26 Aralık 2014 Cuma

Hastane

Eğer insan beyninin yaydığı frekansların gözle görülür renkleri olsaydı, dünyanın en renkli alanları hastahaneler olurdu. Bir de "insan, beyninin %10'unu kullanır" klişesini hastahanelerde, özellikle yoğun bakımın kapısının önünde geçerli değildir. İçeride can çekişen yakınını bekleyen insanlar "an"dan bile daha kısa sürede zilyon şey düşünür. Duygudan duyguya sert geçişler yaparlar. Bir an kahkaha atmak üzereyken, sonraki anda sinir krizinin kapısına dayanır. Tüm duygular birbirine karışır. Gözlerinden bunu okuyabilirsiniz. Hiç bir uyuşturucunun büyütemeyeceği kadar büyümüş göz bebekleri, en seri vals figürlerinden daha seri hareket eder. Hatta bazen imkansız olan şey olur, gözleri hiç hareket etmeden kilitlenir kalır.

Sapıkça gelebilir ama ben hastanede olmayı seviyorum. Çoğumuzun hikayesi hastahanede başlıyor ve hastanede bitiyor. Doğuma ve ölüme en yakın durduğumuz yerler orası. Endişe, korku, rahatlama, mutluluk. Tüm duyguların en uç noktalarını hastanelerde yaşıyoruz. Daha doğrusu yaşıyorsunuz. Ben daha bir metanet oyunu içerisin oluyorum. Sakin kalmaya zorluyorum kendimi. 

Sadece bir kere, daha ananem hayattayken ve aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında sakin kalamamıştım. Annemle ben hastaneye vardığımız da ananem taburcu edilmeye yakındı. Görece iyi durumdaydı yani. Hasta olduğunu, hastalığının da ölümcül olduğunu hep biliyordum ama o halini görmeye dayanamamıştım. Küçücük kalmış bedeni, burnundan karnından falan giren borular, ilaçlar. İnleyen, ağlayan diğer hastalar. Kalbim ezilmişti. Yıllar sonra babaannemi can vermeden yarım saat önce gördüğümde bile o günkü kadar kötü olmadım. Hatta hiç etkilenmedim diyebilirim. Belki o zamanlar çocuktum, belki ananem en sevdiğim insan olduğu içindi, belki kalbim bu kadar katı değildi. Tam bilmiyorum ama hastahanede duramadığım, bir an önce kaçmak istediğim tek olay oydu. 

"Vay ne adam be" durumum yok. Aslında çok da duygusal biriyim. Örümcek adam izlerken bile ağlamışlığım var. Toplum içinde ağlamaktan da çekinmem. Ağlayasım varsa ağlarım, bana ne kimin ne düşüneceğinden. Ama ölmek üzere olan birine ağlamak, ne bileyim, saçma sanki biraz. Ağlamanın o anda ne hastaya, ne hastaya senin kadar yakın olanlara bir faydası var. Sadece ağlamak demeyeyim, sinirli olmanın, gergin olmanın, duygusal olmanın, zayıf hissetmenin veya panik olmanın... bunların hiç faydası olmuyor, hatta zararı oluyor. Soğuk kanlı kalmak gerek. 

Ben bir şekilde soğuk kanlı kalmayı ve iyimser olmayı başarıyorum. Dedim ya, babaannem ölmeden yarım saat önce yoğun bakıma girdim diye. İşte o sırada yanımda doktor olan ablam (aslında kuzenim) vardı. Birisi öldüğünde Hak'kın rahmetine kavuştu, vefat etti, kaybettik gibi terimleri değil, ex oldu gibi bana psikopatça gelen terimi kullanacak kadar ölüm görmüş biri kendisi. Doktor en nihayetinde. İnsanın renginden bile öleceğini anlayabilir. İşte bu ablacım "Cenker, ölüyor ananem (ona anane oluyor tabii)  ablacım." derken, ben "yok ya uyuyor, evde de böyle uyuyor hep." dedim. Öyle gördüm, öyle inandım ve o kadar inandırıcı söyledim ki, ablamı da kandırdım. Aslında tahliller falan ortada, tıp bilimi "Allah'tan umut kesilmez" kıvamına gelmiş, gene de benim inandırıcı söylemime inanıyoruz. Çünkü ihtiyacımız olan bu. Yarım saat sonra zaten yeterince üzülecekken, erken mateme ne gerek var. 

Başkalarının yakınlarına da hep aynı umudu aşılamaya çalışıyorum. Yalan mı söylüyorum, evet ama iyi niyetli yalanlar. Hem doktor olmadığım için doğruyu söyleme zorunluluğum da yok. Geçenlerde babamın en yakın arkadaşı hastaneye kaldırıldı. Babam şehir dışında olduğu için ziyarete vekaleten gittim. Adam çok hastaydı. Hastalık ne bilmiyorum ama beyin iflasın eşiğinde. Oturup konuşurken birden uyuyor, çorba içecekken kaşığı tutamıyor ve bunu fark etmeden hayali bir çorbayı höpürdete höpürdete içiyor. Adamın karısı bizi uğurlamak ve sigara içmek için hastanenin çıkışına kadar geldi. Annem de sağlıkçı olduğu için durumu hakkında konuşuyorlardı. Doktorlar durumu iyi falan demiş, sadece tuz eksiği varmış. Bir de depresyon teşhisi konmuş. Hemen atladım, "ya depresyon yapar böyle, ben de ayakta duramıyordum" falan diyorum. Evet duramıyordum ama durduk yere de bayılır gibi uyumuyordum. Olsun, yalandan kim ölmüş? İki hafta önce falan kaybettik maalesef.

Ancak ne kadar soğuk kanlı da olsa, hatta kalbi Mars'ın çekirdeği kadar soğumuş bile olsa, bir erkek babası rahatsızlanınca soğuk kanlı kalamıyor. Otuz yıldır falan küs olsa dahi, erkeğe "baban kalp krizi geçirdi" dediğinizde bir anda koşup yanına varmak ister. Sonra saçma kırgınlığı mı, kızgınlığı mı bilmem, ne sorunu varsa, o belki babasına koşmasını engeller ama ruhu çoktan kanatlanıp babasının yanına varmıştır. Babasının ölmesi erkeği bir anda yaşlandırıyor sanki. "Ne yapacağım lan ben şimdi" diye kalakalıyor. Ve tehlike belirdiğinde öyle sakin falan da kalamıyor insan. Dört yıl falan önce yaşadım, baya dağıtıyor insan.

Bir de iki gün önce yaşadım, hiç hoş değil. Hastahaneye varana kadar ömrümden ömür gider gibi oldu. Tabii ki belli  etmedim ne kadar korktuğumu. Hastaneye vardığımızda abim sapsarı, bizimle gelen komşu İsmail abi kıpkırmızıydı. Doktor gelip "sizde bir şey var mı?" diye sormak zorunda kaldı. Babam o sedye yatak karışımı şeyde EKG çektirirken ben çoktan etrafı incelemeye konulmuştum. 15 dakika önceki "assiktir yeaaa, noliyi?" halimden eser kalmamıştı. Çünkü artık elimden gelen bir şey yok. Hasta tıbbın eline ulaştı mı? E benim görev bitti demek ki.

Neyse, babama bir anjiyo yaptılar, iki stent taktılar, taburcu ettiler. Adam bir gün zor kaldı evde, gitti gene köye. O gitti de, ben fena oldum bu seferde. İki gündür yemek yiyemiyorum. Daha doğrusu ne yesem çıkarıyorum. 15 dakikalık stres midemi felç etmiş de, fark edememişim galiba. Peki, hastaneye gider miyim bunun için? İpseler gitmem lan. Evet seviyorum ama ziyaretçi olarak. Yok öyle o bu şu çıkar diye değil, inanmıyorum faydasına. Anama yengem hemşire zaten, iki serum takıyorlar düzeliyorum. Siz giderseniz haber verin ziyaretçi olmayı seviyorum.

Not: Bu arada tırstığımdan değil ama, bana öyle anjiyo falan da yapamazlar. O ne lan öyle kasıktan damara girmeler falan? Benim kasığıma girecek doktor daha anasının karnından doğmadı. Kaldı ki biri by-pass denesin. Ölürüm daha iyi kendimi öyle yardıracağıma. Biri prostata bakmaya çalışsa, ben ona el kullanmadan bakarım zaten. 

30 Ekim 2014 Perşembe

Bağlam, Teorem, Kuram, Sorunsal ve Tüm Diğerleri

Liseye gidiyordum. Yazlıktayız. Kuzenim saçları ile falan uğraşırken (tek tek dikerdi, saçları, arkalarını da bana diktirirdi) evde bulduğum gazeteyi okumaya başladım. Hangi gazete olduğunu hatırlamıyorum, okuduğum köşe yazarı kimdi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey, yazıdan bir bok anlayamadığım. Öyle kör cahil lise öğrencisi de değildim ki, anlamamak benim hatam olsun.

Dil hakkında ilk öğretilen şey "dil yaşayan bir canlı gibidir" olur. Genelde dil bilgisi kitapları bu önerme ve ispatı ile başlar. (okuduk biliyoruz, uygulayamıyoruz :)) Bazı arkadaşlar bu olayı hiç anlamamış, hiç bir yerde karşılığı olmayan saçma sapan bir dil kullanıyorlar. Anlaşılmak için değil, anlaşılmamak için yazıyorlar, konuşuyorlar. Bence anlatacak bir şeyi yok, ondan böyle yapıyorlar. Dertleri anlatmak değil, "ben biliyorum işte ama siz anlamıyorsunuz" demek. 

Gerçekten derdi olan ve bunu anlatmak isteyen filozofların pek çoğu halkın kullandığı dil ile anlatıyorlar dertlerini. Mesela Hawking okursanız adamın çok sade bir dil kullandığını, fizik terimlerini anlaşılır örnekler vererek açıkladığını görürsünüz.(Bazı sempozyumlarda olayın profesyonellerine yaptığı açıklamalar farklı tabii) Ya da ne bileyim, İnalcık hocanın bir kitabını okursanız Osmanlıyı "aptala anlatır gibi" tane tane anlattığını görürsünüz. Olaması gereken de bu zaten. Sadece ufak bir azınlığın anlayacağı bir dil kullanarak dert anlatılmaz. Sade anlatım belki daha zor olur, daha çok kelime kullanmak gerekir ama kesinlikle daha geçerli olur. Sokakta birine "Kovanensky'nin 'yokluk çeken bireyin toplumsal bıdıdıya baş kaldırı' kuramına rasyonel bir gözlem yapıldığı zamanda anlaşılacağı gibi..." diye söze başla da güzel bir dayak ye. Ama Bunu gazetedeki köşe yazında, internetteki sözlüklerde yada bloğunda yapmanda tehlike yok. Hem böyle sözcükler kullanarak "çok biliyorum yeaa" kafası yaşamak da bedava. Sonra cmylmz gösterisine falan "çok avam" demek de ikramiye gibi. 

En sevdiğim şeylerden biri de bu adamların halkçı takılıp sonra avamlığı (aslında halk demek ama bizde nedense "halkın aşağı tabakası" olarak kullanılıyor.) aşağılaması. Lan olm ne perhiz ne lahana turşusu bu? Cumhuriyet devrimlerine "tepeden inmeci" falan derler, kendilerini Kaf Dağı'nın zirvesinden biraz yukarıda görüp aşağıdakilere acırlar. 

Bu adamlar/kadınlar ayrıca ideolog falan da olurlar kendi kendilerine. Hiç bir fikir kendisine ait değil, orada burada okumuş, hatta sadece tek yönlü okumuş, gene de sanki bir şey yaratmış gibi takılıyor. Ne anlatıldığını da tam anlamamış olacaklar ki, çoğu kavramı dile çevirmekten bile acizler. Çevirebilecek olan da çevirmiyor gerçi. Hiç norm demekle, kural demek aynı olur mu? Kural kelimesini karşıdaki direnmeden anlar, norm dersen "bu nedi acep?" diye bir durur. Hah işte o durduğu yerde kalan kişi "ben anlamadığıma göre bu kişi alim, anlamadığımız belli olmasın da utanmayalım" falan diye düşünüyor. Bak bunu deneyin, toplumsal norm diyen birinden "neymiş abi o kurallar yaa, saysana bir kaç tane" deyin yemin ederim Recep İvedik filmindeki balık sayacak kaptan gibi apışır. Ne dediğini farkında değil çünkü pek çoğu, ezbere konuşuyor. Kral çıplak denmemediği içinde atıp tutuyor.

Bilmediğim bir konuda konuşurken istemsizce ben de yapıyorum bunu. Garip garip kelimelerle durumu karıştırıp yırtma çabası içine giriyorum. Sıkışınca herkes yapar zaten bunu. Olay bunu bir konuşma yada  yazma tarzına dönüştürmemek. Yoksa kendin bile cehaletinin farkına varmazsın, ROK gibi ya da karısı gibi bir şey olursun. Akil adam falan bile yaparlar seni bu ülkede, bir bok oldum sanırsın ama kafanı çevirdiğinde yanında Türk müziğinin en büyük yavşağını görürsün. Zaten seni oralara çağıran da tarihin en saçma adamlarından biridir. Gene de anlamazsın cehaletini, kuramdı, bağlamdı yazar çizersin. Sonra halk beni anlamadı diye ağlanırsın. Cidden çok salak adamsın.

Hadi bunlar kazara bir yerlere geliyorlar da, bu işi sözlüklerde yapan adamın beklentisi ne arkadaş? Yada blog mikro blogda falan. İşte o da bu işin 31'i olsa gerek. Ah dur, mastürbasyon diyelim de avam olmayalım. Adam ya da kadın ufacık bir çevreye de olsa "ben bilirim" imajı çiziyor. Belki de keşfedilmeyi bekleyen bir akil olduğunu düşünüyor. Her tarafından tutarsızlık akıyor ama pek oralı değil. Kendisi ile paralel düşünen bir kaç kişi alkış tutunca aklı uçuyor garibanın.

Ve bu insanlarda aşılmaz bir aşağılık kompleksi vardır. Hiç bir şeyden anlamadıkları için her şeyi çok "büyük" görüyorlar. Biz yapamayız, bu milletten hiç bir şey olmaz, kahrolsun bu ülke, siktir olup gitmek gerek buralardan. Üstün ya, gitmesi gerek o buralara layık değil amk. Bu söz bile ne acınası olduğunun kanıtı gibi lan. Neden gideceksin? Gitmek demek kaçmak demek. Kal, sonuna kadar yozlaşma ile, cehalet ile, şerefsizlik ile savaş. Bunu övgü almak için değil, doğru olan bu olduğu için yap. Hatta bunu yapıyorsun diye seni zindana atsınlar, zincire vursunlar. Gene de haline ağlama, uğruna savaştığın değerler (gerçi bu tiplerden bir değere inanmak da beklenmez ya) için hala ne yapabilirsin onu düşün. Yapamaz ama işte böyle şeyler. Sorsan çok mücadele etti çok uğraştı. Hapse mi düştü? Yok. Çok büyük paralar mı kaybetti? Greve destek verdi diye işten mi atıldı?  Yok. Ne oldu? "Ağğbiiiii adama anlatıyorum, adam cevap olarak hödö hödö diyor, olabilir mi yaaa böyle bir şey? Gerçekten çok yoruldum siktirip gideceğim bu ülkeden." Valla kalabalık yapma kabul eden varsa seni, hemen git oraya. 

Geçenlerde bir adamcağız intihar etti hani. Not yazmak yerine video çekip bunu da paylaşınca tüm ülke adamın öldüğünü duyduk. İşte bu olayla ilgili bir yazı kaleme almış bir eleman. Basit bir intihar olayında yeni ortaya çıkan orta sınıf ve bunalımı temalı bir yazı yazmış ki, aboooovvv? Bu olay üzerinden sermaye toplumunu, değersizleşmeyi falan kötüleyecek ama bir dil var ki sorma. Şunun da dediği gibi, bunun bu kuramında sapladığı gibi zat zut... Ya siktir git biz onları okuyalım. Bağlamlar, sorunsallar havada uçuşuyor tabii. Bir de ne alaka yani? İlk defa mı biri intihar ediyor? İlk defa mı intihar notu bırakılıyor? E bunu facesinde paylaştı diye bu kadar büyük mü bir fark var? (en fazla "adam bak la ölürken bile şekil peşinde falan dersin de, yok orta sınıf yok o yok bu) 

Bu tipler bir de her şeyden anlarlar. Futbol onlardan sorulur, çizgi roman öyle, siyaset zaten yani, şarap "offf benden iyi bilen olmaz",  rakı balık konusunda olayın piri zaten. Bir reklam vardı ya, her şeyi bilen hiç bir şey bilmez temalı, aynı o iş. Ben de bir kaç yıla kadar böyleydim mesala. Her boku az biraz bilirdim, bunu da göstermek isterdim. Lan ne gıcık iş bu? Tamamen bildiğini satma sevdasıyla hareket ederdim. Ama hiç bir şey bilmiyorsam da zorlamazdım. İşte bir sınırdan sonra onu da yapıyor bunlar. Sadece bilmek ile kalmıyorlar, olaya tamamen hakimler. Çok hakimler. Mümkün mü lan bu? 

Sinirim kalktı amk. Biri sizinle konuşurken çok fazla garip kelime kullanıyorsa, ne bileyim bu olayı nasıl okuyorsun? falan diye sorarsa uzak durun. Yada durmayın, ha! he! falan diye kafa bulun. Hak ediyorlar. Çok ciddiye almayın, zamanınız değerliyse kalkın gidin. Fakat biri size "Nato, ülkelerdeki muhalefeti ezmek için kurulmuş bir örgüttür" benzeri bir cümle söylerse ağzına benim için bir tane vurun. Çok uyuz oluyorum bu lafa.

24 Ekim 2014 Cuma

Bebek İnsanları

Çok pedofili başlığı oldu ama ne demek istediğimi anlatacağım. Etrafınızda kesin bir bebek insanı vardır. Hani yeğeni de olsa, komşunun bebeği de olsa, otobüste karşılaştığı bir bebek bile olsa onunla iletişim kurabilen insanlar var ya, onlardan bahsediyorum. Bebek anlamlandırmaya çalışır gibi kilitlenir bakar bu insanlara, bu insan da bir mimikle falan bebeğe şirinlik yapar. Kocaman güler sonra o bebek. Dünyanın en tatlı görüntüsü falan herhalde. 

