20 Ağustos 2015 Perşembe

Beni Köyümün Yağmurlarında Yıkamasınlar

Bir gün bir römork tepesinde yolculuk edeceğimi biliyordum. Anadolu bozkırlarına bir gezi yapacaktım. Hem yolu, hem kendi içimi dolaşacaktım. Klişe bir "köye, doğaya, kaynağa yolculuk" filmi ya da kitabı gibi. Traktörü ensesi güneşten pişmiş, kapkara olmuş, ensesinin derin kırışıklıklarının arasında beyazlar saklayan yaşlı bir amca sürecekti. Mola verdiğinde kendisine ve bana "bırakamadık bu meredi" diyerek tütün saracaktı. Bir çınarın altında sardığı tütünleri içerken, hayatla ilgili çok basit ve gözümün önünde durmasına rağmen göremediğim bir gerçeği öylesine söyleye verecekti. Sonra tekrar yola çıkacaktık ve ben römorkta patates ya da benzeri bir mahsulün üzerine sırtımı verecektim. 
Sahne kararacaktı. 

Gel gör ki bunların hiç biri olmadı. Ne bilge köylü amca, ne Anadolu, ne de bozkır var. Patates bile yok. Bunlar yerine Trakya, Nevzat, babam ve masalar var. 

Masalar köyde verilen iftar yemeğinden kalma. Bu masaları tanıyorum çünkü 20 günden beri bekledikleri yere de onları ben ve bir kaç arkadaşım taşımıştık. Şimdi onların yüklenip ait oldukları yere gönderilmesi gerekiyor. Ne tesadüf ki ben de oradayım. Bu sefer arkadaşlarım yok. Sadece Nevzat var. 

Şimdi sana Nevzat'ın kim olduğunu söyleyeyim. Kaba tabir ile... Neyse kaba tabiri anlatınca anlarsın zaten. Nevzatı son görüşüm Bakırköyde'ydi. Anladın mı kaba tabiri? Anlamadıysan şöyle anlatayım, Nevzat ile beraber bir mekanda limonata ya da çay içmiyorduk. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi'nin psikiyatri koğuşlarından birindeydik. Ben ziyaretçiydim, o ise hasta. Ailesi bir süreden beri haber alamadığı için babama rica etmişler, o da unutmuş ve benden rica etti. Yapacak pek işim olmadığı için ben de gittim. 

Eğer yanlış koğuşa gitmeseydim çok da güzel bir anı olacaktı ama Nevzat'ı ararken bir anlık dalgınlıkla yanlış koğuşta aradım. Size önerim, sakın akıl hastanesinde yolunuzu kaybetmeyin. Kaybetseniz bile K1K1 denen koğuşa gitmeyin. Sadece hastaların değil, onlara bakan hemşirenin bile gözleri ayrı bir oynuyor orada. 

Akıl hastanesinde geçen korku filmlerini düşünün, onlar abartı değil. Az bile.

Anlayacağın Nevzat dünyanın en iyi iş arkadaşı değil ve taşımamız gereken masalar yaklaşık 25 kilo civarı. Bu masalardan da iki römorku dolduracak kadar fazlaca var. Her ne kadar dikkat etsem de bir kaçının vücudumun çeşitli yerlerine çarpmasını, düşmesini engelleyemiyorum. Bu ufak derdim, büyük derdim ise kafamın üzerinde tüm gücü ile parlayan öğle güneşi. Derimin gözeneklerini birer fıskiyeye çevirmiş durumda. 

Doğu Trakya da değil de, Ortabatı Amerika'da olsam gerçekten seksi bir görüntü oluştura bilirdim. Kafamda o meşhur kovboy şapkalarından biri ile her masayı kaldırdığımda, kaslarım şiştiğinde harika bir görüntü oluştururdum. Biskolata reklamları bok yerdi. Evet, bu görüntünün sergilenememesinin tek nedeni bulunduğumuz coğrafya. Benim vücudumla alakalı bir durum yok. 

Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır ve yüklenen her şey boşaltılır. Bu yüzden boşaltmayı da ben yapmalıyım. Nevzat ile beraber tabii. Ve masaların ineceği yere gitmek için, römorkta yolculuk etmeliyim. Mevsimlik işçiye ihtiyacı olan arkadaşın varsa numaramı verebilirsin çünkü en azından o zaman bindiğim römork en fazla ter kokacaktır. Masalar ve Nevzat ile içinde olduğum römorkta ise en son taşınan şey gübreymiş. 

