Temsil ettiği devlet, ortadan kalkmış, doğuda da batıda da sadece resmi kurumlarda yaşar hale gelmiş. Hatta kendi adının ibaresini bile kendi kurumlarından kaldıran bir devlet var ortada. Ne bayrağından bahsediyorsun sen? 

Söylemek bile acı ama, ülkenin bir bölümünü fiilen kaybetmiş durumdayız. PKK şehirlere bile hakim durumda, git gide devletleşiyor. Vergi topluyorlar, yakında kendi para birimlerini basarlar ise hiç şaşırmayın. Kolluk kuvvetleri var, kimlik kontrolü yapıyorlar. Mahkeme kuruyorlar mahkeme. Bölge insanları durumu kanıksamış. Karakol inşa edemez haldesin. Artık bayrağın dalgalansa ne olur ki? Sadece kendini aldatırsın, orası da bu ülkenin toprağı diye. Daha önce de söyledim, Süleymaniye de askerimizin başına çuval geçirildiği gün, biz zaten Güney Doğu'yu kaybetmiştik. Çözüm süreci falan dedikleri şey, bunu kansız sızısız halletmekten başka bir şey değil. Zaten devleti yönetenlerin gaflet delalet ve hıyanet içinde olduğu günlerdeyiz. Soruyorum size, paragrafın başında yazdıklarımın yaşandığı bir ülkede, devleti yönetenlere hain değil de ne denir? 

Yahu komik haldeyiz komik. Bu adamın yazılı olmayan her konuşmasında saçmalamasına alıştık. Önündeki prompter olmadan konuşmamasına da alışkınız. Dün ak demesine bugün bok dediği de aşikar. Ancak aynı yazılı metinde hem "indirilse bölge karışırdı deyip (çocuktan bahsediyor) hem de " ben mi Ankara'dan gelip gelip indireyim" demesi gerçekten taktire şayandı. İşte indirilince galeyana geldiğiniz bayrağın, başkanı bu adam. Sadece bu olsa da iyi, bir de Davutoğlu var ki, evlere şenlik. Neo Osmanlı diye yola çıkıp, sonunda tarihin en beter terör örgütüne konsolosunu esir etmeyi başaran bir adam. Daha önce de yazmıştım bu adamın başarılarını açın bulun okuyun. Daha önce IŞİD denen örgütün kapımıza dayanacağını da yazmıştım. Daha önce yazdıklarımdan komik bir alıntı daha, ben bu Tayyip Erdoğan'ı Roma İmparatorlarına benzetmiştim. Tek benzeten ben değilmişim, adamın jöleli danışmanı da adamı Sezar'a benzetti iyi mi? Hem de Sezar'dan zenginden alıp fakire veren bir Robin Hood gibi bahsederek. Aynen öyle, Sezar zenginden aldı, fakire kömür verdi. Gerzek herif acaba Sezar'ın Roma'nın en zengin adamlarından biri olduğunun, servetini arttırmak için ülkeyi savaştan savaşa soktuğunun falan farkında mı? Biliyor mu bunları? Başbakan baş danışmanının haline bak. Bayrağımızı temsil edenlere bak. Sen hala provokasyon kokan bayrak indirme hareketlerine galeyana gel. 

Son olarak, bence o eylemin amacı da işte buydu. Sen Kürtlerin hepsinden nefret et diye, devlet ile fiilen kopan bağlar, millet ile de kopsun diye. Yakında "bölge vergi vermiyor" tarzı haberler artarsa şaşırma. Çözüm falan ayağına neredeyse tüm Kürleri kopardılar, şimdi sıra Türklerde. Bu yolun sonunda ya iç savaş sonucu, ya da savaş olmadan bölünmek var. He bundan en zararlı çıkan da Kürtler olur. Parası olan Kürtlerin çoğu malı herkes gibi ülkenin batı yakasında. Doğu da sadece kaçakçılık parası olan PKK sermayesei var, onla da ülke kurulmaz. Hee, Barzani ya da başka paralılar mı yardım edecek? Kendi kanından olsa bile, kimse kimseye bedava ekmek vermez. 

11 Haziran 2014 Çarşamba

Yağmur

Geçen İstanbul'a dolu yağdı ya hani, heh işte ondan sonraki bir kaç gece de yoğun yağmur yağdı. İşte o yağmurlardan birinde, ben okulumun bahar şenliğindeydim. Yedi yıldır üniversitedeyim, ilk defa kendi okulumun şenliğine gittim ya, yağmur yağdı, yarım kaldı konserler. Fena bir deprem olamadığına şükretmem gerek aslında. Neyse, baktım olay erken dağıldı, bari dedim otobüsle döneyim eve, boşuna taksi parası vermeyeyim. Bir yandan da her işte var bir hayır diyorum içinden, taksi parasından yırttık ya, hayır sanıyorum. 