Bebeklikten çocukluğa geçtikleri dönemler de çok güzel. Aynı insanlar o 2-3 yaşındaki bebeklerle de iletişimde sorun yaşamaz. Bildiği iki kelime ile derdini anlatmaya çalışan bebekle bile iletişim kurarlar. Aslında kurarız demem gerek. Ben de bebek insanlarındanım çünkü. Mesela alt komşunun kızı Esila bir yaşındayken beni görmeden yemek yemezdi. Her sabah -ben daha uyurken - bize gelirler, ben Esila'ya şebeklik yaparken annesi mamayı tıkardı ağzına. 

Zaten olay şebeklik yapmak biraz. Değişik surat ifadeleri, değişik sesler dünyayı tanımaya çalışan bebeğe ilginç geliyor ve dikkati size yöneliyor. Yeni bir şey görmek hoşuna gittiği içinde gülüyorlar. 

Otobüste falan bebek görünce illa onla iletişim kurmak isterim, bana gülümsesin diye suratımı şekilden şekile sokarım. Millet deli falan sanıyordur. Ya da ben fark etmesem bile bazen onlar bana gözlerini kilitler. Değişik bir şey görüyorlar herhalde falan, bakıyorlar işte. Göz kırpsam gülüyorlar. Çok güzeller lan.

4 yaşlarına falan geldiklerinde kavga etmek çok zevkli oluyor. Mesela adı Esila olan komşu kızını "yok kızım senin adın Ender" diye kandırmaya çalışmak, onun buna direnip annesine "yeaaa annnneeee neee diiiyoooo seeennkkeeerrr? inddeer mii beenniimm adıııııımmmm?" falan diye sorması, çok zevkli şeyler bunlar. 

Gerçi ters de tepebilir. Öz kuzenim bildiğiniz benden nefret falan ediyor bu yüzden. Bu bebekken babası öğretmiş, "yurdumuzu kim kurtardı" diye sorunca "ATATÜRK" diye bağırıyor. 3 - 4 yaşında falandı. Bende "yok Fatih Sultan Mehmet" kurtardı diye tüm gece sinirini kaldırdım. Çok komik sinirlendiği için anası, teyzesi, ben falan da güldük. Geçenlerde teyzem hastalanmış, aradım geçmiş olsun demek için, telefonu teyzemin kızlardan biri açtı. (teyzemin iki kızı var burada bahsi geçen büyük kızı) Sesi alamadığım için kız hangi kuzenim sen benim diye sordum. Karşıdan cevap, " Cenker abi saçmalama ablam hiç senin telefonunu açar mı? " Evet, abla olan yurdumuzu ATATÜRK kurtardı diye bağıran kız. 17 yaşına geldi öz kuzeninden hala nefret falan ediyor. (evet teyzemin ufak kızı çok farklı bir hikaye olur. 12 yaşında falan şu cevaba bak.)

He niye anlatıyorum bunları? Şimdiye kadar beni sevmeyen bebek hiç olmadı. (kuzeni saymazsak, o da Mersin'de yaşıyor yılda iki kere görünüp kendimi sevdiremezdim) Üst kat komşum Eymen hariç. Çocuk 3-4 arası bir şey, beni sevmeyi geçtim, korkudan altına ediyor. Evet, bir bebek benden korkuyor. Hemde hiç bir şey yapmadığım halde. Ulan bu sıfattan nasıl korkarsın? Köseyim lan ben. Saçlarım uzundu bir ara, ondan diyeceğim, kendi babasının saçları da uzundu o ara. İri yarı bir şey olsam gene eyvallah diyeceğim, sıskanın tekiyim ama. Anne baba korkutmuştur deseniz, adam yemin billah ediyor, istesek böyle olmazdı diye.

Normal korku falan değil bahsettiğim. Çocuk beni görünce gözüne ışık tutulan tavşan gibi kalıyor. Geçen kuzenleri ile sokağa çıkmış, yolun karşısına geçti. E araba falan geçiyor sokaktan korkarım ben bir şey olacak diye, balkondan "geç bu tarafa diye bağırdım." Bağırmaz olaydım. Başladı ağlamaya. Benden korkuya yolun bizden tarafına da geçemiyor. Kuzeni teselli etmeye falan çalışıyor nafile. Apartmanda karşılaşıyoruz, ben görüş açısından çıkana kadar gözler hep üzerimde. O anda transformers misali başka bir şeye dönüşmemi falan bekliyor gibi. Sanki bir anda içimden canavar fırlamasını bekliyor kızan. ("kızan" bizim oralarda çocuk demek)

Bildiğiniz kinlendi falan, abi olunca dövecekmiş beni. Tüm kuzenler, amcalar, babası ile birlikte döveceklermiş. Babasına anlatıyor bunları, babası da bana. "Bir video falan çek, bana gönder, izletelim" diyor. İşte "Eymen ben seni çok seviyorum" falan diye. Bir tek bana karşı çünkü bu tutum. Belli bir neden de yok. Çok saçma lan, fazla saçma.

Bugün karşılaştık, bir şeylere ağlıyor. Annesi "kız Cenker abisi ağlamasın" dedi. Çocuk canı yanmış gibi nasıl bağırıyor. "Hiç kızar mıyım ben ona, çok seviyorum ben onu falan" diye gittim yanına. Eğildim.(aynı boyda olmak çocuklar ile iletişimde önemlidir, öyleymiş yani duymuştum bir yerlerden) "Bak  korkma aynı boydayız Eymen, çok seviyorum ben seni Eymen, hiç kızmam ben sana Eymen, istediğin kadar ağla, yaramazlık yap kızmam" dedim. (sürekli olarak adını tekrarlamak da önemliydi galiba) Sarıldım, "Öp Cenker abiyi" dedim, öptü. Ama sevgiden değil ya, sanki esir almışım gibi. Öpmezse canavar olacağım falan sanıyor. Aha az önce babası ile bir yere gidiyordu arabada, beni gördü gene aynı bakışlar. Bildiğiniz geçmiyor, hala korkuyor çocuk benden. 

Şimdi asıl derdim yeğenim benim. Ya sevmezse beni? Lan geçmiyor günler, en sevdiğim çağa gelmesine 3 yıl var diye kafayı yiyorum. "Click"teki gibi zamanı ileri almak mümkün olsa yapacağım. Ben bu kadar isterken ya bu çocuk benden korkar, beni sevmezse? Olmaz öyle ya, sever sever.

23 Ekim 2014 Perşembe

Mahalle

"Bizim bir Piç Rıza vardı, çok çektirirdi gariban anasına. Babası Kıbrıs'ta şehit düşmüştü. Anası gündeliğe gider, kazandığı üç beş kuruş parayla oğlunu yetiştirmeye çalışırdı. Mahalleli yardımını esirgemezdi. Sonuçta şehit çocuğuydu Rıza, hali vakti yerinde olanlar Rıza'nın anasına verirlerdi sadakalarını.

Çocukluğu boyunca hep hoş görülü oldular Rıza'ya. Önce okul arkadaşlarından haraç toplamaya başladı. Aileler bir kaç kuruş fazla harçlık verdiler çocuklarına, Rıza'nın payı olarak. Sonra dövmeye başladı arkadaşlarını. Hatırlıyorum, abimi dövmüştü bir gün "dik dik bakıyorsun" diyerek. Abim yediği dayaktan sonra eve geldiğinde annemin aklı çıkmıştı. Oğlunun beyaz okul gömleğinde toprak ve kan lekeleri vardı. En üstteki düğmenin iliği yukarı doğru yırtılmıştı. Dudağının kenarında ve burnunun sol deliğinde kurumuş kan lekeleri vardı. Zavallı abim ne olduğunu anlatmak istememişti. Annem "gurur yapıyor da anlatmıyor" diyerek  babamı beklemiş, abimin üzerine babamı salmıştı, ne olduğunu öğrenmek için. Abim ağlamamak için dişlerini sıka sıka anlattı Rıza'dan dayak yediğini. "Dövebilirim ben onu ama yetim o, vuramadım" dedikten sonra daha fazla tutamadı göz yaşlarını. "Aferin" diye gürledi babam. "Bize emanet olum o, yetime el kaldıracağına dayağını ye."

Sadece benim ailem değil, pek çok aile aynı şeyleri yaşadı Rıza ile. Büyüdükçe daha da çok istemeye başladı Rıza. Alttan alınan her suçunda daha büyük adımlar attı. İçkiye başladı erken yaşta, hemen sonra ot. İçmekle kalmadı, satmaya başladı otu. Arap Kadri'nin pavyonunda fedailik yaparken müşterilere toz satmaya başladı. "Bizde toz olamaz" dedi Kadri. Bir temiz dövdürdü adamlarına Rıza'yı. "Başkası olsa öldürtürdüm." diyordu. "Kıyamadım yetime, gözüme görünmesin, bu işleri de bıraksın diye dövdürdüm." Kadri'nin fedailerden yediği dayağı hiç unutmadı Rıza. Kin ile doldu. Görmüştüm o günlerde. Liseye gidiyordum, bir gece arkadaşlarla bilardo oynarken salona girdi. Bayadır görünmüyordu. Kimseyi tanımıyor, her gelene sataşıyordu. "Git" diyorlar gitmiyor, "düzgün dur" diyorlar küfrediyor. Sonunda gene dayak yedi Rıza. Kin ile doldu.

Birden kayboldu ortadan. Anası da kahroldu, mahallede. Çok dayanamadı kadıncağız, bir iki yıla hastalandı kederinden. Son sözleri "Rıza'm" oldu. Annesinin cenazesinde ortaya çıktı Rıza. Takımları çekmişti üstüne. Tarlabaşı tarafında Kürt Abuzerin fedaisi olmuş diye duyduk sonra. Bir iki yıl sonrada Arap Kadri abi vuruldu. Rıza yaptı diyenler oldu ama kimse inanmak istemedi. Mahallemizin çocuğuydu Rıza. Çamura da düşse yapamazdı bunu. Bizim çamurumuz bile dünyanın geri kalanından temizdi.

Bla bla bla blabla"

Bu ne lan? Son zamanlarda sürekli bu kafada şeyler okuyorum. Böyle varoşa, arabeske ve mahalleye övgüler falan. Cidden bak, şu yukarıda yazdığım şey hoşunuza gittiyse okumayın devamını. Bu ne yavşaklık arkadaş? Bir kaç yıl önce "devrim romantizmi" ekmeği yiyen herkes şimdi "mahalle" ekmeği peşinde. "Mahallemizin temiz yürekli iyi insanları" falan filan fişmekan.

Bunları yazanlar-çizenler hep bir mahalle özleminde falan ya, bitiyorum. Adam ilk fırsatta kaçtığı yeri öve öve bitiremiyor. Özelmiş de, okulmuş da bilmem ne? Artık kalmamış. Nereye kalmamış? Bizim mahalle hala ayakta çok şükür. Sen gittin oradan be  adam, neyine ağlanıyorsun şimdi. Taşınmakla kalmadın, bağını da kestin. Bizim bir arkadaş neredeyse 10 yıl falan önce diğer kıtaya taşındı, Ayda bir iki kere gelir mutlaka. İstesen sen de giderdin, gitmedin, şimdi ağlaklığın ile şekil yapıyorsun. Samimiyetsiz herif seni.

Bir de şey var, gene mahalle ile bağlantılı olarak, "nesil" olayı. Sözlüklerde falan çok görüyorum böyle başlıklar. "Sokakta top oynayan son nesil, sokak salıncakçısında sallanan son nesil, leblebi tozunu boğazına kaçıran son nesil" falan diye. Biz de hala var o nesiller. Ben çocukken top oynar, daha doğrusu oynamaya çalışırdım. Abiler arabalarına top gelmesin diye kaleyi öteye kurdururdu falan. Sonra ben o abilerden oldum, hala top oynayanlar var. (benim tospayı kale yapan bile oldu lan. Kesecektim valla toplarını.) Nereye son nesil? 90'larda çocuk olmak geyiğinden türedi galiba bunlar hep. Tusubasa çizgi film karakterliğinden çıktı garip bir peygamber oldu. Ya yok böyle şeyler. Özel falan değildi hiç biri. Zamanın ruhu diye bir şey var.

Hayır bunları diyen adamlar ile, "nerede o eski bayramlar" diye ağlanan amcalar arasında fark yok gözümde. Kendini özel hissetmek için geçmişi özelleştiriyorlar. Sen rahat bir yaşam için her şeyini sıradanlaştır, sonra nerede o eski? Sie la. Tee Maya yazıtlarında varmış "gençler nereye gidiyor anlamıyoruz" diyen amcalar.

Bak mesela, bir gün bir abimiz (aslında aramızda 3 yaş var) geldi, Taso oynayacağız, kaybedenin lakabı "tek taşak" olacak dedi. Yeni telefon almıştı böyle ses kayıt özelliği olan ilk telefonlardan. Oraya da "ben tek taşağım" deyip kayıt yapacaktık. Kabul ettim, kazandım da. Gene tek taşak olan, ses kaydı veren ben oldum. İşte en kısa haliyle mahalle olayı budur. Aramızda üç yaş var ama adam abimiz olmuş bir kere. Ne dese yapıyoruz. Yaa bunlar on yıl önce bir gün bakkala gitmez hep bizi yollarlardı. Bunlaaarr diye kükreyesim geliyor arada.

Sokağa bank çekip oturmaktır lan mahalle. Çekirdek koladır. Bunu anlamının dışına çıkarmaya, gereksi gereksiz övgülere ne gerek var. Doğal haliyle gerçekten güzeldir mahalle. Piç Rıza öyküleri ile, fakir-arabesk edebiyatının dibine vurarak bunu anlatmaya ne gerek var? Ya da mahallelerimiz elden gitti diye ağlamaya? Sen komşunla komşu olmayı becerirsen, rezidansın sosyal alanında da çekirdek kola yaparsın arkadaş. Hem de betonda değil bahçede yaparsın.(bizim evler bahçeli olduğundan biz hala kola çekirdek takılıyoruz bahçede
)

En sevdiğimde salça ekmek miti heee. "Annesi salça ekmek yaparmış ona, lan gene yap. Ben acıkınca yapıyorum gayette güzel oluyor. Sen salçayı sosa sat, sonra da salça ekmeğim diye ağla. Samimiyetsiz pezevenk.

Sahte Plastik Ağaçlar*

* Hikayeye isim bulamadım, bu şarkıyı dinlerken yazmaya başladığım için şarkının adını koydum :)

Ev yeni yapılmış temizliğin hijyen kokusu ile dolu. Köşeyi bucağı bırakın, havada bile toz kalmamış. Pencerelere yakın köşelerden birindeki ağacımsı bitkinin yaprakları bile silinip parlatılmış. Çiçeğin olduğu köşenin karşı kenarındaki iki kişilik koltukta oturan genç parlayan uzun ince yapraklara bakıyor. "Bira sadece rakıya, votkaya değil, yapraklara da cila olabiliyormuş" diye düşünüyor

Evet, görsel de bulamadım :)
Yaprakları silen de, içinde oturduğu salonu ve evin geri kalanını temizlemiş olan da bu genç. Bugün öğleden sonra uyandıktan sonra içinden geldi bu temizlik. "Her taraf her tarafta" diye düşünüp önce odasını topladı, sonra tozdan rahatsız olup odasını sildi. Tertemiz oda evin geri kalan kısımlarına tezat oluşturunca odasından çıkıp tüm evi toplayıp temizlemeye koyuldu. Banyoyu, tuvaleti sürttü. Fayansların arasını eski diş fırçasıyla fırçaladı. Yatak altlarını, koltuk aralarını temizledi. Şeytanın alıp satamadığı ne kadar kayıp eşya var ise buldu. Çoğu artık "çöp" değerinde olan şeyleri buldu. "Az daha belediye basarmış bu evi" diyeceğiniz kadar fazla çöp çıkardı evden. 

Tüm temizlik bittikten sonra, kendisini temizledi. Sıcak suyla yarım saatten fazla banyo yaptı. Tüm derisini kızartacak kadar kesendi. Evde küvet olmamasına içerledi. Suyu doldurur, içine kokulu köpük bombalarından atar, su soğuyana kadar küvette yatardı. Belki de bir küvet alabilirdi. Gerçi kira eve küvet mi alınırmış? Ayaklı spot lamba değil ki bu bir anda aklına gelince alabilesin. 

Geçen hafta evin yeterince aydınlık olmadığına kara verip iki tane ayaklı spot almıştı. Salonun iki köşesine yerleştirdiği spotlar solonu stat gibi aydınlatıyordu. Şimdi bu aydınlıkta oturmuş bira ile cilalar gibi sildiği ağacımsıya bakıyor. Parlayan, uzun ve ince yapraklara bakmaktan zevk alıyor. Odayı dolduran deterjan kokusundan zevk alıyor. 

Bitkiyi yeterince izledikten sonra önündeki bilgisayara, işine geri dönüyor. Bu genç adam aslında pek de genç değil. Yirmi altısını geçeli bir kaç ay oldu. Üniversite eğitimini bitirmiş, askerliğini yapmış, bir yıldır bu evde bilgisayar başında çalışan biri o. Yeni bin yılın yeni dünyasının yeni borsacısı o. BitCoin denilen sanal para birimlerinin piyasa değerlerini takip edip bir birimden diğerine para aktarıp kar ediyor. 

Önce takas vardı. Sonra altın, gümüş gibi madenler ile para diye bir şey icat edildi. Üretimin veya hizmetin sanal karşılığı olarak kullanıldı. Sonra, altınlar merkez bankalarının kasalarında toplandı, onlara karşılık gelen kağıtlar basıldı. Sonra paralara değer biçildi. Sonra bu paralara karşılık bilgisayar kodları üretilmeye başlandı. Sanal paralar. Her gelen yeni sanal, bir öncekini gerçek kıldı. Bizim genç, özetle değerin sanalının sanalının sanalının sanalının sanalı üzerinden gerçek bir şeyler kazanıyor. Artık neyin ne kadar gerçek olduğu size kalmış tabii. 

Tüm yaptığı dedikodu sitelerini takip etmek aslında. Hangi birimin ne kadar değerli olduğuna elinde çokça sanal para bulunanlar karar veriyorlar. Yeni bir sanal para birimi ortaya çıkıyor. Bu yeni birim tekel haline gelmiş büyük yatırımcılarca desteklenerek değeri arttırılıyor. Küçük yatırımcı bu yeni birime akın etsin, birim daha hızlı değer kazansın diye dedikodu sitelerine haber sızdırılıyor. Birim yerince değer kazanınca, yani istedikleri karı elde edecekleri kadar değerlendiğinde kendi paralarını daha güvenli bir sanal para birimine aktarıp bu yeni birimi terk ediyorlar. Onlar çekilince yeni birim "çöp" oluyor. Hızla değer kaybediyor. Küçük yatırımcı olan bizim genç için tek kar sağlama yöntemi o kısa aralıkları yakalamak. Bu yüzden tüm gününü internette geçirdiği oluyor. 