Geri dönüşümüzde masalar bize eşlik etmese de gübre kokusu hala bizimle. O kadar yorgunum ki daha önce ne taşındığını umursamadan römorka oturuyorum. Zaten gübreden daha beter kokar vaziyetteyim. Bir sigara yakıyorum. Aytmatov hikayelerinden fırlamış yaşlı amca olmasa da, hikayenin sonunda hayatla ilgili o çok basit ve bariz gerçeği anlıyorum. 

Hayat bizi ter kokutur ve sonunda boka oturtur. 

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Vegan

Benim ağabeyim et yemez. Yani aslında tam yemez değil, daha çok haşlanmış et ve kızartma yemez. Yemez de değil yaa, yemezdi. Çocukken yemezdi. Neyse işte, ben çocukken bu yemiyordu bir ara et, tam bilemedim şimdi, yalan olmasın. Bir kaç kere buna vejeteryan  dendiğini duydum. (vejeteryen de demiş olabilirler, hangisi doğru emin olmadım)

İlk okulda ders konusu otçul hayvanlar olduğunda baya bir keşif yapmıştım kendimce. Biz hayvandık ve abim de otçuldu. Keşfin verdiği coşkuyla abime "sen otçul hayvansın" deyince köteği yemiştik. Bu da böyle bir anım işte.

Vegan kelimesini ilk duyduğum da vejeteryanın kısaltması sanmıştım. Olmadığını delinin birinin yaptığı eylem ile öğrendim. 

Dünyaca ünlü bir balet bizim Harbiye Açık Hava'da gösteriye gelmiş, bu  kardeşiniz de orada görevli. (Organizatör firmaya eleman sağlayan taşeron firmanın kölesi, saatim 3 lira falan,) Bir kadın geldi. Pardon, önce burnuma kadının kokusu geldi. Yıllardır yıkanmıyor olsa gerek. Bileti yok ama içeri girmek istiyor. Israrla isteyince biz köleler yetkili bir abi çağırdık. Yetkili abi de gayet makul bir şekilde deliyi kovalamaya çalıştı. Basın girişinin önünde olmasaydık ne kadar makul olurdu bilmiyorum da, deli dediğin zaten makul olamayanın ta kendisi. Kadın çığlık çığlığa bu dünya starını izlemeyi hak ettiğini, bu gösterinin para ile satılamayacağını, izlemek için buna layık olmak gerektiğini çığırmaya başladı. 

Can kulağı ile kadını dinlemeye başladım. Bir süredir bu taşeron firmanın kölesiyim ve daha iki gün önce hayatımda ilk defa "sendika" kelimesini cümle içinde kullanmışım. Basından bir kaç kişi de benim kadar ilgili, onları da seziyorum. Lakin kadın nasıl yaptı anlamadım, konuyu bir anda Kurban Bayramı'na getirdi. Bu katliamı durduracaklarını, müslümanların kana susamış caniler olduğunu haykırmaya başladı. (yok bahsi geçen deli Leman Sam değil) 

Gördüğüm ilk vegan zırdeli olduğu için hepsinin deli olabileceğini düşünmedim. Hala saf saf vejeteryan gibi bir şey sanıyorum. Sonra sonra bu arkadaşların sadece et değil, hiç bir hayvansal gıdayı tüketmediklerini öğrenince çok güldüm knedilerine. Yahu insan dediğin et yiyen bir hayvan. Kızmayın ama biz hayvanız arkadaş. Ayrıca et de yeriz. Ya bu nasıl bir kendini üstün görmedir ki, doğanın seni evrilttiği yola ters dönmeye çalışıyorsun. Egona sıçayım. 

Hadi sadece kendi yemese eyvallah, deli der geçerim. Kimse yemesin istiyorlar. Daha önce de dedim, ben hayatta kalmak için yemek yemiyorum, yemek yiyebilmek için hayatta kalıyorum. Sen ne hakla benim önümden iskenderi çekmeye çalışıyorsun. Ne biçim bir zorbasın arkadaş sen? Mussolini bu arkadaşlara şapka çıkartır, faşizmin adını ben koydum ruhunu siz tamamladınız der. Zaten veganlığın siyasi bir eğilim olduğu söylenmeye başladı. Allah vere de aralarından zeki bir deli çıkıp dünya tarihine geçmese.