Neyse ben ilk vesait otobüs yolculuğumu bitirdim, ikinciyi bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Ben beklemesine bekliyorum da, ne otobüs geliyor, ne minibüs. En son orada otobüs beklerken başıma ne geldiğini şu yazımda anlatmıştım. Ufak ufak yürümeye başladım, yoldan bir taksi çevirir binerim dedim. Hala da kardaydım hani. Sonra, yağmur çiselemeye başladı, çiseleyen yağmur sağanak halini aldı, yanıma bir taksi yanaştı, elimle yok diye işaret ettim. Neden diye sorsanız bilmiyorum. Cimri biri de değilim ki para vermek istemiyor olayım. Sadece, yağmur altında yürümek istedi canım. Canımı seveyim, insanın canı Edirnekapı - Rami arası yolda romantik yağmur yürüyüşü ister mi la? İstiyor işte ama. 

İnsanın içi bir kere yanınca, iç yanması ne demekmiş anlıyor. İçinde ki yangınlar sönse bile, geriye asla sönmeyen ufak bir kor kalıyor sanki. Arkadaşınla muhabbet ederken fark etmiyorsun, kitap okurken rahatsız etmiyor, annenle yemek yerken boğazına takılmıyor. ama beklenmedik bir anda, seni yağmur altında yürütecek kadar içini yakıyor. Bazen bir filmin bir sahnesi, bazen bir dizi repliği, çoğu zaman bir şarkı uyandırıyor uyuyan koru. Yağmur altında yürürken, her damla biraz daha serinletti beni. Sıçan gibi ıslanmak neymiş, sağanak yağış altında üç kilometre yolu aheste aheste yürürken anladım ben. Kulaklıklardan kulağıma dolan şarkı ve yağmur dışında hiç bir şey yoktu. Kafamdaki deli sesleri bile yalnızlığıma saygı duyup terk ettiler la beni bu yürüyüşümde. 

Sağanak yağmur altında yıkanmak insanı baya bir arındırıyor da, aheste aheste üç kilometre yol yürümenin de pek anlamı yok. İnsana bir iki şarkılık yürüme dilimi yeter aslında. Yani bana yetmişti, geri kalan yolu az önce beni yıkayarak arındıran yağmura saygısızlık olmasın diye yürüdüm. Bir nevi vefa borcu diyebiliriz. Sonra sebepsiz yere ananem geldi aklıma, o da bu geceki yağmur gibi beni yıkamaya pek meraklıydı. Belki ananem yıkıyordur beni şimdi diye düşündüm, kafa deli seslerim geri geldi. Kalan yol boyunca hayaller kura kura yürüdüm. 

Eve gelince hemen sıcacık bir duş aldım. Tabii yapılan deliliklerin bir sigortası olmalı. O duşu almasam çok pis hasta olurdum herhalde. Ya da olmazdım ya, ben hasta olmam ki. Ancak yılda bir bilemedin iki defa farenjit olurum. Bu kış istisna, hayatımda hiç üşütmemiştim. On kiloluk falan bir kilo kaybım olmayaydı, o da olmazdı bence.

Aslında bu yürüyüş son zamanlardaki ilk yağmur yürüyüşüm değildi. Bir iki gün önce de yürümüştüm ama biri bakkaldan eve, öbürü taksimde bir bardan öbürüne kadar mesafelerdi. Üzerimdeki deri ceketimden akan boyalar beyaz tişörtümü mor renge boyamayı başardılar. Lan anacım da yeni almıştı, hiç ettik tişörtü. Bütün yaz giyerdim lan ben onu. Bu arada bana kıyafetlerimi hala annem alır, hiç haz etmem alışveriş yapmaktan. 

Bu da öyle ıslak  bir anımdı, siktiğim liseli hikayesi arka sıradakilere döndüğü için kendimi böyle rahatlatayım dedim. zaten vazgeçtim amk, başka hikaye yazıcağım. Saçma sapan çocukların hikayesi mi olur lan? Ancak ÖSS muhabbeti yapsın onlar. 

10 Haziran 2014 Salı

Amaç(sız)

La insan depresyonda olmayı özler mi? Vallahi billahi özlüyor. Depresyondayken insanın depresyondan kurtulmak gibi bir amacı oluyor. Depresyon bitince insan acayip amaçsız kalıyor, ki bu depresyonun kendisinden beter. 