Orta halli ailenin çalışkan çocuğuydu. Üniversite sınavına girdiğinde "geleceğin mesleği" diye gazlanan bilgisayar mühendisliğini hedefledi ve kazandı. İngilizce hazırlık sınavını da verdi, beş yıllık okulu dört yılda bitirdi. Bitirdikten hemen sonra askere gitti. Gelince iş hazır sanıyordu, "havada kaparlar beni kesin!" diyordu. Evdeki hesap çarşıya uymaz, dört yıl önce yapılan hesap ise hiç bir şeye uymaz. Acı bir tecrübe ile öğrendi. Sözde mühendis ama ne bir staj var, ne bir referans. Dört yılda okulda aldığı eğitimi meraklısı dört ayda kendi kendine öğrenebilir. Öğrenmiş olanda fazla olacak ki, işsiz kaldı. 

Adam parayı bulunca önce arabayı, sonra karıyı değiştirirmiş. İşsiz güçsüz kalan da önce arabayı satar, sonra karısı adamı satar. Bizim gencin satacak bir arabası da yoktu ki. Evlilik hayalleri kurduğu, hayatın  anlamı olduğunu sandığı kadın da herhangi bir kimseden farklı değilmiş, anında koydu bizim genci kapının önüne. Ne ailesinin yüzüne bakabildi, ne arkadaşlarının. Baktığı her yüzde, duyduğu her kelimede, söylediği her cümlede, dokunduğu zaman bir ağacın kabuğunda bile başarısızlık okudu. 

O günlerde yapacak bir şeyler ararken keşfetti sanal para sistemini, derin internet dediklerini. Ev arkadaşından aldığın borç para ile başladı, iki haftada ufak başarılar, daha ufak başarısızlıklar ile parayı katlayıp borcunu ödedi. Ne yaptığını biliyordu, uzun vadede kaybetmeyeceğine emindi. İş bulacağına emin olduğu gibi olmadı, başardı. Bir kaç ayda bir işten ömrü boyunca kazanamayacağı paraları kazandı. Ne araba aldı, ne de olmayan kadını değiştirdi. Ev arkadaşından dahi ayrılmadı. Kapıdan çıktı, iki yıl boyunca gezdi. Görülmesi gereken yerler listesi bitince eve geri döndü. 

Ev dediğim bugün silip süpürdüğü apartman dairesi. Ev arkadaşı ile sekiz yıldır aynı daireyi paylaşıyorlar. Üniversitenin ilk yılında tanıştılar. Ne en yakın arkadaş oldular, ne birbirinden tiksinen ev arkadaşları. Ev arkadaşı ile arasındaki ilişkiyi "Birbirimizi yargılamıyoruz, bu yüzden beraber yaşamak bizim için çok kolay oluyor. Anlaşmaya gerek yok ki!" diye açıklıyordu eski sevgilisine. Olayın özü de buydu zaten. 




Bir kaç hafta yetecek kadar para kazandıktan sonra son takıntısı olan kavkazcenter'a tıklıyor. İslam en bilinen propaganda sitelerinden biri. Aslında normal internette klonu bulunmasına rağmen aynaların ardına saklanıp TorBrowser'dan girmeyi tercih ediyor. Basit bir güvenlik aldatmacası olduğunu bile bile, gene de aynaları kullanıyor. Birinin ayağına ister sokakta, ister internette, ister derin internette basın. ayağına bastığınız kişi önemli biri ya da önemli birilerini temsil eden biriyse, sizi bulurlar. Dünya üzerinde en büyük ortak yalanımız para değil, güvenliktir. 

Daha ilk propaganda videosunu izlerken kapı açılıyor. Ev arkadaşı Deniz elinde poşetlerle eve girip duraksıyor. Bir an için yanlış eve girdiğini düşünmüş olsa gerek. Kokusu değişik evin. Salonda oturan gencimizi görünce, yanlış yerde olmadığına emin oluyor. "Ne yaptın la?" diye soruyor. Sanki ev temizlenmemiş de, salonda atom bombası imal edilmiş gibi şaşkın. "Temizlik" diye cevap veriyor. Suratında gururlu bir gülümseme ile. "İyiymiş" diyor Deniz, soyunup dökünmek için odasına gidiyor. "Benim odayı da toparlayaydın be hayrına" diye bağırıyor içeriden. Bizim elemanın da aklına geldi aslında arkadaşının odasını da temizlemek ama kendi odasında yatak altını temizlerken bulduğu, şimdi sadece "çöp" olarak adlandıracağı "eskinin özel eşyaları" yüzünden vazgeçti. "Ne bileyim yaa" diye geveliyor cevap olarak. 

Propaganda videosunu başa sarıyor. Ruslar ile savaşırken yaralanan bir Çeçen var videoda. Her tarafı kan içinde adamın. Bir kaç saati değil, bir kaç dakikası var ölmek için. Adam büyük ihtimal ile son sözlerini söylüyor. Silah arkadaşlarından biri elindeki kaliteli görüntü sağlayan kamera ile ölmek üzere olan adamın son mesajını kayda alıyor. İki gözünü ve sol elini kaybetmiş adam arkadaşlarından ve ailesinden af diliyor. "Öldüğüm için beni affedin, mücadeleye devam edip zafer kazanamayacağım. Zafer kazanıldığı zaman sizinle beraber olamayacağım" gibi bir af. Yaptıkları için değil, yapamadıkları için dilediği bir af. Uzun uzun dualar eşliğinde. Video bir atlama yapıyor, az önce özür dileyen adamın ölüm anına geliyor. Bilinci çoktan kapanmış adamın vücudu titriyor, silah arkadaşları yüksek sesle tekbir getiriyor. Eski çağlarda neden insan kurban edildiğine örnek olabilecek bir ayin gibi. Birisi can veriyor, etrafında insanlar dua ediyor. Tekbir sesleri insanı transa sokacak kadar etkili oluyor.

Deniz "ne izliyorsun la?" diye soruyor. Üzerini değiştirmiş, solundaki diğer ikili koltuğa oturmuş bile. Kucağında bir tepsi, elinde kullanım tarihi çoktan geçmiş bir kredi kartı var. Gencimiz bunun ne anlama geldiğini çok  iyi biliyor. O yüzden şaşırıyor. 

"Cihatçı videosu izliyordum da, sen nereden aldın malı la?" diye cevap verip yeni bir soru yöneltiyor. 

"Torbacıdan" diye kısa bir cevap veriyor Deniz. 

"Evde ot mu bitti olum?"

"Yok, duruyordur evde hala da, benim gidip alasım geldi lan. Torbacıdan mal almak istedi canım."

"İyiymiş"

Evde bir kaç keşe bir kaç ay yetecek kadar otları vardı. Farklı farklı ülkelerin malları. Hepsini derin internettten sipariş ettiler. Bir kaç yıldır ot ihtiyaçlarını internetten karşılıyorlardı. Sadece ot değil, her türlü illegal uyuşturucuyu internetten sipariş ediyorlardı. Eroin ve morfin dışında bilinen tüm kafa yapıcılar girdi bu eve. Diğer ikisini denemeyi henüz götleri yemiyordu. "Eroin benim intihar yöntemim olacak" demişti Deniz bir keresinde. 

"Beril niye gelmedi la?" diye soruyor.

"Ha? He ayrıldık olum biz ya" diye cevap veriyor Deniz. 

"Harbi mi lan! Niye olum?"

"Ya ne bileyim, ayrıldım işte. Olmuyordu artık"

"He bir de sen ayrıldın! E seviyordun olum sen bu kızı. Yani bana gayet seviyorsun gibi geliyordu."

"Seviyordum da, kendimi daha çok seviyorum. Uğraşamam nazı ile tafrası ile daha fazla." 

"Olum kızın ağzı var, dili yok gibiydi. Bir kere bile bir şeyini... ııııhhh, ne bileyim ters bir sözünü, bir mimiğini bile görmedim ben."

"Evet arkadaşlarına karşı öyle. Sen benim arkadaşım olduğun için sana karşı da öyleydi. İlişkide ise canavar mübarek. Her istediği olsun, tam da onun istediği gibi olsun istiyordu. %98'e bile tahammül edemez falan. %'2'nin tafrasını yapmadan duramaz. Bir yere kadar işte. Bitti, gitti."

"Rakı falan söyleyeyim mi la? Var mı ya da evde? Siktir et onu rakı içelim" deyip otu işaret ediyor. Deniz ise tüm konuşmaya boyunca yaptığı gibi paketlenmiş ottan tohumları temizliyor. 

"Ne gerek var ya? İçeceksen iç sen, içmeyeceğim ben rakı falan."

"Hani aşk acısı falan, rakı ya meze olur işte"

"Olum dert yok ki meze olarak kullanalım. Dün yapacaktın  o teklifi sen."

"La ayrıldım demiyor musun olum, bundan ala dert ne ola ki?"

"Ayrılmak derdin sonu be koçum."

Öyle mi acaba diye düşünüyor genç adamımız. Kendisi için öyle olmamıştı. Ayrılık tüm dertlerin anası olmuştu. Dört yıl önce dağılan götünü zar zor toplamıştı. Toplamış mıydı? 

"İlişki benim için kangren olmuştu zaten. Tüm vücuda yayılmadan kestim attım kolumu. Zararın neresinden dönsen kar işte. Niye olmadı, şöyle olsa böyle olmazdı falan diye düşünüp kendi kendini yemeye gerek yok. Benden önemli bir şey yok. Kolum bile olsa." diye devam ediyor Deniz. Sonra kafasını önündeki işten kaldırıp bizim gence bakıyor, "Ben sana anlattım olum bunları daha önce? Tam olarak neresini anlamadın? Dinlemiyor musun olum sen hiç beni?" diyor. 

"Aynı şey mi la? Ben kolun kangren olduğundan emin değildim keserken. Kangren sanmamı sağladı, kendi kolumu bana kestirdi, sonra da çekti gitti. Göt gibi kaldım ortada"

"Ya tamam eyvallah, ağır bir şey yaşadın. Yaşadın ama geçti be genco. Bırak artık bu ayrılık acısını arkanda.Bari her ayrılanda tekrar tekrar yaşamaya kalkma. Bir ara ne güzel geziyordun sen, gene gezsene."

"Sıkıldın mı la benden?"

"Lan yok olum öyle değil de, evde cesedini bulacağım falan diye korkar oldum. Manyak gibi bütün evi temizlemişsin baksana."

"E normal değil mi bu?" 

"Değil amına koyayım! Temizlik değil bu! Kıtlamışsın resmen. Olum fayans aralarını ben hep krem rengi sanıyordum, beyazmış lan onlar. Sayende bunu da öğrendim az önce. Bu çiçeği neyle sildin hem böyle lan? Resmen parlıyor bu!" diyerek ağacımsı bitkiyi gösterdi Deniz.

"Güzel olmamış mı la? Birayla sildim. Parlasın diye. Bira cidden cilaymış olum."

"Ahahaha, Aferin genco. Amına koyayım senin ben, ya mal herif. Ahahaha"

"Ahahaha" 

Gülüp geçiyorlar. Deniz ayıklama işine dönüyor, bizimki bilgisayarına. Forumlara bakıyor. Yeni bir bulut sızması var mı yok mu  diye "Reddit"i kontrol ediyor. Sanal paranın dedikodu sitelerinde dolanıyor. Sahte olduğu çok belli olan kiralık katil ilanlarına bakıyor. Bu sırada Deniz ayıklama işini bitirmiş, tepsiyi sehpaya bırakıp bong yapmakta kullanacağı nargileyi almak için odasına gidip geliyor. Kapağı doldururken "istiyor musun la" diye soruyor arkadaşına.  İstemiyorum manasında bir mimik alıyor cevap olarak. 

Kapağı doldurup ağzını bong nargilesinin silindirine dayıyor. Çakmayı çakıyor, derin bir nefes çekiyor, nargilenin dibindeki sudan geçen duman silindir boyunca yol alıyor, Deniz'in ağzına ulaşıyor. Farklı bir silindirden devam edip akciğerlere ulaşıyor. Uyuşturucu madde burada kana karışıyor, başka silindirler olan damarlar yoluyla beyne ulaşıyor. Kafasını nargileden kaldırmadan önce "içeride kalan duman"ı ikinci bir nefes ile çekiyor. 

Esrarın kokusu tek kapakta bile tüm salonu kaplıyor. Az önceki deterjan kokusundan eser yok. Deniz kalkıp salonun kapsını kapatıyor. "O kadar temizlemişsin gitmesin odana falan duman" diyor.

"Siktir et la ne olacak" diye cevap veriyor. "Ev kokusu falan sipariş ettim bir sürü zaten bugün, bir iki güne gelir." 

"ahahaha" 

"He senin kafa dumanlanmadan şey diyeceğim bak. Ya da neyse siktir et."

"Ne diyecektin la?" 

"Olum dedin ya 'atlatamadın' falan diye. Baya baya unuttum lan ben. Geçen gün fark ettim. İfadesini hatırlamıyorum. Tek kaşının hareketinden ne demek istediğini anlardım. Gözlerinin ne dersem yaşaracağını bilirdim. Ses renginden, makyaj tonundan ruh halini anlardım. Unutmuşum lan hepsini. Zorladım kendimi ama hatırlayamadım. Sonra internetten sosyal ağ sayfalarına baktım. Gördüğüm kişiyi tanımıyordum lan. Aynı değildi. Sanki başka biriydi. Eski fotoğrafları ile karşılaştırdım. Aynı gibi görünüyor ama farklı. Sanki sanal imgesi. Yada eskiler sanal imgeydi, yeniler ise gerçek. 

Bir de bir şey daha fark ettim, bu karşılaştırmayı yaparken hiç bir şey hissetmiyordum. Zorladım falan kendimi bir şeyler hissedeyim diye. Kötü de olsa, zarar da verse bir şeyler hissetmek istedim. Yok aga, olmadı hissedemedim. Hiç bir şeye hiç bir şey hissetmiyorum gibi geldi. Sanki hiç hissetmemişim gibi. Elimi yanan sobaya bassam onu bile hissetmeyecekmişim gibi. 

Haklısın bir yerde atlatamadım. Atlatamadığım ayrılık değil ama. Bir şeyler kopmadı da, sanki bir şeyler fazla gelmiş. Önce o vardı, merkeze oturuyordu. Hayata anlam katıyordu. Gittiğinde boşalttığı yeri yokluğu ile doldurdum. Madde gibiydi la yokluk.  Anlam kattı lan. Şimdi o yokluk bile yok. 

Şu propaganda videolarına sardım. Adam ölürken bile davasına hizmet peşinde. Bendeki boşluk adamda yok çok belli. Belki saçma sapan, belki canice, belki öyle ya da böyle... Fark etmez ki? Koca bir yalan la dahi olsa doldurmuş adam o boşluğu. Lan adam ölüyor, dı ent, fin, ende, свежий. Başa sarma ihtimali yok, olsa da başa sarmayacak ama. Cehalet değil manyaklık erdem olmuş olum adama. Adam ölürken bile senden benden daha canlı gibi. İmreniyorum lan."

Deniz arkadaşının bu uzun nutkunun sonlarına doğru elinde tuttuğu nargileye bakıyor. "O mu çekti dumanı ben mı la?" diye düşünüyor bir an. Ne diyeceğini kestiremiyor. En sonun da "ne içtin olum sen bana da ondan ver" diyebiliyor. 

"İçmedim olum bir şey. Sadece bir süredir bunu düşünüyorum. Ne yapıyoruz lan biz?" 

"Takılıyoruz olum işte. Gittiği yere kadar gidecek. Kısacık zamanımız var, onda da anlam peşinde koşmayalım." 

"Anlam peşinde koşmak değil de, dediğin gibi kısacık zamanımız var. Bin yıl yaşamak ile bir saat yaşamak arasında gerçekten pek bir fark yok. Yani zamanın sonsuzluğunu falan düşününce hiç bir anlamı yok aradaki farkın."

"Heee yok"

"E beş yüz yıl bu evde yaşayacağıma yada bana 'buraları mutlaka görmelisin' diyen insanların dedikleri yerleri görüp, ye dediklerini yeyip, sik dediklerini sikerek yaşamak saçma değil mi lan? Sanki görünmez bir fanus içinde yaşıyoruz lan. Her yerde aynıydı amına koyayım. Herkes bir fanusun içinde, güvenli ve temiz bir hayat peşinde sanki. Çin'deki adamla Niger'deki adamın beklentileri aynı, ulaşmak için yöntemleri farklı. Bu adamlar, cihatçılar falan yani, farklı bir şey yaşıyorlar."

"Ne yapalım İslam Devleti için şehit mi olalım?"

"Ya yok. Aslında dava falan değil olay. O da yalan. Hem herkes bir davanın peşine düşüyor bazen. Bence bu adamların bana farklı gelmesinin nedeni başka bir şey. Adamların hayatına anlam katan şey ölüm ile nişanlı halde olmaları. Her an ölebilecek olma fikri hayatı anlamlı kılıyor sanki."

"Lan, geldiğimde sordun ya hani !neden ot aldın' diye. Ben bu otu ilk içmeye başladığımda lise birde falan okuyordum. Bizim oralarda torbacı falan yoktu. Okulda bir piç vardı, Recep diye. Onların semtten alırdık. Semtin merkez camisinin hemen karşı sokağında, adliyenin üç yüz metre falan ilerisinde bir ev vardı. Tüm sokak satıcı kaynardı da, biz o evden alırdık hep. Paranoya işte, bilmediğimiz bir şey verecekler diye korkardık. Hem evde otu satan da bildiğin teyzeydi. Güven veriyordu anlayacağın. 

Neyse biz bu eve git gel yol yapmışız. Başlarda polisten falan korkuyoruz da, sonradan orospusu olduk işin. Polis falan varsa ıslıkla anlaşıyor şoparlar, kimse mal satmıyor. Bir gün teyzeden aldık malı yine, çıktık gidiyoruz. Sokaktan tam çıkacağız, bir adam "gençler var mı üzerinizde bir şeyler" dedi. Hızla bir kimlik çıkarıp soktu. Tam mal dönemleri anında tırstık. 'Yok amirim, arkadaşa baktık biz' falan diyoruz da, suratımızdaki ifade 'götümüzde koca parti kokain var' diye bağırıyor. Adam bizim üzerimizi aradı, ilk çepten çıktı tabii paket. 'Bu ne lan?' dedi. Cevap yok bizde. 'Yakarım lan sizi falan' çekmeye başladı, başladık yalvarmaya. 'Amirim babam beni keser, annem beni sopa ile döver, valla ilk bu, bir daha da olmaz' falan çekiyoruz. Nuh dedi peygamber demedi başta. Sonra yumuşadı. 'Lan gencecikte çocuklarsınız' demeye başladı. 'Nasıl yapsak ki' dediğinde anladım, yemlemek gerek. Cebimdeki tüm parayı verdim. Arkadaş da verdi. 'Siktirin gidin şimdi, görmeyeyim sizi bir daha burada' dedi. Cidden sikilip gitmiştik haa! ahhaha! 