Ya gidip Serengeti'deki aslanlara da anlatsana sen bu derdini de bir güzel yesinler seni. (Leman Sam safariye çıkmış mıdır acaba?)

Ya saçmalamaları arasında haklı olabilecekleri tek konu kaynıyor ona üzülüyorum. Hayvan ÜRETİM tesislerinin durumu. Gün yüzü görmeden 7 günde ete gelen kuzular, bir günü 7 gün olarak geçiren tavuklar, Arnorld'tan daha hormonlu civcivler falan. Bu deli enerjiyi bu konuya yönlendirseler de bir işe yarasalar. Gerçi bu konu hem sağlık ile hem ekonomi ile hem de üretim ile ilgili çok karmaşık bir durum, hayvansal gıda yemeyen birileri bu konuda sağlıklı bir çözümlemeye ulaşamaz bence. 

Gezegendeki en baskın yırtıcıya, dur diğerlerini yeme demek, işte gerçek vahşet budur.

Ocu, Bucu, peki ya Sucu

Yıllar önceydi, ben, o zamanki kız arkadaşım ve kız arkadaşımın bir arkadaşı konuşuyorduk. Konu da siyasete gelmişti. Yirmili yaşlarının başında olan üç kişinin konusu niye siyasete geliyorsa? Neyse işte, kız arkadaşımın arkadaşı olan bu eleman, bu konuşmamız üzerine benim TKP'li olduğuma kanaat getirmiş. Bir iki yıl sonra öğrenmiştim ben de bunu ve "acaba ne saçmaladım da böyle bir kanıya vardı" diye düşünmüştüm.

Gene bir kaç yıl önce, babamın dini duyguları kabarmış, bana "sen neden cumaya gitmiyorsun" diye sormuştu. Arada oluyor benim babama böyle, önce cumaya neden gitmediğimi sorguluyor, sonra da "sizi çocukken kuran kursuna göndermedim, çok büyük hata yaptım" diye hayıflanıyor. Her seferinde verdiğim cevabı verdim gene. "Para karşılığı namaz kaldıran bir adamın arkasında namaz kılmak bence günahtır" dedim. (Bu fikrimi daha sonra size de savunurum) Babam da cevap olarak bana "sen cemaatçisin yani" gibi bir şeyler söyledi. (Cemaat dediği, The Cemaat değil, genel olarak cemaatlerin kendi imamları olur ve onların arkasında namaz kılarlar.)

Çok sevdiğim bir örnek daha var. Kuzenim ile bir siyasi tartışma yapıyorduk, milliyetçi bir kaç fikri savunmam üzerine adam bana "uuuu faşosun sen" dedi. Şu hayatta durup "ne yapıyorum lan ben" diye sorguladığım çok az an yaşamışımdır. Bu da onlardan biri oldu. Çok değil, daha bir kaç yıl önce, kız arkadaşı ile birlikte film izleyecekleri zaman beni de davet etmişti. Hangi filmi izleyeceksiniz dediğimde "gud bay lenon(good bye lenin)" diye bir şey demiş adam, şimdi bana faşist diyordu. (Sonradan fark ettim, adam faşizmi milliyetçilik sanıyordu. Bu satırları okuyan sen sevgili arkadaşım, sen de büyük ihtimal ile faşizm ile ırkçılığın aynı şey olduğunu sanıyorsundur. Bunların üçü farklı kavramlar.)

Böyle bir sürü örnek yazabilirim. Aynı konuşma içinde hem vatan haini komünist, hem de ırkçı faşist ilan edilmişliğim bile var. Sonu -ist, -cı\ci ile biten ne varsa, en az bir kere "o" olmuş olabilirim. Sadece bunlar  da değil, homofobik de oldum. Yani oldum diyorum da genel de bunlar ile suçlandım. Nadir olarak da oraya konumlandırılarak anlaşılmaya çalışıldım.