Depresyondan çıkmak için yazı yamaya başladım ben, pek de sevdim. Hep isterdim zaten yazabilmeyi ama hiç beğenmezdim yazdıklarımı. Çok az insan okurdu, onların da bazıları beğenmezdi. Okumasını istediğim tek kişi hiç beğenmezdi. "Senin cümle yapın bile bozuk, saçma saçma hayaller kurma" dediği sahne hala gözlerimin önüne geliyor. Sonra amaç beğenilmek değil, depresyondan çıkmak olunca, verdim odunu desem yeri. Sadece kendim için yazdım, gene pek beğenilmedi ama beğenen bir iki kişinin olması bile bana yetti. 

İyi kötü yaza yaza geldik bu günlere. Söyleyecek sözlerim bitmedi, belki daha bile fazla sözüm var ama yazmanın bir amacı kalmadı. Şimdi amaçsızca hikayeler karalıyorum, gene beğenilmek istiyorum, gene kendimi beğenmiyorum. Tam içime sindi sanıyorum, bir iki gün sonra okuyunca " be ne lan, çok salakça" falan oluyorum. Şu bilgisayar programı yakaladığı her imla hatasını çatur çutur çiziyor, her yazıyı yayımlamadan önce bir kere imla düzeltme okuması yapıyorum, gene de hatalar kalıyor. Bildiğiniz beceriksizlik abidesi gibi hissediyorum. 

Bir de depresyonda olmayınca, yazdıklarımın değeri yok sanki. Mesela bugün eve gelirken otobüste bir eleman gördüm. Kartımı cüzdandan çıkarmam zaman aldı biraz, o sırada bir kız açık otobüs kapısından kafasını uzatım şoföre bir şey sordu, "şuradan geçer mi" falan dedi herhalde, kulaklık vardı kulağımda tam duymadım. Neyse, kız şoför ile konuşurken, sırtıma bir şey çarptı. Plastik olduğunu anladım. Bu plastik nesne, sırtımın yanı ile, yaslandığım otobüs camının arasına sokulmaya çalışıyordu. Koltuk altıma girim uyumaya çalışan kedim gibi usul usul sokuluyordu. Kartı bastıktan sonra "neydi lan o" diye bakmak için baktım, sadece uzay temalı saçma müzik kliplerinde göreceğiniz bir güneş gözlüğü takmış elemanı gördüm. Takan çocuk yirmi yaşında vardır, yoktur. Kafasındaki yarıkları saymaya matematiği yetmeyecek bir elemandan bahsediyorum. Daha ona yakın bir görsel bulup koymadım yazıya ama, ne koysam emin olun abartı olmayacaktır.

İşte bu elemanı yazmak geldi o anda aklıma. Cebeci-Vezneciler hattında apaçilerin kralı gider gelir, gider gelir, diye düşündüm. Ama bunu yazacak olsam, sen niye okuyasın ki bunu? Başkası yazsa okumam ben. Komik bile değil lan bu adam. Kendini rezil edecek bir kılığa bürünmüş, ancak komik bile olamamış. Sonra dünyadaki en değerli, en gelişkin yaratık insan, yersen. Lan bunun nesi değerli? İlla kurcalasak buluruz bir değerini ama hayat o kadar yumuşak değil işte. Sinekten değersiz diye çizdim üstünü bir anda. Sonra kendime üzüldüm lan, bir insanı sadece insan diye sevemeyecek haldeyim. 

Sonra biraz otobüsteki insanlara baktım, lan hat süresi en iyi ihtimal ile bir saattir, kitap okuyan insan sayısı kaç dersiniz? Bir. O da altı dakika boyunca otobüste bulunacak olan ben. Lan bu ülkede biri Yüzüklerin Efendisi'ni yazmış olsa, canım kitap hiç olurmuş. Tabii her yer Vezneciler-Habipler hattı değil ama, gene de kitap okuyan sayısı çok azdır lan. 

Geçenlerde  Bir Rezaletin Kısa Tarihi diye bir yazı yazmıştım ya hani, orada bahsettim bir milyarlık kitap setlerinden biri modern Türk romanı setiydi. Berbat kitaplar arasında, sadece bir adamın kitapları çok iyiydi. Adamın uzmanlık konusu doğuda yaşanan çocuk gelinler ve onların yaşamı. İki tane kitabı vardı, ikisi de çok iyiydi. Bir kaç baskı yapmış kitaplar ama, alanların çoğu benim gibi ne aldığını bilmeyenlermiş büyük ihtimalle. Çünkü okunsa adı bilindik bir yazar olurdu ya. Bu arada adı Rıfat Mertoğlu yazarın adı. 

Neyse kavgasız temasız saçma yazımı burada sona erdiriyorum. Aslında bir hikaye yazmaya çalışıyorum ben, bir türlü istediğim gibi yansıtamıyorum, o yüzden de biraz sıkıldım.

Saygılar, sevgiler.