Bugün de aklıma geldi. Lan ne zamandır almıyorum. İçmek kadar almanın da zevki var sanki. Şimdi internetten söylüyorsun sen. Sanki lahmacun söylüyorsun. Geliyor içiyoruz. Her boku denedik, o pis evden aldığım otların tadını hiç bir şey vermedi. Ondan gidip aldım bunu. Sen de içirmemeye yemin etmiş gibi konu açıyorsun be birader. 

Haklısın da. Adamlar ölümle nişanlı oldukları için senden benden daha canlılar. Devamlı bir heyecanları var." deyip yeni bir kapak hazırlamaya başlıyor Deniz. Hazırladığını bizim elemana uzatıyor "madem konuşuyoruz, sen de benim kafada olacaksın" diyor. Bizim elemanda Denize hak verip çekiyor dumanı. 

"Ne bileyim olum" diye devam ediyor Deniz. "Kızılderili olsam adım 'patlak prezervatif' olurdu benim. Sağ olsunlar, hiç gizlemediler anne babam istenmeyen çocuk olduğumu. Sevgi açığını para ile şımartarak geçiştirmeye çalıştılar. O yüzden hiç değerini bilmedim paranın."

"Ben de bok gibi para kazandığım zaman anladım anlamı olmadığını" diye araya giriyor bizim genç. 

"Öyle deme genco, parası olmayana paranın anlamı büyük."

"Para ile satın alınan şeylerin anlamı büyük sanıyorlar. Büyük evler, spor arabalar, sınırsız gezip tozma bla bla... Hiç birinin hiç bir anlamı. Para ile satılmayan şeyler daha anlamlı. İnsan her boku alacak kadar parası olunca anlıyor bunu. O zaman da yalnız kalıyor işte. Para ile alınamayacak şeylerin sadece masallarda kaldığını anlıyor. Çünkü bedava olası gereken şeylerin imajları satılıyor. Sanal sevgiler, dostluklar aşklar. Hepsi sanal. Sanal olduklarını anlayınca gerçeği de var sanıyor insan. Sanalı olan her şeyin gerçeği yok maalesef. Sadece sanalın sanalı üretilmiş, İlk sanalı gerçek sanalım diye."

"Ne yapalım olum, ölelim mi? Ver siparişi eroin getirsinler bari."

"Ya yok olum. Ölmeden önce yaşayalım diyorum ben. Ölüme yakın durursak hayat anlam kazanır."

"He IŞİD militanı yapacaksın sen bizi, koydun kafaya. Olum müslüman bile değiliz lan." 

"Irak'dakiler müslüman da, Suriye kolunda çoğu değil zaten. Görüntüde öyleler sadece. Aslında çoğu sadece kafayı sıyırmış macera meraklıları. Hem para kazanıyorlar, hem heyecan yaşıyorlar, hem de cihat nikahı ile pedofili ruhlarını doyuruyorlar. Onlar olmasa giderdik bak cidden. Ama bu adamların varlığı bize gerçeği söyler. Her gördüğümüzde kendi yalanımız yüzümüze çarpar. Olmaz yani o iş, yaşayamayız orada."

"Eeee nereye varacaksın olum?" 

"Yaaa illa bir yere mi varacağım olum."

"Tabii lan, soktun bizi bir yere, yok yaşamıyoruz, yok adamlar yaşıyor aslında. Her şey sanal gerçek yok falan! Bir yere gidelim de geleceğim lan peşinden."

"Deniz, ben içimde bir boşluk var diyorum, dolduracak bir şeyler arıyorum. Sana ne oluyor be yarrağım sen ne  düştün peşime?"

"Bende de varsa demek ki boşluk, çareyi sende aradım. ahahaha."

"IŞİD falan değil de, ölüme yakın olmanın başka yolları da var aslında"

"Heee bu ülkede ölümden bol ne var la bu sıralar?"

"Lan olum, eyvallah şimdi markete gitmeye çıksak bıçaklanıp öldürülme riskimiz var ama o riske çok alıştık. Ondan bahsetmiyorum ben."

"Neden bahsettiğini biliyor musun bu sefer?"

"Biliyorum la biliyorum. Kiralık katil tutacağız derin internetten. Yüzde doksanının yalancı olduğu ilanlardan birini seçeceğiz. 20.000$ falan istiyorlar kişi başı. Paranın yarısını verip bekleyeceğiz. Büyük ihtimal dolandırılmış olacağız ama 'ya tutarsa' felsefesi bir değişiklik yarabilir."

"Tama lan" diyor Deniz.

Oturduğu koltuktan kalkıp arkadaşının yanına oturuyor. Bir kaç bağlantı dolaşıp katil ilanlarından birinde karar kılıyorlar. Her ülkede hizmet verdiğini iddia ediyor site. Fransız özel harekat ordusundan ayrılma askerler olduklarını iddia ediyorlar. Bizimkiler eyvallah diyor sanal parayı kod olarak yolluyorlar. İki kişi için paranın yarısı, yani 20.000$. Hiç bir şekilde devamı ödenemeyecek bir para. İlan sahte de olsa, gerçek de olsa. 

Ne olur ne olmaz, son defa sevişmeden ölmeyelim diyorlar, internetin hiç de derin olmayan kısımlarından daha önce defalarca birlikte oldukları iki fahişeyi eve çağırıyorlar. Kadınlardan biri başka bir müşteri ile olacağını söyleyince iki katı para teklif ediyorlar. Diğer müşteriye "hastalandım kocacım" diye bir kısa mesaj gidiyor. 

Kadınlar geliyor, kapaklar alınıyor. Kadınlardan biri kokain istediği için evdeki depodan kokain çıkıyor. Uyuşturucu ve kadın ile devam ediyor gece. Sabaha karşı, kadınlar gittikten, uykuya teslim olmadan hemen önce, Deniz ilanı çoktan unutmuşken, hatta horul horul uyurken, bizim oğlan ilanın doğru olası için ağlaya ağlaya dua ediyor. İlan yalan olsa bile bir işe yaramış, bizimki bir şeyler hissediyor, sadece bunu fark edemeyecek kadar kafası güzel. 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Çöl

Çocukken abimle sık sık güreşirdik. Bu güreşlerde en korktuğum şey abimin yorganı içerisinde beni hareketsiz bırakmasıydı. Hem sıkışmış hissederdim, hem de temiz hava alamazdım. İşte o zaman insan olduğumu bile unutabiliyordum. Çaresiz hayvanlar gibi debelenmekten başka hiç bir şey gelmiyordu elimden. 

99 Depremi olduğunda en korktuğum şeyler arasına göçük altında kalmak girdi. Kolum, bacağım, ayağım bir yere sıkışsa ve ben onu kurtaramazsam ne yaparım diye sık sık düşündüm. Düşünmek bile içimi bunaltmaya yetiyordu. Temiz hava alamamanın fikrine bile istemsiz tepkiler veriyorum hala. 

Bir çeşit kapalı alanda kalma korkusu olsa gerek. Tam olarak bilemiyorum. İşte bu tam bilemediğim hissin kuzenini çölde açık alanda kaldığımı düşünürken yaşıyorum. Bu sefer içim sıkılmıyor ama acayip korkuyorum. Çölden kastım kelime anlamı ile çöl değil, aklımıza ilk gelen kum çölü. Yoksa Antartika'da çöl, sonuçta oraya da yağmur yağmıyor. 

Karıştırdım gene ama anlatmak istediğim şey çölden çok korkuyor olduğum. 

Korkuyorum, bir yandan da onu merak etmeden duramıyorum. Tabancaları sevmem ama Desert Egle (counter strike oynamış olanlar için 1-3. Ayrıca Deli Yürek dizisinde Yusuf'un kullandığı silah) adlı tabancaya hayranım. Bildiğin çekici buluyorum o silahı. Adını da çok güzel koymuş pezevenkler. 

Sting'in Desert Rose şarkısını uç uca sigara yakar gibi dinleyebiliyorum. Baya baya da seviyorum tabii. Dinlerken kafam çöle, oradaki hayali bahçelere ve karalar içerisindeki kara gözlü bir kadına gidiyor. 

Mecnun'un kendisini çöllere atması, orada kendisini bulması falan... Çöl de çöl... En sevdiğim tarihi karakterlerden biri Lawrance mesela. Olaya milliyetçi yada insani yönlerden değil, sadece akıl yönünden bakınca adama hayran olmamak elde değil. Ne yaptığına değil, kime yaradığına değil, kimin için yaptığına değil, sadece ama sadece nasıl yaptığına bakın. Çölde hayatta kalan, Bedevilerin bile saygısını kazanmayı başaran bir adam. Çölde hayatta kalacak kadar sert, Eski Yunancadan çeviri yapacak kadar bilgin, bambaşka insanları etkileyip peşine takacak kadar karizmatik. Arkeoloji ile başlayıp dünyanın tarihine yön verecek ajanlık ile devam eden macera. Her şeyinden tutku akan bu adama hayran olmamak elde mi? Hem de bunları en korktuğum ve beni en çok çeken yerlerden birinde, çöl de yapıyor. Aynı çağda yaşasaydık tamamen farklı taraflarda olacaktık, büyük ihtimal savaşacaktık ama o zaman bile Lawrance'a hem hayran olurdum, hem saygı duyardım. Plevne kuşatmasındaki G.O. Paşa ya Ruslarca duyulan saygı gibi. (kapışsak Lawrance'ı yenerdim yani ) 

Neyse, en sevdiğim bilgisayar oyunlarından biri ve ayrıca kitaplardan da biri DUNE (Çöl Gezegeni) En sevdiğim filmler listesinde İngiliz Hasta var. Çöl ile ilgili bilipte sevmediğim tek şey Simyacı bak. O kitabı pek sevmemiştim. 

Belki bir gün yolum Sahra gibi bir çöle düşer. Turistik gezi olarak düşmesin ama. Maceralı bir şeyler olsun. 

Neyse çölün ihtişamını falan hiç anlatamam, yaşamadım çünkü. İçimizdeki çölleri sulayalım falan diye de bağlamayacağım bu sefer. Şarkıyı dinleyin siz. 

6 Ekim 2014 Pazartesi

Beyaz Dizi

Galata'dan Karaköy'e doğru iniyoruz. Daha yeni tanıştık, hatta tam tanışmadık. Önümüzde uzun bir yürüyüş var. Mecaz falan yok olayda, baya baya yürüyeceğiz. İstanbul'da biri ile birlikte yürüdüğüm en uzun mesafeyi kat edeceğim. Neyse, konumuz bu yürüyüş değil. Neden yazmaya başladığımı söylediğimde şaşırıyor. Asıl olay ise nasıl okumaya başladığımda yatıyor. 

Lise hazırlığa gidiyordum. Ramazan ayıydı ve genelde sabahları oruçlu olurdum. Bilgisayar falan oynayarak zaman bir yere kadar geçiyor. Zaman geçsin diye daha değişik bir şey arıyordum. Babaannemin boş evine abimin "bazı" gazetelerini aramaya indim. Gazete ararken kitap buldum. Adı "Rita'nın Oyunu" olan bir kitap. Rita adına karşı bir ilgim vardı. Galiba Power Rangers'la alakalıydı. Rita aklımda güçlü kadın imajının ismiydi o aralar. Zaman geçsin diye o kitabı okumaya başladım.

Zeki bir dolandırıcı ve onun yanına köstebek olarak yerleşen kadın polisin hikayesini anlatıyordu kitap. Adamın ufak dolandırıcılıkları falan çok eğlenceliydi. Eğer fırsatı olursa 50 cent para için bile dolandırıcılık yapıyordu. Kitabın devamında dolandırıcılıkla kalmayıp cinayete varan işlere bulaşıyordu. Zaten aklımda kalan en önemli önermesi buydu kitabın. Bir suçlu asla tek alanda çalışmaz, mutlaka diğer alanlara da kayar.  

Elbette kitabı bitirmem de karakter ve olay kurgusu, mesaj falan da önemlidir ama asıl önemli olan kitabın beyaz dizi diye tabir ettiğimiz sınıftan olmasıydı. İnternetin ülkemizde daha olmadığı, pornonun şehir efsanesi olduğu, gençlerin kendilerinden ufak kardeşlerini Bulvar Gazetesi almaya yolladığı yıllarda bu beyaz dizi kitapları yok satarmış. Hatta bendeki kitabı yanlış hatırlamıyorsam Hürriyet dağıtmıştı. Abicim olay şu, 10 sayfada bir seks olur mutlaka. Ve betimlemeler ayrıntılıdır. "Kaslı vücudu ile onu sardığında, doymak bilmeyen bir aygır gibiydi, göğüslerine dökülen şampanya aşağıya doğru akarken Jack diliyle akan şampanyayı takip ediyordu gittiği yere kadar" falan gibi betimlemeler. 

Lise hazırlığım tabii, her şeye en çok da bu kitaba hazırım. İlk bitirdiğim kitap oldu. Sonra bir kız arkadaşımdan çok daha aşmışını aldım. İade etmedim. Zaten o ara fırça darbeleri patladı, sonra grinin tonlarına kadar gitti de ben takip etmedim. O ara daha fantastik şeylere sarmıştım. Edebi tür olarak fantastik la. 

Öyle pek klasik de okumadım. Her liseli gibi Suç ve Ceza okutuldu. Lise edebiyat hocam iyiydi, Cengiz Aytmatov reisimle falan tanıştırdı. Derslerin yarısı kitap incelemesi falan olurdu. Ondan sonra ilk klasiğimi kız arkadaşım verdi diye okumuştum. (Bende ondan bir kitap okumasını istemiştim, ayrılana kadar okumadı la. Tek isteğim oydu herhalde, en sevdiğim kitabı oku. Tabii ki söz konusu eser Yüzüklerin Efendisi. Kalın geldi baya.) Sonra okuyunca Tolstoy'u baya sevdim. ,Gittim aldım kitaplarını falan. İllegal bir gecede kafamda Anne Karanina ile bile muhabbet ettim. 

Sonra internetten bedava kitap indirmeyi keşfedip baya saçma sapan kitap okudum. Gene de çok okuyan biri olarak görmüyorum kendimi. En azından roman falan okumuyorum diyebilirim. Araştırma eserleri okumak daha zevkli oluyor. Okumayı değil de, öğrenmeyi seviyorum. 

Geçen sahaf festivalinden "Altına Hücum"(Charlie Chaplin filmi ile alakasız) diye bir kitap aldım. Konusu ilgi çekiciydi. Meğer beyaz dizi kitabıymış. "Altın'a Hücum" değil direk "altına hücum" kitabı yani. Konu gene güzel de, iki de bir betimlemeli sevişme okumak garip geliyor şimdi. Toplum içinde kitap okuyamıyorum arkadaş, hafif hareketlenmeler falan oluyor. 

Olay bu, yazı bitti. İkramiye olarak bir kaç. beyaz dizi kitabı adı yazayım. Hürriyet Yayınları'nın halkımıza armağanı. 

ALİ İLE NİNO - DOKTOR HANIMLARI - ERKEK GÜZELİ - CEMİL - DARBE - ŞU YASAK İLİŞKİLER -  SUSAMIŞLAR - DÜŞKÜNLER (son ikisi favorilerim, darbe de fena değil aslında) - AŞK ÇİFLİĞİ - YALNIZLAR KUMSALI - DİŞİ TİLKİ (tilkiye bile giydirirler valla) - KIYIDAKİ DALGALAR - ŞİŞKODAN POKERDE KAZANDIĞIM ADAYI YEĞENİME BIRAKIYORUM (kitabın adı bile ayrı roman) - DALGALARIN SESİ - SENİ İÇİME GÖMDÜM - KEÇİ VE ÖKÜZ - 

5 Ekim 2014 Pazar

Cenker'in Kızı

Üç yaşındaki kız çocuğu babasına "Cenkoş" diye hitap ediyor.

Gözleri koyu mavi, sarı saçları kafasının iki yanında toplanmış. Süt dişlerinin tamamı çıkmış. Nokta gibi burnu var. O mavi gözlerden zeka fışkırıyor. Yetişkin bir insanın bir karışı kadar bile uzun değil kırmızı eteği. Eteğin altında soğumaya başlayan havalara önlem olarak kalın külotlu çoraplar giydirilmiş. Kartpostallara kapak olacak şirinlikte. Facebook'ta yengenizin, ilkokul öğretmeninizin sürekli afacan videolarını paylaştığı kızlara benziyor. 

Cenker'in kucağına tırmanıyor, bir şeyler anlatıyor. Sonra sıkılıp yere iniyor. Bir kaç saat süren otobüs yolculuğu canını sıkmış. Mızmızlanmıyor ama hareketsizlikten bunaldığı çok belli. Sürekli Cenkoş diye seslendiği babasına bir şeyler anlatıyor. Cenkoş kızının aksine kara kafalı sıradan bir adam. Kumaş pantolon ve gömlek giyiyor. Kız Cenker'e değil de, Cenker'in yanında oturan karısına benzediği için çok şanslı. 

Hayır, bir hayal yada paralel evrende geçen bir olay anlatmıyorum. Yakın gelecekten bir şeyler de yok burada. Yaşadığımız zamanda, bizim gerçekliğimizde yaşıyor bu insanlar. Dün memleketimden İstanbul'a dönerken otobüste karşılaştım onlarla. 

Siz adaşınız ile karşılaşınca nasıl tepki veriyorsunuz bilmiyorum ama ben çok şaşırıyorum. Cenker pek kullanılan bir isim değil. Dün gördüğüm bu çocuklu adamla birlikte bildiğim Cenker sayısı 5'e yükseldi. 


İlk adaşım ilk okul öğretmenimin oğluydu. Adını benden görüp koymuşlardı. 