Şimdi beni boş verelim (mümkünmüş gibi) ve zamanda biraz geriye gidelim. 7. yüzyılın hemen başında Mekke'deyiz. 40 yaşında kendi halinde bir adam, bir dağdan indi ve tüm ekonomik ve sosyal yaşamı baltalayacak fikirler ile ortaya çıktı. Bir kaç yıl pek önemsenmedi. Gelir geçer gözüyle bakıldı ama geçmedi. Adam didine didine kendisine taraftar bulmaya başladı. Çevresinde "inananlar" denilen bir grup büyümeye başladı. Şehrin kaymak tabakası ortaya çıkan tehdidi anlamaya başladılar. Aslında yapılması gereken şey çok basit. İnsanın en doğal tepkisini verip, yılanın başını keserek büyümeye aday sorunlarından kurtulabilirlerdi. Yapamadılar.

Niye?

Çok fazla bilgiye boğmak istemiyorum. Kabaca durum şöyle. Bu Arabistan büyük ölçüde çöl. Bunu zaten bilirsiniz. O zamanlar bu Araplar petrol zengini de olmadıkları için dünyanın geri kalanının hiç umurunda değiller. Zaten büyük çoğunluğu da göçebe, bedevi dediklerimiz. Kabileler halinde yaşıyorlar. Hayvancılıkla uğraşıyorlar. Kısaca deve çobanı gürühu bunlar. Mekke, Taif gibi şehirlerinde öyle aman aman bir geçmişleri yok. Şehir hayatı daha emekleme aşamasında. Bu yüzden bir şehir sosyal hayatı da yok. Kafe, bar, tiyatro, agora gibi bir sosyallikten bahsetmiyorum. Çekirdeğe gidecek bir aile yapısından, şehirli (Arapçası medeni) olmaktan bahsediyorum. Şehir yaşantısına da kabile anlayışı hakim. Bedevi iken otlak için kavga eden kabileler şehir hayatına geçince de ticari kar için kavgaya devam ettiler. İnsanlar bireysel özellikleri ile değil, bağlı oldukları kabilenin gücüne göre değerlendiriliyorlar.

Çok uzadı ve sıkıcı oldu biliyorum ama bunları derdimi anlamanız için kabaca da olsa bu bilgilere ihtiyacınız var. Mekke'ye kısa bir dönüş daha yapalım. Şehre hakim olan Kabile Kureyş. Bunu duymuşsunuzdur zaten. Duymadığınız, Kureyş'in mermer gibi bir yapı olmadığı. Federatif bir yapısı var. Kendi içinde kollara bölünüyor. Tabii bu kollar arasında da bir Game of Thrones durumları, güç savaşları var. Muhammed, Haşimiler koluna mensup ve bu kol da Kureyş içinde yeri sağlam olan bir kol.

Sorumuza dönersek, (yani Muhammed'in kafayı neden almadılar) ister yeni bir din ilan etsin, ister sosyal hayata zararı olsun, ister hırsızlık yapsın... Eğer ortada bir "kan" yok ise, herhangi bir kabilenin herhangi bir adamını öldürürseniz, o çok bilindik kural işler. "Kanı kan temizler." Herkesin ortak fikri cinayetten yana olsa bile, cellat hangi kabileden ise, o kabile ile Haşimiler arasında kan davası başlayacaktı. Hiç kimse bunu göze alamadığı için Muhammed'e bıçak kemiğe dayanana kadar bir suikast düzenlenmedi. Geç de olsa bu denendiği zaman bile tek bir cellat kullanılamadı. Kureyş'in tüm önemli kollarından ikişer cellat seçilerek aynı anda saldırılacaktı. Böylelikle öldürücü darbenin kimden geldiği belli olmayacak, Haşimiler kan davası başlatamayacaktı. (Sezar'ın katline benziyor değil mi? Acaba Araplar bunu kendileri mi düşündü, yoksa daha küresel bir millet mi kulaklarına fısıldadı?)

Şimdi günümüze dönelim. Aşiret dediğimiz zaten bu kabilelerin günümüze açık seçik yansımalarıdır.

Benim derdim bu değil, benim derdim, gizli kabilecilik ile. Yazının başında kendi üzerimden verdiğim örnekler bununla alakalıydı. İnsanlar seni, beni, onu sürekli bir yere, bir ideolojiye oturtmak istiyorlar. Böylelikle seni tartması daha kolay oluyor. Önce senin nereye ait olduğunu belirliyor, sonra kendi içinde bulunduğu kabilede senin kabilene ne gözle bakıldığını düşünüp seninle bu doğrultuda iletişim kurmaya çalışıyor.