İlkokulu ben bir başka ilçede okudum. Üçüncü sınıfa kadar falan annem götürdü okula, sonra kendim gitmeye başladım. Okula gitmek için iki yolum vardı ama ben hep aynı yolu kullanırdım. Güveççi dükkanımız vardı orada, çalışan Yakup beni görünce annemi arar haber verirmiş. Ben bilmesem de kontrol ediliyormuşum yani. Neyse, ben bir gün nedensizce diğer yolu kullandım. O gün ikinci derste nöbetçi öğrenci bizim sınıfın kapısını çaldı "Cenker Bey" burada mı dedi? Müdür gönderince adam oğlunu soruyor sanmış tabii. Aslında aranan benim ama çocuk ne bilsin? "Yok Cenker falan" dedi öğretmen haliyle. Bir ders sonra kapı gene çaldı, annem gözleri yaşlı kapıdaydı. 

Diğer bir Cenker'i sahaflarda gördüm. Çok gıcık durumdu. Arkadaşları çocuğa seslendikçe "efendim" diyordum. Üç dört kere üzerime alındım, kasten yaptıklarını benimle dalga geçtiklerini falan düşünmeye başladım. Çok saçma ama öyle sandım. Adım sanki bir tek bende var gibi hissediyordum. 

Bir başka Cenker'i ise lise son sınıfta tanıdım. Bunun kankası ile arkadaş gibi bir şeydik, o tanıştırmıştı. Hayata erken atılmış, organizatör gibi bir şeydi. Tanıştık, baya muhabbet falan ettik. Sonra bunun kız arkadaşı geldi. Ayrıldılar o gece falan, öyle bir şeyler oldu. Bu sırada ben masa değiştirmiş, kendi arkadaşlarımın yanındaydım. Anam dağ gibi adam bir saatte bir yamuldu, pir yamuldu. Böyle salya sümük ağlamalar, ayakta duramayacak kadar sarhoş olmalar falan. Arkadaşları omuz verdi de kalktı gitti falan. "Lan" dedim, "bir kadın uğruna bu hale düşülür mü arkadaş? İki kere terk edildim, iki kere aldatıldım da hiç bu hale gelmedim. Ne basiretsiz adammış" Hiç bir şeyi ayıplamayacaksın bu hayatta. On katı ile ödeme yapıyorsun. Ha hemen, ha yıllar sonra. 

Son Cenker ise hiç görmedim ama en çok buna kıl oluyorum. Hürriyetin internet sitesinde galeri yapan bir magazin muhabiri kendisi. "Onu hiç böyle görmediniz, Bakın sevgilisine ne hediye aldı, annesi babasını her gece aldatıyordu" gibi başlıklarla galerileri açan adamın adı da Cenker. Hiç dikkatinizi çekmediyse hemen bir kaç galeri kontrol edin görürsünüz. 




Çocukken, ama çok çocukken Cenker adına kıl olurdum. Kimse anlamzdı çünkü. Cenk_ney? gibi sorular ömrümü yerdi. İşin boktanı kendim de söyleyemezdim kendi adımı. Cenkey derdim. Sonra çocukluk aşkım sevdirdi adımı bana. Karşı komşunun kızıydı. Bence Cenker Ahmet'ten daha güzel dedi. O günden sonra Cenker'i sevdim. Çok sevmişim ki bu sefer Ahmet'e kıl olmaya başladım. Şimdi ikisini bir arada seviyorum. Gerçi sadece tek bir kişi bana Ahmet diyor ama olsun. Ahmet Cenker güzel isim, hem adı Ahmet Cenker olan kimseyi de görmedim daha. Kızım olursa Ahmed-i Cenkoş desin lan bana. 

26 Eylül 2014 Cuma

Ayrılık Notu

Bitti.

Senden ayrılıyorum. Yıllar süren birlikteliğimizin sonuna geldik. Artık sana ait olmak istemiyorum. Korkuyor muyum? Biraz korkuyorum. Yokluğun beni farklı biri yapacak. Biliyorum, senden ayrılır ayrılmaz zaman yavaşlayacak, dakikaları değil saniyeleri sayar olacağım.

Ama yokluğundan keyif almayı öğreneceğim. Bir süre sonra, keyif alacak kadar bile yokluğunu hissetmeyeceğim. Senden ayrılmanın ne kadar kolay olduğunu fark ettiğimde dünyalar benim olacak. Asla geri dönmeyeceğim. Ara sıra aklımı kurcalayacaksın, birileri seni hatırlatacak. Günaha davet gibi, tüm çekiciliğinle geleceksin üzerime. En üzgün anlarımda, en mutlu anlarımda, sıkıldığımda, çoştuğumda... Hep bir şekilde kendini anımsatacaksın bana. Sinsi sinsi, sana gelmemi bekleyeceksin. Çok beklersin. Az önce bitti bu iş.

Arkadaşlığın da senin olsun, yoldaşlığın da. En acısı seni dost bilmemdi. Her anımda yanımda olmanı istememdi. Nasılda kandırdın beni yıllarca. Şimdi seni hayatıma soktuğuma o kadar pişmanım ki. Biliyorum, dışarıda senin için can atan binler, yüz binler hatta milyonlar var. Anam babam bile hala senin o büyülü yalanına inanıyorlar. Keşke seni benim gördüğüm gibi görebilseler.

Beyazın senin olsun, kırmızın senin olsun. Sen yandıkça ben bittiyordum. Şimdi ben yanmadan seni bitiriyorum. Güle güle küçük dostum. Yolun açık da olmasın. Dost kalınabilecek bir ayrılık değil bu. 11 yılımı zehir ettin. Hiç bir faydanı görmedim be. ,Ağzımda bıraktığın katran tadı bok tadından beter olsa gerek. Etrafıma verdiğin rahatsızlık, yüksek çıkan sesimden beter olsa gerek. Neler kaçırdım sana gelmek için. Ne acılar çektim tek bir nefes için.

Yok, böyle devam edemez. Bırakıyorum seni. Siktir git lan. İçmeyeceğim artık. Kışt kışt cinler kışt kışt, yallah cinler yallah.

Faydası yok, zararı çok bu zıkkımı bunca yıl kullandıysam bir çeşit aşk olmalı bu. Başka bir açıklaması yok yani. Bıraktım amk. İçmiyorum.

25 Eylül 2014 Perşembe

Anka

Fon müziği olarak Ümit Besen'den Nikah masasını çalabilirsiniz ama hikaye o kadar naif olmayacak.

Tombul bacaklı küçük bir kızken bile bu günün hayalini kurardım. Birazdan, gelin odası adı verilen bu bekleme odasından çıkacağız ve kırmızı halının üzerinde yürüyeceğiz. Bizi birbirimize bir ömür bağlayacak imzaları atacağımız masaya yürüyeceğiz. O masaya oturacağız, nikah memurunun sorusuna "tüm kalbimle evet" diye cevap vereceğiz. İmzaları atacağız ve yeni bir hikayeye birlikte başlayacağız.

Gelin odasında otururken, heyecandan terlemeye başlayan ellerimi sıkı sıkı tutuyor. Gözleri ile gözlerimi okşuyor. "Sakin ol" diyor, "hiç bir sorun çıkmayacak. Ne şimdi, ne de bundan sonraki hayatımızda. Dünyanın bize sunabileceği tüm kötü sürprizlere engel olacağım. Hiç bir şey bize zarar veremeyecek." ;Ellerini ellerimden çekip kafamı tutuyor. Kendisine çekip sıkıca alnımdan öpüyor. Saçlarımı kokluyor, derin derin içine çekerek kokluyor. Vücudunu öne eğip sarılıyor bana. Boynuma öpücükler konduruyor. Ben de aynı karşılığı veriyorum. Geri çekilip tekrar gözlerime bakıyor. Sıcacık gülümsüyor. Hava ısıyı iletiyor, sıcacık bir başka gülümseme de benim dudaklarıma yayılıyor. Gelinliğimin duvağını kapatıyor. Kendi gözlerini de kapatıyor. Sımsıkı yumuyor onları. "Ne yapıyorsun" diye soruyorum, "hayallerimi gözden geçiriyorum" diyor. "Birazdan gerçekleşecek hayallerimi"

Merve kapıyı açıp içeri daldığında bizi sessiz sessiz birbirimizi izlerken buluyor. İçeri girmiş olmasına rağmen kapıyı tıklatıyor, sonra da kapatıyor. "Heyecan var mı heyecan?" diye soruyor. Mert "Sende olduğu kadar yok galiba" diyor gülerek. Üçümüzde gülüyoruz. Merve istese de yüzündeki gülücüğü silemez zaten. "Ayyyy kızzzzıııııımmmm, evleniyorsunuz yaaa" diyor. Kikirdeyerek, büyük adımlarla yanıma geliyor. Elleri kapalı olan duvağıma gidiyor. Bir an  duraksıyor. "Offf çok heyecanlıyım, neredeyse duvağı açacaktım." diyor. Mert'e dönerek  "senin yerinde gözüm olduğunu biliyorsun zaten" diyor. "Eğer gelin de isterse ben hakkımdan feragat ederim." diyor Mert gülümseyerek. "Asla, bugün senle bir evleneyim, Merve'ye sonra sıra gelir" diyorum. "Üfff çok tatlısınız yaaa" diyor Merve. Sesinde kıskançlık yok ama büyük bir imrenme var. Benim için gerçekten mutlu. Bir süre bizi izliyor. Sonra önemli bir şeyi unuttuğunu hatırlayan birinin paniğiyle "ay, beş dakikaya hazır olun demeye geldim ne yapıyorum" diyor. Duvağımın üzerinden beni öpmeye yelteniyor, sonra yaptığının ne kadar saçma olduğunu fark edip geri çekiliyor. Geldiği kadar büyük adımlar ile gidiyor. "Umarım gerdek odasına da girmeye kalkışmaz" diyor Mert şakacı sesiyle. "Umarım" diye karşılık veriyorum kahkahayla birlikte çıkan sesimle.

Beş dakika sonra, çalan orkestranın melodisi eşliğinde kırmızı halının üzerinde yürüyoruz. Halının iki tarafına küller serilmiş durumda. Her adım attığımızda iki metre önümüzde küllerin içine gizlenmiş boru hattının deliklerinden alev fışkırıyor. Gelinliğin alev alma talihsizliğini engellemek için daha önce bu yürüyüşün provasını yapmıştık. Buna rağmen alevlere alıştığımı söylemem. Yukarı doğru çıkan her alev topu heyecandan ateş basmış suratımda patlıyor sanki. Düğünü planlarken Mert'in istediği tek ayrıntı bu alevli oyundu. "Aşkımızın alevini herkes görsün istiyorum" dedi.

Tüm davetliler ayağa kalkmış, gelen gelin ve damadı alkışlıyorlar. En önde annem ve ablam duruyor. Göz yaşlarını tutamıyorlar. Bir an "keşke babamda bunu görebilseydi" diye geçiriyorum aklımdan. Hemen uzaklaştırıyorum onu aklımdan. Bu gece üzücü hiç bir şey gelmeyecek bu akla. Mert'in engelleyemeyeceği kötü şeyleri ben engelleyeceğim. Kolunda yürüdüğüm Mert aklıma geleni sezmiş gibi bir an duraksıyor sanki. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım zaman, onun benim gibi davetlilere değil, yolun kenarına serpilmiş küllere baktığını görüyorum. Gülümsemesi hala dudaklarında ama sanki donmuş gibi. Sadece bir an sürüyor bu yakalanma. Yürümeye devam ediyor, davetlilere gülümsüyor. Bir kaç arkadaşına kafası ile hafif selamlar veriyor. Nedenini anlamadığım bir anlık korkum farkına bile varmadan dağılıyor. Deli gibi alkış tutan arkadaşlarımı görüyorum. Başı tabii ki Merve çekiyor. Allah'ım bular benim en mutlu anlarım. Mutluluktan delirmek istiyorum. O kadar mutlu ve heyecanlıyım ki! Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Her şeyi görüyorum sanki ama zaman kavramı bazen yok oluyor. Çok mu hızlı geçiyor zaman?

İki yıl önce öldürdüm kendimi.

Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Odada oraya buraya uçan sineğin kanat hareketlerini yakalayabiliyorum sanki. Akrep yelkovan kadar, yelkovan saniye çubuğu kadar hızlı dönüyor. Resim atölyemin ortasında bağdaş kurmuş oturuyorum. Ben sağı solu yıkmadan önce de pek derli toplu bir yer değildi burası. Şimdi ise bir istifçi sığınağına benziyor. 


Kullanılmayan eşyalara çöp deriz. Ben kendimi öldürdükten sonra, tüm tuvaller, boyalar, kalemler ve fırçalar çöp olacaklar. 


Yakmalıyım belki burayı. İçinde ben varken yakmalıyım. Bütün semti yakmaya yetecek kadar tiner var elimde. Bitmiş, bitmemiş, asla bitmeyecek tablolarıma dökmeliyim tineri. Yüreğimde yanan ateş ile tutuşturmalıyım her şeyi. Sadece atölyeyi değil, mahalleyi şehri, dünyayı belki de tüm kainatı tutuşturmalıyım. Ateş almalı her şeyi. Kül etmeli. Ancak bundan sonra tekrar doğabiliriz. 


Hayır, ne kainat, ne dünya, ne mahalle, ne ben ne de o hak ediyor yeniden doğmayı. Hayır, ateşi hak etmiyoruz. Ateş ile temizlenmeyi hak etmiyoruz. 


Sormamız gereken soru kendimizi neden öldürdüğümüz değil. neden yaşamaya devam ettiğimizdir. Canlı olmanın doğası, ölmektir. Aslında her an, hayatta kalmayı seçiyoruz. Doğal olan ölümün kendisidir. Kaçınılmaz olanı ertelemek için artık bir neden görmüyorum. 


Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Ayağa kalkmaya çalışıyorum. Ben farkında olsam da, olmasam da zaman geçiyor. Kan toplanmış bacaklarımın üzerinde doğrulmaya zorlanıyorum. Parçalanmış tuvallerden birini elime alıp kazığa zımbalanmış çarşafını sıyırıyorum. Sonra bir başka çarşafı, bir başkasını daha. Bir birlerine bantlıyorum onları. Kafamı içine alabilecek kadar çarşafı birleştiriyorum. Üzerinde boya olan çarşaflar. Sentetik, hava geçirmeyecek boyalar. Bir poşet gibi geçiriyorum kafama. Boynuma bantlıyorum. Boya kokusu içeride kalan azıcık hava ile ciğerlerime doluyor. Hava bitecek, doğal olan gerçekleşecek. Hayatta kalmaya programlı bedenim aklıma ihanet ediyor, meditasyon nefesine geçiş yapıyor. Sadece süreyi uzatacak beyhude bir çaba bu. Zavallıca, yaşamın kendisi kadar zavallıca! 


Zaman çok çok hızlı ve çok çok yavaş geçiyor. Ölmeyi bekliyorum. Beni bulmasını bekliyorum.


Babam düğünümden 10 yıl önce, ben 16 yaşımdayken intihar etti.

"Yolda yürürken sıkılıp durabilirsin. Bir ipin üzerinde yürüyorsan, sıkılmak aklına bile gelmez." Babamın hayat anlayışı buydu. Borsa simsarlığı yaparak ailesini geçindiriyordu. Seksen öncesinde kaçak kot, sigara ve döviz işi ile uğraşan genç bir adamken girmişti bu yola. "Tahtakale'nin büyüsüne kapılmıştım. O gürültü, sıkışıklık, insanların durmadan bir yere koşturması. Ortada gerçekten görülebilecek hiç bir ürün olmamasına rağmen, tamamen sanal olanı, en görünür gerçekten daha gerçek kılan halleri. O adamlar gerçeğin doğasını çözmüş filozoflar gibiydiler. Gerçek, sadece inandığın, çok inandığın şeydir."

Babam bize bu sözleri söylediği zaman ben sekiz yaşımdaydım, ablam ise on yaşındaydı. Söylediklerini anlayacağımız yaşa gelmemizi bekleyemeyecek kadar heyecanlı biriydi. Annem onun hiç büyümeyecek bir çocuk olduğunu söylerdi. Benim için ise dünyanın en büyümüş adamıydı. Bir kahramandı. Hem çok güçlüydü, hem çok nazik. Beş yaşındaki kızının saç örgüsünün mükemmel olması için mızmızlanmalarına katlanacak kadar sevgi doluydu. Yaz tatillerinin bir bölümünü geçirdikleri otelin havuzunun  kenarında, on iki yaşındaki kızını kendisinden dört yaş büyük iki oğlan ile sigara içerken yakaladığında çıldırmak yerine, bunun neden yanlış olduğunu kızına saatlerce açıklayacak biriydi o. Kızı bir daha asla sigara içmeyecek.

Babam işinde başarılı biriydi. Ekonomi dergilerinde ona "finans uzamanı, borsa büyücüsü, paranın alaylı tanrısı" gibi yakıştırmalar yapılırdı. O ise sadece komisyoncu olduğunu söylerdi. Aylık bir ekonomi dergisindeki röportajında "...kendi param ile borsada bulunsam bundan gram zevk almazdım. Başkasının parasının kontrolü sizde olunca, onun geleceği de sizin kontrolünüz de olur. Ev kirası, kredi kartı borcu, çocuklarının okul taksiti... Yapacağınız tek bir hata, bir aileyi perişan edebilir. Bu perişanlıktan kendi nasibinizi almamanız olanaksızdır. Benim için tek bir aile değil, yüzlerce aile söz konusu. Yüzlerce ailenin geleceği üzerinden para kazanıyorum. Bu, hayata anlam katan bir risktir. Borsa ekranındaki diyagramlara baktığım zaman semboller değil, hayatlar görürüm." diye beyanat vermişti. O kazandığı parayı sadece bir ödül olarak görüyordu. Bu işi yapmasının asıl nedeni para kazanmak değil, onu hayata sıkıca bağlamasıydı. Başka hiç bir işte olamayacağı kadar başarılıydı. Belki de sırf bu yüzden aşıktı işine. Ablamla bana daha küçücük kızlar iken bile, binlerce defa zevk alacağımız işi yapmamızı tembihlerdi. "Para bir şekilde insanın eline geçer, önemli olan hayattan keyif alabilmek" derdi hep.

Gelir durumu bizim kadar iyi olan insanlar ile pek anlaşamadı. Altmışlı yılların varoşlarında doğmuştu o. Ailesinin köyden kente göç eden yüz binlerce aileden hiç bir farkı yoktu. Altı çocuğun en küçüğüydü. Bir ablasını ve bir abisini yetmişlerdeki kardeş kavgasına kurban vermişlerdi. En büyük iki abisi ise babamın tabiriyle "köşe tutanlar"dandı. Kaçakçılık yaptıkları dönemlerde malları getiren bu iki abiydi. Satmak ise babamın işiydi. O dönemlerde kurulan bağlardan asla kopmadı. Yine kendi tabiriyle, çok "sakat adam" tanıyordu. Borsada yükseldikten, ekonomi çevrelerinde saygınlık kazandıktan sonra bile koparmadı o adamlar ile bağlarını. Ama asla onlarla iş yapmadı bir daha. "Bu adamlar beni çok severler. Gücü ise her şeyden çok severler ve para onlar için gücün anahtarıdır. Onların parasını kaybedersem sadece kendi başımı yakmam. Onlarla çalışmamamın ahlaki bir nedeni yok. Sadece ailemi korumak derdindeyim. Eğer anneniz ile evlenmemiş, sizin gibi iki harika kızım olmamış olsaydı, yüzlerce temiz insan ile değil, iki üç tane kirli adamla çalışır  ve çok daha fazla kazanırdım." derdi.

Salonunda kendisini astığı yazlığı iki yıl önce satın almıştı. "Artık yaşlanıyorum, yaz hovardalıkları benim için sona erdi, kök salma vakti geldi." demişti. Henüz otuz sekiz yaşındaydı. Yazlık almak için Gelibolu'nun Saroz kıyılarını tercih etmişti. Daha önce kaldığımız kalabalık otellerden sonra burası onun için sessiz bir cennet gibi olmalıydı. Ablam ve benim içinse sessiz bir mezar gibiydi. En yakın market bile araba ile gidilecek mesafedeydi. Babam daha ilk yılından komşuları ile iyi ilişkiler kurmuştu. Biz ise o kadar şanslı değildik. Etrafımızda bizimle yaşıt hiç insan bulunmuyordu.

İki yıl sonra, hayatımızı değiştiren o yaz ablam liseden arkadaşları ile birlikte tatile gidecek izni alacak yaştaydı. Sadece iki yaş küçük olmama rağmen babam onunla gitmeme  izin vermemişti. Yalnızlıktan gün boyu uzun yürüyüşler yaparken bir kaç kilometre ilerideki sitede yaşıtlarım olduğunu keşfettim. Pek kalabalık bir grup değillerdi ve onlarda birbirleriyle ancak 3 yıldan beri tanışıyorlardı. Aralarından biri benim için uygun yaz aşkı olacak özellikleri taşıyan bir gençti. Hem kendi sitemizde yeterince sıkıldığım için, hem de bu yaz aşkı hoşuma gittiği için zamanımı bu sitede geçirmeye başladım. Geceleri eve dönmekte zorluk yaşadığım zamanlar bu sitede oturan yeni kız arkadaşlarımdan birinde kalmama izin veriliyordu.

Bir gece, yine bu arkadaşlarımdan birinde kalacağımı eve haber verdikten sonra arkadaşlarımla kumsala iniyoruz. Bir kaç bira almış bunları içiyoruz. Yaz aşkım yeni alışmaya başladığı alkole pek dayanıklı biri değil. Ufak dokunuşlarımızı daha büyük dokunuşlara çevirmek için acele etmeye başlıyor. Ben ise daha buna hazır değillim. Bir kaç yıldır taşıdığım memelerime henüz kimse dokunmamıştı. O gece ilk defa bir erkek memelerimi avucuna alıyor. Hem korkuyorum, hem büyük keyif alıyorum. Hata yapıyormuş gibi değil de, acele ediyormuş gibi hissediyorum. Daha ileri gitmek istemesinden korkuyorum. Dudaklarımız, dillerimiz birbirinden hiç ayrılmıyor. Elleri memelerimin üzerinde dolanıyor. Aynı eller bununla yetinmeye niyetli değiller. Önce pantolonumun üzerinden kalçalarımı ellemeye başlıyor. Sonra pantolonun çok dar olan bel bölgesinden ellerini sokmaya çalışıyor. Dar pantolonun onu engellemesini umuyorum. Umudum boş çıkıyor, ellerini popoma ulaştırmayı başarıyor. Kalbim deli gibi atıyor. Ona yavaş ol demek istiyorum ama bir yandan içimden bir şeyler devam etmek istiyor. Pantolonun bel kısmı bileğinin üstünden onu rahatsız ediyor olsa gerek. Daha rahat hareket edebilmek için, belki de daha da ileriye gidebilmek için pantolonumun düğmesini açmak istiyor. İşte o zaman kendimde onu durduracak gücü buluyorum.

Uzun uzun korkmamı, sadece dokunmak istediğini, daha fazla ileri girmeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Bir kere onu durdurduktan sonra cesaretim yerine gelmiş, daha fazlasına izin vermeyeceğim. O heyecan dolu anlar geçtikten sonra daha sağlıklı düşünmeye başlıyorum. Bu çocuğa aşık falan değilim. Sadece bir yaz aşkı ve öpüşüp koklaşmaktan daha ileriye gitmemeli. Bana dokunmasına izin vermem bile çok fazlaydı. Memelerimi popomu ellemişti.

Ben de onu ellemek istemiş miydim? İstemiştim. Daha önce bir erkeğin oyuncağını hiç canlı olarak görmemiştim. Sadece bir kere, okul arkadaşım Merve ile abisinin bilgisayarındaki filmlerde görmüştük. Bir erkekle bir kadının, o sihirli sandığımız birleşmesi aslında ne kadar basitti. Az önce o basitliği mi istedim? Babam ne düşünürdü benim için? Burada kız arkadaşlarım ile zaman geçirdiğimi sanan babam, bir erkeğin memelerimi, popomu ellediğini bilse, benim de onun erkeklik organını ellemek istemiş olduğumu bilse ne derdi?

Ben bunları düşünürken yaz aşkım hala beni ikna etmeye çalışıyor, Bir yandan da boynumdan öpmeye çalışıyor. Tek derdi oynaşmak olan bu çocuktan bir anda tiksiniyorum. Belki de kendime olan tiksintimi ona yansıtıyorum. Hızlıca itiyorum onu ve ayağa fırlıyorum. İç ve dış çamaşırlarımı düzeltip kumları silkeliyorum. Çocuk arkamdan gelmeye, beni durmaya zorlayınca  suratına bir tokat atıyorum. Karşılık vermesinden korktuğum için hızlı hızlı yürümeye başlıyorum. O ise arkamdan küfürler ediyor, Bir daha buraya gelmememi, kimsenin benim gibi bir kaşar ile konuşmayacağını haykırıyor. Diğerleri bu küfürleri duydular mı, duydularsa ne düşündüler hiç umurumda değil. Kumsaldan ayrılıp kendimi yola vurup, eve doğru yürümeye başlıyorum. Yayan olarak bir saatlik yolu yürüyorum. Bir yandan da ağlıyorum. Sinirlerim hiç bu kadar gerilmemişti. Bir an önce eve varmak, yatağıma yatmak ve uyumak istiyorum. Yarın babamla konuşup buradan gitmek istediğimi söyleyeceğim. Eğer yeterince ısrar edersem beni kıramayacağını biliyorum.

Eve vardığımda kendimi verandadaki salıncaklı kanepeye atıyorum. Evin ışıkları yanmadığına göre bizimkiler uyumuş olmalı. Kapı kilitli ve benim açacak anahtarım yok. Salıncaklı kanepemizin örtüsünü kendime yorgan yapıyorum. Yattığım yerden evin içerisine baktığım zaman babamın salonun ortasında dikildiğini görüyorum ya da gördüğümü sanıyorum. Oturur pozisyona geçip bir kere daha bu geceki ufak sevişme maceramdan iz kalmış mı diye üzerimi kontrol ediyorum. Ağzımın ne kadar bira koktuğunu anlamaya çalışıyorum. Kalkıp kapının canını tıklatıyorum. Babam hiç bir tepki vermiyor. Bir daha, daha güçlü vuruyorum, sonra daha güçlü. Zili çalıyorum. Eski model zil zırrrrr diye çalıyor, babam tepki vermiyor. Annem uyanıp alt kata inene ve salonun ışığını açana kadar, babamın neden tepki vermediğini anlamıyorum. İçimde büyüyen korkuyu, her şeyi anlamış olan bilincimi fark edemiyorum.

Zaman çok hızlı ve çok yavaş.

Annem ışığı açtığında babamın kendisini asmış olduğunu fark ediyorum. Çığlık mı atıyorum? Atabiliyor muyum? Gırtlağımın parçalanır gibi olduğunu hissediyorum ama hiç bir ses duymuyorum. Ne ambulansı fark ediyorum, ne bana yapılan sakinleştirici iğneyi. Cenaze boyunca bir zombiden farkım yok. Sanki her şey çok çok dışarıda ve ben sadece başkasının rüyasında izleyici olarak oradayım. İnanmıyorum, inanmak istemiyorum.

Babam yanılıyor, gerçek sadece inandığımız şeyler değildir.

On sekizinci yaş günümden bir gün önce, babam beni çiftlik evimizden İstanbul'a yanına getirtip karşısına dikiyor. Her daim sinek kaydı tıraş olmuş yüzü, her daim olduğu gibi ifadesiz. Gözleri her daim olduğu gibi donuk donuk bakıyor. Üzerinde her daim olduğu gibi gri renkli bir takım elbise var. Tam karşısında "hazır ol" da duran bir er gibiyim. Bir general ile emir subayı arasında, benimle babam arasında olduğundan daha fazla sevgi ve muhabbet vardır. 

Çalışma masasının arkasındaki rahat koltuğunda oturuyor. Ben ise oturabileceğim iki koltuk daha olmasına rağmen ayakta duruyorum. Kendisinin yeterli gördüğü bir süre boyunca ayakta tutuyor beni. Soğuk bakışlarıyla uzun uzun süzüyor. Sonunda, sadece gözleri ile oturmam gereken koltuğu işaret ediyor. Beni buraya çağırmasının bir nedeni olmalı ve artık bunu öğrenebileceğimi düşünüyorum. "Bir kaza gibi görünmeli" diyor yavaşça. Çoğu zaman olduğu gibi konuya ortadan giriyor. Sanki ben başını zaten bilmeliymişim gibi, bilmediğim için salakmışım gibi. "Ne kaza gibi olmalı" diye sormak istemiyorum. Nasıl olsa ne demek istediğini anlamadığımı biliyor. Aslında benimle konuşmuyor bile olmayabilir, belki de sadece sesli düşünmüştür. 


"Yarın yasalar önünde reşit bir birey olacaksın. Tebrik ederim. Arık sorumluluk alma vaktin de geldi. Sen, 'benim varisim'sin ve bundan sonra buna göre yaşayacaksın. Okul arkadaşların ile saçma partiler sona erdi demek oluyor bu. Uygun bir eş bulmak için adayları değerlendirme vakti geldi demek bu. Yasal ve yasal olmayan her işi öğrenme vakti geldi demek bu. Ama önce yapman gerek bir şey var. Bir kaza gibi görünmeli. Kardeşini yarın öldürmelisin. Sonra da şu saçından sakalından kurtulmalısın"


Kardeşimin istenmeyen çocuk olduğunu bana her zaman hatırlatırdı ama bu kadar istenmediğini hiç düşünmemiştim. "Bunu yapmayacağım" diye cevap veriyorum. Sesimi olabildiğince güçlü tutmaya çalışıyorum. Karşımdaki başkası olsa, milyonlara ölüm emri verecek bir lider kadar güçlü bir sesim olabilirdi. Onun karşısında ise buna yaklaşamıyorum bile. 


"Attan düşebilir, av tüfeğini temizlerken tüfek patlayabilir." diye devam ediyor. Az önce ne söylediğimin gerçekten hiç bir önemi yok. İtiraz ederek hiç bir yere varamayacağım ortada. Kardeşim, ne kadar zaman sonra doğduğunun önemi yok, o benim ufak kardeşim. Kendi babası tarafından az önce ölüm fermanı bana verilen kardeşim. 


"Alkol koması" diyorum. Bu sefer sesimi kontrol etmeye çalışmadan söylüyorum bunu. Babamın ki kadar hissiz çıkmasını diliyorum sadece. "Vücudunu sağlam görmek istiyorum. İçinde bir can olmasa bile."


"Gereksiz bir duygusallık bu ama dediğin gibi olsun" diyor. "Yarın yapacaksın bunu. Ertelemek yok. Vazgeçmeye kalkarsan kardeşin sadece bir kaç gün ve senin elinden gelecek olandan çok daha acılı bir ölüm kazanır." Bir süre duraksıyor. Sanki tereddüt ediyor. Onu ilk defa bir konuda tereddüt eder görüyorum. "Bunu anlamalısın" diye devam ediyor. Çok ufak bir yorgunluk mu var sesin de? Acı mı hissetti? Bunun imkansız olduğunu bilsem de, bir an acı hissetti sanıyorum. "Onun doğması bir hataydı. Hayatın kötü bir sürprizi olarak geldi o. Belki de doğar doğmaz öldürmeliydim onu." diyor. Derin bir nefes alıyor, belki de devam etmek için güç topluyor. "Ondan nefret ettiğimi sanma, o benim oğlum, benim bir parçam. Ancak hayatta insanın çocuğundan daha önemli şeyler var. O uğruna hayatımı harcadığım her şey için bir tehdit, o senin için bir tehdit. Senden gelecek olanlar için bir tehdit." 


İlk defa duygu kırıntıları görüyorum babamda. Bir oyun mu bu? Beni mi deniyor? Öyle olduğundan emin olsam bile, içine dalmak isteyeceğim bir magma havuzu olurdu bu. "Öldürmek zorunda değilsi..değilim. Ayarlamalar yapılır, ölmüş gibi gösterilir. Mirasından çıkarılır. Bunu yapacak gücün var." diyorum. Çok mu umutluyum? Fazla mı heyecanlandım? Babam artık bir şeyler acı çektiğini saklamıyor. "Olmaz" diyor, kendisinden daha önce hiç duymadığım, titreyen bir ses ile. "Düzmece Mustafalar her zaman olur. Bizim kadar güçlü olan birileri bu sırra mutlaka ulaşır. Durum, şimdi olduğundan bile daha beter olur. Birileri onun öfkesini kullanır. Sana karşı kullanırlar. Seni kardeşin ile vururlar. Hayır, anlamıyorsun. Bu yapılmak zorunda." diyor. Sesi ağzından çıkan her kelime ile duygusuzlaşıyor. 


Anlıyorum ki, kardeşimi kurtarmanın hiç bir yolu yok. Düzmece Mustafaları biliyorum. Doğu Roma'nın Osmanlı Devleti'ne karşı silah olarak kullandığı sahte şehzadeler. Tahtta hak talep edip yandaş bulurlar ve iç karışıklık çıkarırlar. Devlet için en büyük tehlike, bir önceki padişahın tahta çıkamayan oğulları olmuştur her zaman. Ailemin kendi ismiyle anılan bir devleti yok, ancak kendi ismi ile anılan bir 'imparatorluğu' var. Yasal ve yasal olmayan her iş kolunda varız. Zengin sandığınız insanların çalıştırdığı kişi sayısı kadar şirketin sahibiyiz. Pek çoğu aslında hiç olmayan paravan şirketler. 


Ailem gücünün parçalanmaması için nesillerdir sadece tek bir resmi erkek çocuğu sahibi oluyor. Böylelikle miras bölünmemiş oluyor. Kendisinden başka güçlü aileye müsaade etmeyen Osmanlı yönetimi döneminde kurdukları vakıflar ile miraslarını aktardılar. Asla merkezi otorite ile alenen çatışmadılar. Her işlerini başkalarına yaptırdılar. Paralı askerlere devletin verdiğinden daha çok para verdiler. Levantlar ile gizli ortaklıklar kurdular. Para kaptırdıkları Yahudi bankerler üzerine Yeniçerileri yolladılar. Sahte peygamberle ile isyan çıkartıp imtiyaz aldılar. Ayan isyanlarında son anda Sultan II. Mahmut'un yanında yer aldılar, kendilerine rakip olabilecek herkesi ortadan kaldırdılar. Savaş sonrası milli güçlere en fazla silahı gönderen benim ailem oldu. Milli duygular ile yapmadılar bunu, kendilerine daha güçlü rakipler istemedikleri için yaptılar. Ailem Osmanlı olmadan önce 'Romalı'ydı. İstanbul'un fethinde imparatoru sırtından bıçakladılar.


Babam kardeşini öldürmelisin derken sırtında böyle bir geçmişin yükünü taşıyor. Duygusallığa kapılıp her şeyi berbat eden torun olmak istemiyor. "Bizi biz yapan gücümüzü her şeyin üzerinde tutmamış olmuştur." diyor. "Kardeş katlini Mehmet'in kulağına fısıldayanlar bizleriz. Şimdi kendimiz bundan ayrılamayız" diyor.

Çaresiz kaldığınızda birini öldürebilirsiniz. Herhangi birini...


Babama bunu yapacağımı söylüyorum. Kendi öz kardeşimi, aynı rahimden çıktığım kişiyi öldüreceğimi söylüyorum. "Sen de bunu göreceksin" diyorum. "Benimle birlikte bu gece o çiftliğe gelecek kendi oğlunun ölümünü göreceksin. Onu zehirleyen diğer oğlunu göreceksin. Hayatı sona ererken oğlunun gözlerine bakacaksın ve ona 'buna mecburduk' diyeceksin. Tıpkı bana söylediğin gibi ona da söyleyeceksin. Neden öldüğünü bilecek. Yoksa iki oğlunu da kaybedersin ve yeniden evlenip yeniden bir erkek çocuk yapman gerekir." Hayatımda ilk defa babamdan bir şey istiyorum. Onu bir şey yapmaya zorlamaya çalışıyorum. Uzun uzun, konuşmadan bakıyor bana. Tek bir zayıflık gösteremem, karşısında olabildiğimce kararlı görünmeye çalışıyorum. Oysa en ufak bir darbede atomlarıma ayrılacak kadar gerginim. 


Sadece olur diyor. Her zamanki kadar soğuk bakıyor. Yerinden kalkıyor, "hadi gidelim" diyor. Onunla birlikte kalıyorum ama onunla gitmiyorum. Müsaade isteyip banyoya, elimi yüzümü yıkamaya  gidiyorum. Yıllar önce saklanan şeylerin orada olmasını umuyorum. Küvet ile duvar arasında olmalı. Örümcek ağlarının gerisinde kalmış olmalı. Elimi kolumu o boşluğa sokuyorum. Parmaklarım jelatin ile temas ediyor. Bütün vücudum titriyor. 


Garaja vardığımda babam arabanın içinde beni bekliyor. Kurşun geçirmez camları olan, her arazide yol alabilecek tank gibi bir cip bu. Her an ölüm korkusu ile yaşayan birinin ya da sonradan görme bir mankenini kullanacağı cinsten bir cip. Gideceğimiz çiftlik İstanbul'un Karadeniz kıyılarının batı taraflarında. Evimizden oraya gitmek normal insanlar için bir saatlik yol. Bizim için o kadar sürmeyeceğini biliyorum. Bir can almama bir saatten az bir zaman var. 