Arkadaş, sağdan, soldan, kuzeyden, güneyden, doğudan, batıdan, okyanus ötesinden, göl kenarından... Nereden gelirse gelsin, sen bir fikrin kaynağına inip onu özümsemeden sadece aracıların sana anlattıkları ile o fikre dahil olma numarası yapıyorsan senden bir bok olmaz. Ancak kabile üyesi olur işte. Bu yüzden karşındakinin de bir kabileye üye olmasını beklersin. Sonra siyasi tartışmalarda orman kanunları geçerli olur.

Bu Arapların seçme şansı yoktu, günümüz insanının az biraz var. Zeki olanlar çıkarına göre, aptal olanlar şartların onu götürdüğü yere seçiyor kabilesini. Bir şeyci oluyor. Gerçi en aptalı bile belli bir yaştan sonra harika manevralar ile tam ters köşeye geçecek kadar çıkarlarının farkına varıyor.

Kimseye öğüt falan vermek gibi bir derdim yok ama, dışarıdan nasıl göründüğünüzü bilin istedim.(Ortaçağ'dan hallice)

6 Haziran 2015 Cumartesi

Teselli Ödülü

Yaptığımın kötüden de öte olduğunu biliyorum. Bildiğim bütün dinler ve öğretiler, ölümün bir son olmadığını, sadece geçmemiz gereken bir kapı olduğunu söylüyorlar. Hayatın bildiğimiz anlamı geride kalacak ve bir yenisi başlayacak. Dinlerin bize söylemediği şey ise bunun olması için kalbimizin durmasına gerek olmadığı. Birinin bildiği hayatı elinden alır ve ona bir yenisini sunarsanız, onun hem katili, hem kahramanı olursunuz. Püf nokta, katilinin siz olduğunu anlamaması. 

Çıplak vücudunun benimkiyle bir olması, başını göğsümde hissetmek, bana sarılması "aslında en başından beri böyle olmalıydı, bu, bu çok doğal. Sanki bunun için doğmuşuz gibi" demesi geri kalan her şeyi önemsiz kılıyor. 

Ablama göre hikaye benim Tuğçe'yi gördüğüm anda başladı. Çokça anlattığı gibi, durmadan ağlayan bir bebekmişim. Karşı komşunun kızı Tuğçe doğmuş ve ben daha bir aylık bebekken onu görmüşüm. Ağlamalarım kesilmiş. Hayatımın büyük bölümünde bu masalı dinledim ve emin oldun ablamın anlattığı tek masal bu değildi. Onun gerçekler ile arası hiç bir zaman iyi olmamıştı zaten. 

Açıkçası bunun ne zaman ortaya çıktığını bilemiyorum. Yani Tuğçe'ye olan hislerim "bebeklik arkadaşından" aşka ne zaman döndü bilmiyorum. Bildiğim şey, duygularımı fark ettiğimde lise çağının sonunda olduğumuz. O zamana kadar bir kaç erkek arkadaşı olmuştu ama ilk defa bunlardan birinin evine yatıya gidiyordu. Sarılınıp uyunacak masum bir gece olmayacağını anlamam için Tuğçe'nin heyecanını görmem yeterliydi. Benden onu erkek arkadaşının evine kadar eşlik etmemi istedi. Yol boyunca o heyecandan, ben ise ne olduğunu bile anlayamadığım bir duygudan dolayı hiç konuşmadık. Çocuğun evinin olduğu sokağın başına geldiğimizde durduk. Tuğçe nasıl göründüğünü sordu. O an yol  boyunca beni susturan hissin ne olduğunu anladım. "Çok güzelsin" diyebildim. Çok güzeldi. 

Hem onu buraya kadar getirdiğim, hem de sadece iltifat sandığı sözlerim için teşekkür etti. Öpmek için yanaklarıma uzandı. Ne olduğunu bile anlamadan dudaklarını öptüm. Çocukluğumuz boyunca, bunun özel ve arkadaşça olmadığını anlayana kadar zaten birbirimizi dudaklarımızdan öpmüştük ama bu sefer farklıydı işte. Filmlerdeki gibi beni tokatlamadı, itmedi ya da kendisini aniden geri çekmedi. Karşılık da vermedi. Dudaklarımız ayrılıp da gözlerimiz birleştiğinde, onun gözlerinde yaş vardı. "Sen benim arkadaşımsın Emre ve öyle kal. Lütfen!" dedi. 