Yol boyunca babam ile hiç konuşmuyoruz. Bakmıyorum bile ona. Trafik lambalarını saymak bile şu an onunla konuşmaktan daha yararlı olur bana. Bir an önce bitmeli acelesi ile değil, her zaman hızlı kullandığı için bu kadar hızlı kullanıyor arabayı. Otoyol sona erdiğinde, çiftlik yoluna girdiğimizde bile hala hızını düşürmüş değil. Bu çiftlik yolunu biz yaptırdık. Bizimle çalışan yada bize çalışan insanlar dışında bu yolu pek kullanan olmaz. Çevrede ne bir köy var, ne de başka bir çiftlik. Yol yıllar içerisinde yenilene yenilene zemin ile arasında kat farkı oluşmuş bir yol. En az iki metre olduğunu umuyorum. İki kenarı da orman ile çevrili. Ailem kadar eski olmasa da, eski ve sağlam gövdeli ağaçlar. 


Elimi cebime atıp, evden çıkmadan önce banyodan aldığım şeyi çıkarıyorum. On iki yaşındayken kardeşimin "bir denemek için" aldığı ve biraz tükettiği sigara paketi bu. Nereye sakladığını biliyordum. Ona "sigara insanı öldürür" demiştim. İçerisinde kalmış iki daldan birini alıp ağzıma götürüyorum. Bana bakmamasına rağmen babam sanki ne yaptığımı görüyor. Suratı buruşuyor. Bir gecede iki duygu göstergesi, onun için bir rekor olsa gerek. Sigarayı yaktığım gibi bana dönüyor. "Bu salaklığı uzun süre yapmana izin veremem." diyor. Kafasının içinde ise ne zaman başlamış olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyor olmalı. "Sigara öldürür" diyorum. "Tek bir tanesi ise hayat kurtarabilir"


Ben sigaradan ilk nefesi çekerken o suratıma bakıp beni okumaya çalışıyor. Ne demek istediğim hakkında hiç bir fikri yok ama bir şeylerin geldiğini seziyor. Kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum. Sigaradan çektiğim dumanı suratına üflüyorum, elimdeki sigarayı ayaklarının altına atıyorum. Rampa aşağı inseniz bile bu silindir alevli nesne ulaşılması en zor yere yuvarlanmayı başarabilir. Babam gözünü yoldan, daha tehlikelisi benden ayırıp, sigaraya bakıyor. 


Zaman çok hızlı ve çok yavaş.


Sol elimle tek hamlede emniyet kemerini çözüyorum. Sağ elim ile direksiyonu kavrayıp tüm gücümle kendime çekiyorum. Tank gibi cip, tüm ağırlığı ile yoldan savruluyor. Tekerler yerden kesiliyor ve bir ağaca çarpıp ağacı gövdesinden kırarak durabiliyor. Hava yastıklarına hava dolarken onlara doğru savruluyoruz. Emniyet kemeri kafamı o yumuşak hava yastığına sert bir şekilde çarpmamı engelliyor. Babam için aynısı geçerli değil. 


Ön takımları tamamen dağılmış araçtan indiğimde hala sersem gibiyim. Yürürken zigzaglar çiziyorum. Babamın oturduğu tarafa yürüyorum. Kapıyı açıyorum. Babam kendine gelmeye başlamış bile. Bu darbenin onu öldüremeyeceğini bilmeliydim. Sigaranın dumanının kokusu burnuma doluyor. Yanmaya başlamış döşemenin yanık kokusu ile birlikte. Babamın bilinci tam olarak yerine gelmeden arabanın anahtarını alıyorum. Gidip bagajı açıyorum ve yedek benzin dolu bidonu alıyorum. Babamın gözleri açılmış. O donuk bakışları ile ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Kulağına eğiliyorum "tek bir çocuğun yaşayacak ama bu ben olmayacağım" diyorum. Kafasını bana çevirmeye çalışıyor, konuşmaya çalışıyor, beni durdurmaya çalışıyor. Belki de ilk defa çaresizliği tadıyor. Onunda insan olduğunu anlıyorum. Senin gibi değil belki ama, o bile insan. O bile çaresiz kalabiliyor. 


Ölüm karşısında her canlı çaresizdir.


Bidonun ağzını açıp tersi bir şekilde babamın kucağına bırakıyorum. Koltuktan, pantolonundan sızacak benzin yanmakta olan döşemeye yada sigaraya ulaşacak ve babam yanacak. Kardeşimin hayatı için onunkini feda ediyorum. İlk defa bir babam olduğunu hissediyorum. Yürüyerek uzaklaşıyorum oradan, kayıplara karışıyorum. Beni bulabilecek tek kişi kardeşim. Onun dışında herkes için bir "kayıp" oluyorum. Bir ölü, bulunamayan bir ceset.


Onu bir büfenin kasasının arkasında gördüm ilk defa. Bir anda afalladığımız anlar vardır. İlk görüşte aşk gibi. O anda hissettiklerimi ancak böyle ifade edebilirim. Ömrüm boyunca gördüğüm belkide en özel şeydi ve basit bir büfenin kasasının arkasında öyle sıradan bir şey gibi duruyordu. Güneş balçıkla sıvanmıştı ama görmesini bilen gözler onu görebilirdi. Gözlerimi ayırmadan ne kadar süre ona baktım inanın bilemiyorum. Kasa görevlisinin ve diğer çalışanların bana bakıp gülmeye başladıklarını fark etmiyorum bile. Parayı uzatmamı bekleyen adam kim bilir kaçıncı defa "hanım efendi" dedi ki, sonunda uzanıp koluma dokunmak zorunda kalıyor. Bir rüyadan uyanmış gibiyim. Adamın yüzüne "ne oluyor" der gibi bakıyor olmalıyım. Tekrar ödemem gereken ücreti söylüyor. Gülsün mü, sinirlensin mi, bilemez halde adam.

Parayı ödedikten sonra tabloyu işaret edip, onu nereden aldıklarını soruyorum. Adamın neden bahsettiğimi anlaması için arkasını dönüp tabloya bakması gerekiyor. "Haaa, o mu?" diye soruyor sanki çok basit bir şeyden bahseder gibi. "Geçenlerde evsiz bir serseri yemek karşılığında bıraktı onu diyor. Parası yokmuş, karşılığında bunu verdi. Almak istemedim ama gurur yaptı herhalde, zorla bıraktı gitti." diyor. "Çok beğendiysen hediyemiz olsun abla. Sardırayım mı çocuğa?" diye soruyor, sanki adana dürümden bahseder gibi. "Veren adamı tanıyor musunuz" diye soruyorum. "Yok. Tanımam etmem" diyor. Bu sırada ödeme yapmak isteyen başka müşteriler bizi bekledikleri için bir an önce benden kurtulmak istiyor. Garsonlardan birine tabloyu bana vermesini işaret ediyor. Benden kurtulmaya çalışıyor.

Yemekleri sardıkları kağıda sarıp bantlar ile tutturduğu tabloyu bana uzatan çocuk "güzel bir resim değil mi abla" diyor. "Ben de çok beğeniyordum. Ustadan istedim ama bana vermedi. Sonra bunu bırakan adamı yolda gördüm. Başka bir resim varsa bana vermesini istedim ama benimle konuşmadı. Sonra kapımın önüne böyle bir tablo bırakılmıştı. O da bunun kadar güzeldi"diye ekliyor. "Sendeki tabloyu görebilir miyim" diye soruyorum hemen. "Evde abla o" diyor. "Yakında oturuyorum, gidersen annem evdedir gösterir sana".

Adresi alıp hemen taksiye biniyorum. Normalde kadın başıma, özellikle bu kıyafetler ile gidebileceğim bir muhit değil. Evin önüne vardığımızda taksiciye beni beklerse daha fazla ödeme yapacağımı, işimin uzun olmadığını söylüyorum. Adam kabul ediyor ve arabadan iniyorum. Apartmana girene kadar sokakta ne kadar erkek varsa bakışlarını üzerimde hissediyorum. Beş yaşında sokakta oynayan sümüklü çocuklar bile bana bakıyor olmalı.

Garsonun annesine neden geldiğimi söylüyorum. Tabloyu bana gösterip gösteremeyeceğini soruyorum. Kadın içeri girip tabloyu getiriyor ve " al bunu git kızım diyor. Ne mendebur şeyse ne zaman görsem tüylerim diken diken oluyor. Bizim çocukta böyle şeylere meraklı, ödüm patlıyor bir gün ben ressam olacağım diye tutturacak diye. Sen al git bunu, şeytan işi bunlar" diyor. Kadına bunu yapamayacağımı söylüyorum. Aslında deli gibi istiyorum bu tabloyu da almayı. Şeytan da "al git be kızım" demiyor değil. Bu sırada ısrar ile çalan kornayı duyuyorum. Taksici olmalı. Kadına teşekkür edip aşağıya iniyorum.

Taksinin etrafı güpegündüz sarılmış vaziyette. Taksici bir yandan etrafını saran 12-17 yaşındaki çocukları dağıtmaya çalışırken diğer yandan kornaya basıp beni çağırmaya çalışıyor. Arabada ne bulsa yağmayacak olan bu çocuklardan biri taksiden biraz uzakta az önce arka koltuktan yağmaladığı tabloya bakıyor. Sarıldığı paketten çıkarılmış tablo gün ortasında ikinci bir güneş gibi parlıyor ama kimsenin bunu gördüğü yok. Aklım başımdan gittiği gibi tabloyu inceleyen çocuğa doğru gidiyorum. En fazla 14 yaşında olmalı, onu  polis çağırmakla falan tehdit edebilirim. Belki de edemem. Buralara polis kim bilir en son ne zaman uğradı. Yanına varana kadar beni fark etmiyor. Ona tabloyu hemen bana vermesini yoksa polis çağıracağımı söylüyorum. Suratıma bakıp "neden veriyim ki, ben sokakta buldum bunu" diyor. O kadar rahat söylüyor ki bu yalanı inanasım geliyor. Bu sırada taksinin kapılarını kilitlemiş taksici yanımıza geliyor. Arkasında bir sürü halinde çocuklar ile. "Abla bırak resmi falan vermezler artık onu sana" diyor. Ölürüm de bırakmam. Çocuğa tablo için 50tl vereceğimi söylüyorum. Çocuk hemen kabul ediyor. Arkadaşları da para istiyorlar. "50tl'yi aranızda paylaşın" diyorum. "Daha fazla param olmadığını" söylüyorum.

Sessizce aralarında anlaşıp kısa günü karı 50tl'ye razı oluyorlar. Taksiciyle beraber kendimizi taksiye atıp kaçmak için acele acele yürüyoruz. Her an fikirlerini değiştirip farklı bir şeyler deneyebilirler. Tam taksinin kapısını açtığımda, çocuklardan birinin daha çok tablo satın alıp almak istemediğimi sorduğunu duyuyorum. Bu çağrı cehennemin dibinden gelse dönüp değerlendirebilirim. "Nasıl tablolar" diye soruyorum. "Bunun gibi abla, bunu yapan adamı biliyorum ben" diyor. Cennetin kuşları mı şıkıdı az önce? Çocuğa taksiye atlamasını beni oraya götürmesini söylüyorum. Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında biniyor taksiye.

Takside çocuğu sorguya çekiyorum. Nereden biliyor adamı, bunu onun yaptığını nereden biliyor gibi. Her soruya tutarlı cevaplar veriyor. Çocuk bizim garsonun kardeşi. Kapısının önüne tablo bırakan adamın "ne ayak" olduğunu merak edip, yakınlarda ama bu kadar tehlikeli olmayan mahalleye kadar takip etmiş. Adam tek edilmiş bir apartmanın bodrum dairesinde kalıyormuş. Adamın zararsız olduğunu anlamasına rağmen abisine tablonun "ne iş" olduğunu sormuş. Abisi de anlatmış.

Çocuk bunları anlatırken bahsettiği apartmanın önüne varıyoruz. Bir önceki kadar tekinsiz bir yer değil. Meydana daha yakın. Çocuğa iyi bir bahşiş veriyorum. Taksiciye ücretin iki katını ödüyorum. Çocuğun bahsettiği apartmana girip bodrum katına iniyorum. Kapı ardına kadar açık. Tıklatmama rağmen içeriden bir cevap gelmiyor. Girmemem gerektiğini bildiğim halde içeriye giriyorum. Yarım kalmış, tamamlanmış, yeni başlanmış tablolar etrafa yayılmış vaziyette. Resim gereçleri her tarafa yayılmış. Açık bırakılmış tinerin kokusu boya kokularına karışmış. Odanın kapıya uzak tarafında bir yatak var. Burada kalıyor olmalı. Tüm mal resim malzemeleri birinci sınıf. Çoğu Türkiye'de satılmayan boyalar, fırçalar, tuval çarşafları...

Etrafa yayılmış tablolara bakıyorum. Bazılarının yanında elimde az önce büfeden aşık olarak aldığım tablo basit kalıyor. Büyülenmenin dibini görmek böyle bir şey olsa gerek. Ben hayran hayran etrafa bakınırken o içeri girmiş beni izliyor. Konuşana kadar onu fark etmiyorum bile. Belki gördüm belki görmedim. Bu atölyenin bir parçası gibi.

"Büfeci parasını mı istiyor" diye soruyor. Bir anda korkup yerimden zıplıyorum. Bir gün içerisinde ikinci defa gündüz düşümden uyandırılıyorum sanki. Neden bahsettiğini anlamıyorum önce. Sonra hala elimde tuttuğum tabloya bakıp son üç saatimi hatırlıyorum. Sanki son üç saat tozlu bir tarih kitabının arasındaymış gibi hissediyorum. Benim cevap vermemi beklemeden elindeki bir kaç parça eşyayı odanın bir köşesine bırakıyor. Tüm bu dağınıklık içerisinde sanki bir düzeni varmış gibi hissediyorum.

Hiç de evsiz bir serseriye benzemiyor. Gerçi büfecinin onu evsiz sanmasına şaşmamak gerek. Onun gözlerinden bu adam evsizin biri olarak görülebilir. Yüzünden hiç bir ifade okunmuyor. Çok soğuk, çok donuk... Oysa tablolarında her duyguyu hissettiriyor. Bir ara bu tabloları yapanın o olmadığını düşünüyorum ama oda içerisindeki rahat hareketleri bu düşünceyi kafamdan siliyor.

Ona kendimi tanıtıyorum. Resim galerisi sahibi olduğumu çalışmalarından bir sergi açabileceğimi söylüyorum. Uygun bir komisyon alacağımı söylüyorum. Onu zengin edebileceğimi söylüyorum. "Evet, şu duvarda bir plazma televizyona çok ihtiyacım vardı" diye karşılık veriyor ifadesiz bir şekilde. Beni anlayıp anlamadığını merak ediyorum. Bir deli ile mi karşı karşıyayım acaba? Az önce anlattıklarımı tekrar tane tane anlatıyorum. Dinlemiyor bile. "Söyleyecekleriniz bu kadarsa gitmenizi rica ediyorum" diyor. Nazik tutumunun altında bir "kabasakal" gizlediğini hissediyorum. Her şeyi başa alamaya kalktığımda "teklifin ile ilgilenmiyorum "diyor. Nezaketi sadece iki cümle sürdü. Tam da tahmin ettiğim gibi.

"Eğer bir şeyi yapmak istiyorsan sonuna kadar git. Aslında çoğu insan başarısız olmaz, sadece vazgeçerler. Umudun ne kadar kırılırsa kırılsın, vazgeçme. Her zaman bir yolu vardır." derdi babam. Karşımdaki deha, deli karşımı adamın kabalaşması bile olumlu. En azından benim farkımda. Benden rahatsız olması, beni umursadığını gösterir. Oysa az önce hiç umursamıyordu. Git demesine rağmen bulduğum bir sandığı çekip odanın ortasına oturuyorum. Suratıma bakıp "ne yapıyorsun" diye soruyor. "Oturuyorum" diyorum, onun duygusuz sesini taklit etmeye çalışarak. Ufak bir gülümsemenin izi geçiyor dudaklarından. Sonra şövalesinin arkasına geçip çalışmaya başlıyor. Konuşmadan, saatlerce oturuyorum o sandığın üzerinde. Ben yokmuşum gibi davranıyor. Yeterince orada bulunduğumu düşününce kalkıp "ben gidiyorum" deyip gidiyorum.

Ertesi sabah düne nazaran daha etkileyici olduğunu düşündüğüm kıyafetler giyiyorum. Diz üstü bir etek, yeteri kadar dekoltesi olan bir bluz giyiyorum. Boynuma renkli bir fular doluyorum. Saçlarımı boynumu açık bırakacak şekilde topluyorum. Kokular sürüyorum, hafif bir makyaj yapıyorum. Belki bir dünya güzeli değilim ama fark edilmeyecek bir kadın da değilim. Zafere giden yolda, her avantajı kullanmalı insan. Babam yıllarca o şirin ve güven veren hallerini kullanmıştı. Benim de güzelliğimi kullanmamda bir sakınca görmezdi herhalde.

Önce galeriye gidiyorum. Bir kaç hafta boyunca, en iyi ve büyük ihtimal tek müşterisi babası olacak şımarık bir kızın sergisi olacak. Adam kızı kendini iyi hissetsin diye her tanıdığına tablo aldırıyor ve parasını gizli gizli kendisi ödüyor. Bir tür tatil bu benim için ve zamanlaması harika. Çalışanlarım ben olmadan bir kaç hafta boyunca burayı sorunsuz idare edebilirler. Acil bir şey olmadıkça beni aramamalarını, gün sonlarında gelip rapor alacağımı söylüyorum. Çok zorda kalmadıkça beni aramamalarını tekrarlıyorum.

Sabah ile öğlen arası, sadece bedenin değil, beynin de uyandığı vakitte gidiyorum onun atölyesine. Beni görünce şaşırmıyor. Daha doğrusu tepki vermiyor. Dün oturduğum sandık hala bıraktığım yerde duruyor. Hiç bir şey söylemeden oturuyorum oraya. Bir süre beni izliyor, sonra şövalenin arkasına geçiyor. Öğlenden sonraya kadar hiç bir şey söylemeden çalışıyor. Ara sıra bana baktığı için benim portremi yaptığı hissine kapılıyorum. Öğleden sonra hiç bir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Biraz bekledikten sonra çalışmasına bakmak için kalıyorum. Boş tuvalin üzerine sadece "git buradan" yazmış. Bir anda hevesim kırılıyor. Gidip tekrar sandığın üzerine oturuyorum. Başaramayacağım hissi tüm zihnimi karartıyor. Neden sonra o geri dönüyor. Elindeki poşetlerden birini bana veriyor. Poşetin içinde yiyecek içecek bir şeyler var. Bir et yemeği bir salata ve sulu yemek bir arada. "Ne seversin bilemedim" diyor sessizce. Ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. "Ne bulsam yermişim gibi hissediyorum şu an" diye karşılık veriyorum. O gülücüğe benzeyen iz tekrar geçiyor dudaklarından. Akşama doğru gitmek için kalktığım zaman cesaretimi toplayıp adını soruyorum. "Ali" diyor kısık bir sesle.

İstediğim şey için inatçı olmayı babamdan öğrendim. Günlerce o atölyeye gittim, o sandığın üzerine oturdum. Ara sıra Ali'yle konuşmaya çalışsam da genelde karşılık bulamadım. Ona bir daha galeri ve sergiden bahsetmedim. Sadece hayatında, o atölyede bir parça olmaya çalıştım. Oradaki varlığımı bir "Turuva Atı" haline getirmeye çalıştım.

Bir kaç hafta sonra, artık kaç gün olduğunu saymayı bıraktığım sırada rutinini bozuyor. Yanıma gelip elini uzatıyor ve onun elini tutuyorum. İlk defa fiziksel bir temasımız oluyor. Beni şövalenin arkasına götürüyor ve yaptığı tabloyu gösteriyor. Benim portremi. Günlerdir giydiğim tüm kıyafetlerin, yüzümün ve bedenimin yansıttığı her duygunun olduğu bir portre. Hatta benden fazlası olan bir portre. Onun  gözünden beni anlatan, bir zamanlar ve şimdi olduğum ve gelecekte olabileceğim her şeyi taşıyan bir portre. Babamı görüyorum orada, kendisini astığı ipi, çalıştığım insanları, liseden arkadaşlarımı, ilk seviştiğim adamı, nefret ettiğim emekli albay komşumu. Haftalarca aklımdan geçenler, dışarı yansıttığım her şey var.

Kafamı çevirip Ali'ye bakıyorum. Tablosunu değil beni izliyor. Donuk gözlerinde ufakta olsa bir sevgi görüyorum. Yıllardır kesilmemiş saçların ve sakalların ardında yumuşak bir yüz görüyorum. Yavaşça yaklaştırıyorum dudaklarımı dudaklarına. Karşı koymuyor ama, bana yaklaşmıyor da. Dudaklarımız buluştuğunda sanki bir yangını öptüğümü hissediyorum. Sıcacık. Tüm görüntüsüne, bakışlarına tezat oluşturacak şekilde sıcacık. Sanki bir insanı değil, aşkın sembolü olmuş bir heykeli öper gibi hissediyorum. Boynuna sarılıp duruyorum öylece. Saatlerce böyle durabilirim ve sonra sadece bir ancık sarıldığıma yemin edebilirim. Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Onun da bana sarıldığını sonradan fark ediyorum. Tekrar yöneliyorum dudaklarına, bu sefer o da beni öpüyor. Hala sıcak, hala bir insandan fazlası.

İş yapma isteğim ve inadım aşk için Truva atı oluyor.

Bir yıl kadar sürüyor ilişkimiz. Buna ilişki derseniz tabii. Sadece o atölyede, ben oraya gittiğim zamanlarda buluşuyoruz. Bazı günler sadece susuyor, bazı günler ise günlerdir yemek yememiş birinin yemek yemesi misali durmadan konuşuyor. Nadiren sırandan insanlar gibi diyalog kuruyoruz. Bana apartmanı gezdiriyor. Her farklı bir kütüphane sanki. Tüm daireler kitaplar, tablolar, heykeller ile dolu. Ona bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğumda boş ver diyor. Her şeyden bahsediyor da bir tek kendisinden bahsetmeyi sevmiyor. Bilmek istemezsin diyor. "Seni tanımak istiyorum" diyorum. "Tanıdığından fazla tanımak istemezsin" diye karşılık veriyor.

En harika anlarımız sevişmelerimiz oluyor. Sanki sadece bedenlerimiz değil ruhlarımızda sevişiyor. Her dokunuşa hikayeler yazılmalı ve tüm aşıklara bu hikayeler okutulmalı. Bülbüller güllere öpücüklerimizi anlatınca güllerin dikenleri dökülmeli. Yeni doğan her bebeğe aşkımızdan ilham ile bir isim verilmeli. Sevişmelerimizde akan ter tüplere konuşup en pahalı parfüm olarak satılmalı. Hiç bir aşık korkudan bizim aşkımızı dile getirememeli. Herkes kıskanmalı, herkes imrenli. Mezardaki ölüler bile bize şarkılar söylemeli.

Çocukluğumdan beri aşık olmanın her derdin üstesinden geleceğini sandım. Ne kadar yanıldığımı Ali ile öğreniyorum. İnsanın aşık olduğu kişi ile hayatını birlikte yaşayabileceği kişinin aynı olmaması bu hayatın en büyük dramı. Başlarda beni büyüleyen her şey, onu benden uzaklaştırmaya başlıyor. O sessiz olduğu günlere dayanamıyorum. Birlikte tatile gidemeyecek olmamız fikri her geçen gün bana işkence ediyor. Ona bunları anlatıyorum ve bana sadece "buraya gelmek zorunda değilsin" diye karşılık veriyor. Haklı olduğu şu ki, o hiç bana gelmedi. Ben hep ona gittim ve bu ilişkiyi ben istedim. Beni sevip sevmediğini soruyorum defalarca. "Seviyorum" diyor. "Benim için bir şey yap bir kere olsun dışarıda bir yemek yiyelim bari" diyorum. Sadece suspus oluyor. Sinir krizlerine giriyorum yanında. Kendimi parçalıyorum. Bana sarılıyor ama tek kelime etmiyor. Böyle sevgi olmaz diye isyan ediyorum. "Bu nasıl sevgi" diye soruyorum. "Bilmiyorum" diyor. "Neden ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama seni seviyorum. Belki de bu bilinmezlik için seviyorum. Bildiğim tek şey, bunun öğretilen bir sevgi olmadığı" diyor. Doğrudan bir cümle bu. Doğrudan ve düşüncesizce. Dürüst ama acı.

O gün yanından ayrılırken "bir daha gelmeyeceğim yanına" diyorum. Bunun boş bir tehdit olmadığını ikimizde biliyoruz. Sadece bana bakıyor. Onu ilk gördüğüm andaki kadar duygusuz. Oradan çıkıyorum ve yurt dışına bir uçak bileti alıyorum. Babam öldükten sonra hiç ağlamadığım kadar ağlıyorum ama asla geri dönmüyorum. Ömrüm boyunca onu bir daha görmeyeceğime eminim.

Onu ilk gördüğüm an bir yıkımın geldiğini biliyordum. 

Birinin hayatına öylece giremezsiniz. 


Girip onu seviyor gibi yapamazsınız. 


Seviyor gibi yapıp tüm hayatını değiştirmesini bekleyemezsiniz. Sevdiğiniz kimseden değişmesini isteyemezsiniz. 


Çünkü bazen varlığınız hayatın anlamı oluverir. Ne siz fark edersiniz bunu, ne karşınızdaki. Gittiğiniz o anda  hayat biter. 


Bazı yokluklar, varlıktan daha güçlüdür. 


Sahip olmadığınızı kaybedemezsiniz. Tek bir kayıp tüm diğerlerini yanında getirir. Yaşamı seçmek için geride hiç bir şey kalmaz. Canlı doğaya teslim olur. Gelip ölümün onu alması bekler. 


Canı veren alır. 


Ben bir ölüydüm. Gelip bana can verdi, sonra o canı alıp gitti. Geriye sadece ölüm kaldı. Bana kalan hayatın renkleri değil, ölümün kızılıydı.


Nikah masasına oturduğumuzda ikimizinde yüzünde güller açıyor. Mutluluğun özenle yetiştirdiği güller. Daha büyük bir mutluluk ise benim karnımda yetişiyor. Baş dönmeleri bir hafta önce başladı. Düğün hazırlığından yorgun düştüğümü sandım. Sonra bulantılar geldi. Adetim gecikti. Kaş ile göz arasında test yaptım. Hemen Mert'e bu mutlu haberi vermek istedim önce ama sonra bundan iyi bir düğün hediyesi bulamayacağımı fark ettim.

Biz seninle sadece aynı rahmi paylaşmadık kardeşim. Aynı zamanda paylaştık. Sadece beş dakika önce geldim bu dünyaya senden. Beş dakika neredeyse ölümüne neden olacaktı.

Merve şahit koltuğundaki yerini almak için gelirken Mert'in o tanıdık yüzüne bakıyorum. Bir şekilde hep tanıyordum sanki bu yüzü. Onunla Ali'den sonra gittiğim yurt dışı tatilinden hemen sonra tanıştım. İlk gördüğüm anda bile tanıdıktı bir şekilde. Ali'yi atlatmama üç aylık koca bir gezi yetmemişti. Hala her gün aklımdaydı. O günlerde sıradan bir müşteri olarak geldi galeriye. Bana olan ilgisini hiç saklamadı. Nezaketi, hoş sözleri ve asla fazla ısrarcı olmayan tavırları ile tavladı beni. Ali'yi atlatmama yardım etti. Birken işlere zaman anlayış gösterdi. Arkadaşlarım ile arkadaş oldu. Her kızın beyaz atlı prensi olabilecek bir erkekti. Sonunda, bir buçuk yıl sonra, yolumuzun burada tam olarak birleşmesini istedi. Ve şimdi bu masadayız. Yeni hikayenin ilk sayfasını yazacağımız yerde.

Tek rahim, aynı zaman ve tek yumurta. Biz biriz kardeşim. Senin eline Fizan'da kıymık batsa, acısı bana ulaşır. Nerede olursam olayım acısı bana ulaşır ve seni bulurum. Senin için yapamayacağım şey yok kardeşim. Benim küçük kardeşim.

Bir heykel gibi vücudu. Tanrıların arattığı ilk halini koruyor hala. Göğüsünde, tam kalbinin olduğu yerde alevli bir kuşun dövmesi. Küllerinden doğan bir anka kuşu. Muhteşem çizilmiş bir sanat eseri gibi. Vücudu gibi bir sanat eseri. Ne anlama geldiğini soruyorum. "Hayat değişimdir, küllerinden doğmaktır. Farklı bir vücutla ama aynı ruh ile. Tek bir ruh ile" diyor.

Ne kadar havasız kaldığımı bilmiyorum. Beni ölmek üzereyken bulan kardeşim oluyor. Bilinçsiz bir beden buluyor. Hayatta kalmama karar veren o oluyor. Havasızlık kalan beynimin hasarı kalıcı. Hala düşünebiliyorum ancak bedenim hissiz. Bir kaç kelime konuşmayı başarmam bile aylar alıyor. Asla normal birinin konuşabildiği kadar konuşamayacağım. Ziyanı yok. Sadece sağ kolumu ağır ağır hareket ettirebiliyorum. Bu kadarı da kafi. Kardeşimin kalbinin üzerine bir anka kuşu çiziyorum. Bu benim son resmim. "İki beden, tek ruh" diyorum.

O kadar heyecanlıyım ki, neyin ters gittiğinin bile farkında değilim. Bir sorun olduğunu Merve'nin garip garip suratıma bakmasından anlıyorum. Masada şahitler için ayrılmış sandalyelerden birinde oturuyor. Sorun şu ki, yanında kimse oturmuyor. Aylarca süren uğraş ama kocanın şahidinin kim olduğunu sormak bile aklına gelmesin. Mert'e dönüp "şahidin?" diye soruyorum. "Geliyor" diye cevap verip az önce yürüdüğümüz kırmızı halıyı, alevli yolu işaret ediyor. Takım elbiseli bir adam tekerlekli sandalyedeki birini bize doğru getiriyor. Arkasında aynı takımdan giyen üç adam daha var. Alevler biz geçerken olduğu gibi top halinde yukarı çıkıyorlar.

İşte buradayız kardeşim. Planın son aşamasında. Son sayfada.

Tekerlekli sandalyede oturanın kim olduğumu fark ettiğimde kafama bir balyoz darbesi inmiş gibi oluyorum. Bu o, Ali. Ne olduğunu anlamak için Mert'e bakıyorum ama o buralarda değilmiş gibi gelenlere bakıyor. Merve benim Mert'e baktığım ifadeyle bana bakıyor. Masaya yaklaşıyorlar. Tüm misafirler gelenlere bakıyor olmalı. Ne olduğunu anlayan kimse yok gibi. Bileğimde bir metal soğukluğu hissediyorum sanki. Kafası sol tarafına düşmüş olan Ali masaya getiriliyor. Tekrar Mert'e dönüyorum. Nikah memuru olduğunu sandığım adamın önündeki mikrofonu alıyor. "Sayın davetliler, kardeşim Ali ile tanışın" diyor.

İkizim ve ruhum.

Ayağa fırlamak istediğimde az önce belli belirsiz hissettiğim metal soğunun ne olduğunu anlıyorum. Sandalyeme kelepçelenmiş haldeyim. Üç adamdan biri sandalyeyi tutuyor. Bir diğeri Merve'nin omuzlarına bastırıyor. Diğer ikisi tabancalarını masaya doğru koşmaya yeltenen anneme, ablama ve bir kaç arkadaşıma çevirip durmalarını emrediyor. Ben, Merve, annem, ablam ve tüm diğer davetliler donuyoruz. O anda içinden yanıcı madde akan boruların tüm masaların altına döşenmiş olduğunu anlıyorum. Sadece bir kaç saniyede tüm davetliler sırılsıklam yapacak kadar yanıcı sıvı havaya fırlıyor. Bir saniye sonra da ufak bir kıvılcım.

Ateşherşeyiyutacakveherkeskalbimdeyananıtadacakhepimizbirolacağız.

Çığlık atıyor muyum? Her şey çok hızlı ve çok yavaş.

Her şey çok hızlı ve çok yavaş.

Alev topu halinde üzerimiz koşanlar takım elbiselilerce tek kurşunda yere seriliyor. Mert ayağa kalkmış ve bana iki sert tokat atıyor. Fiziksel acı beni içinde olduğum şoktan çıkarıyor. "Tüm dünyanı onu yaktığın gibi yakacağıma yemin ettim" diyor. "Bak ona. ona ne yaptığına bak" diyor. "Kardeşime, ruhuma ne yaptığına bak."

Onun hayatı için babamı, tanrı gibi bir adamı yakmıştım. Bana can verip sonra bu canı alıp giden tanrı olsa, onu bile yakardı. 

Ali'ye, ondan geri kalanlara bakıyorum. Bunun sorumlusu ben miydim? Bu katliamın, bu vahşetin sorumlusu ben miydim? Bacaklarına örtülü olan battaniyeyi zorla bir kenara atıyor. Hissiz bacaklarının arasından arabalarda yedek benzin taşımak için kullanılan litrelik, kırmızı bir bidon çıkarıyor. Zor zor hareket ettirdiği sağ kolu ile bidonun kapağını açıyor. Son gücü ile bidonu kaldırıp kafasından aşağıya boşaltıyor. İnsanların çığlıkları dinmedi. Onlara dönüp bakamıyorum bile. Gözlerim Ali'ye çakılıp kalıyor. Yanından kaçıp kurtulmaya çalışan Merve'yi bile zar zor fark ediyorum.

Bir anda sanki tüm bu olanları geri alabilecekmiş gibi Mert'e dönüyorum. Sinek kaydı suratı ifadesiz. Sakalsız bir Ali. Yalvarır gözler ile bakıyorum ona. Babam gibi olması lazımdı onun. Babam gibi kibar, düşünceli, sabırlı sevgi dolu...

Babam gibiyiz sevgili kardeşim, nefret dolu bencil ve güçlü.

İfadesiz bir suratla, üzerine benzin döken kardeşini izliyor. Tekrar Ali'ye dönüyorum. Merve korku dolu gözlerle bakıyor tüm yaşananlara. Yanmakta olan davetliler hala çığlık atıyorlar. Ali'nin elindeki bidon son damlasına kadar boşalıyor. Yan yatık vaziyetteki kafasındaki gözlerini bana dikiliyor.

Ve ateş her şeyi alacak. Bizi tekrar şekillendirecek.

Ali'ye doğru uçan bir kıvılcım görmedim. Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Havadaki nemi görecek kadar duruyor zaman. Ona doğru uçan bir kıvılcım yok. Gözleri gözlerim ile buluşuyor ve alev tüm vücuduna yayılıyor.

Alev alan kardeşine doğru gidiyor Mert. Elini kardeşinin yanan omuzlarına koyuyor. "Küllerinden yeniden doğ kardeşim, yüreğimdeki yerine doğ." Benzin bulaşmış eli yanıyor. Ne Ali çığlık atıyor ne de Mert. Yanan elini kalbine göğsünün olduğu yere bastırıyor. İpek gömleği alev alıyor. Yanmakta olan davetliler çığlık atıyor, korkudan deliye dönmüş Merve çığlık atıyor. Mert ile Ali ise ölüm kadar sessiz, Yanmalarına rağmen ölüm kadar soğuklar. Mert üzerinde yanan gömleği parçalayarak çıkarıyor. Dövmesinin olduğu yerin etrafındaki deri kömür gibi yanmış. Dövme ise biraz bile bozulmamış.

Adamlarına kafası ile işin bittiğini belirtiyor. Tüm bu faciada kılları kıpırdamamış adamlar onun arkasından  gidiyorlar. Serbest kalan Merve bana sarılıp çığlıklar atıyor. Ben ise sadece az on dakika önce dünyanın en mutlu insanı olarak yürüdüğüm yoldan geri yürüyen Mert'i izliyorum. Bir an duraksıyor. Adamlarından birine bir şey söylüyor. Emri alan adam geri dönüp Merve'nin kafasına yakın mesafeden tek el kurşun sıkıyor. Merve'nin vücudu can çekişir halde kucağıma yığılıyor. Mert önden adamları arkadan çekip gidiyorlar.

Merve'nin kucağımdaki yerinden kayan cansız bedenine bakıyorum. Ölmelerine rağmen yanmakta olan davetlilere, ablama anneme bakıyorum. Hala yanan Ali'ye bakıyorum. Hissizim, onlar kadar hissiz. Tek bir şey hissediyorum, benden geriye tek bir his parçası kalıyor.

Karnımda, rahimimde yanan bir ateşin hissi.