O yıllarda dünya bu kadar küresel değildi ya da en azından biz onun bu kadar içinde değildik. "Arkadaş Bölgesi" kavramını bilmiyorduk ama yaşıyorduk işte. Ağzı "arkadaşım kal" dedi, gözleri ise bunu  için yalvardı. "Haklısın" diyebildim. "Bir an saçmaladım işte."

Yanımdan ayrılıp sevgilisinin oturduğu apartmana girene kadar arkasından baktım. Onun karşısında ya da eve dönerken yol boyunca ağlamadım. Eve gitmeden önce iki bira aldım. Yüksek alkollü olanlardan. Eve yeterince yakın ve yeterince uzak bir sokağın kuytusunda biraları içerken çok ağladım.

Kısa sürede içilen, yüksek alkollü biranın üzgün ve ergen bir bünyede etkisini bilirsiniz. Eve girdiğimde kıpkırmızı olmuş gözlerimi yerden kaldırmadım. Yer ile o kadar uzun süre bakıştık ki, ayakkabılarımı çıkarırken onu öptüm. Patır kütür düşen çocuklarına bakmaya geldiklerinde  annem "ağladın mı sen" diye sordu, babam ise "içtin mi lan sen" diye sordu. İki sorunun da cevabı ortada olduğu için hiç bir şey söylemeden yalpalaya yalpalaya odama gittim. Sanırsam ilk ve son ergenlik isyanım olarak gördüler bunu. 

Ablam bir kaç dakika sonra elinde bir kovayla yanıma geldi. Kovayı yatağımın baş ucuna bırakırken "miden bulanıyorsa buna kusarsın" dedi. Yatak, hatta tüm dünya dönüyordu. Cevap vermedim. Yatağın kenarına oturup eliyle kafamı okşamaya başladı. Tepki vermedim. Kafamın içinde de bir resmi geçit vardı. Sadece Tuğçe'nin  görüntülerinden oluşan, sürekli dönen bir geçit. Birlikte top oynadığımız, bebekleri giydirdiğimiz, okula gidip geldiğimiz, yaramazlıklarımızın, gülüşmelerimizin ve bir sürü şeyin görüntüleri dönüyordu. En çok da örgülü saçları ve okul üniformasıyla bana gülen bir tanesi. Aşk dedikleri bu galiba. Keşke bu kadar olsa. Görüntüler ne kadar dönerse dönsün, sonunda sadece bir görüntüye evriliyorlar. Bir kaç saat önce yaşarmış ve korku dolu gözler ile bana bakan Tuğçe görüntüsüne. O zaman için için sessizce ağlamanın nasıl olduğunu anlıyorum. Ablamın hala kafamı okşayan elini çok da fark etmeden ve aslında hiç de umursamadan yastığımı ıslatıyorum. 

Hani bir dediniz olduğunda anneniz gelir ve derdinizi sorar. Konuşmak istemez "yok  bir şey" derseniz. "Var, var. Analar anlar oğlum" der.

"Çocukken Tuğçe ve sana masallar anlatırdım hatırlıyor musun? Prensin, prensesi ejderhalardan, kötü kalpli kraliçelerden, canavarlardan ve kulelerden kurtardığı masallar. Hepsi mutlu sonla bitiyordu ama hiç fark ettin mi bilmiyorum, o mutlu sona varmadan önce mutlaka acılar yaşanıyordu. Prenses ya ölüme yaklaşıyordu, ya uzun yıllar bir kulede hapsediliyordu ya da bir daha uyanmayacak gibi uyuyordu. Bu gibi şeyler işte. Neyse, demek istediğim mutlu sonları da var eden şeyler, öncesinde çekilen çilelerdir." Anneleri bilmem ama ablam anlamıştı.

Ablamın masallı, perili, prensli teselli çabasının pek işe yaradığını söyleyemem. Gerçekler masallardan çok  daha farklıydı. Gerçek olan ben yastığımı ıslatırken, Tuğçe ve sevgilisi bir çarşafı ıslatıyorlardı. Bunu düşünmek tüm gücümü bedenimden çekiyordu. Şimdiye kadar yapmışlar mıdır? Ablamın saçma sapan tesellisine sinirlenecek kadar bile mecalim yoktu.

Ablam kafamı okşamayı bıraktı. Büyük bir sır verecekmiş gibi kulağıma yaklaştı. Fısıldayarak "kızlar böyledir. Gençken aşk sandıkları tutkulu ilişkilerin peşinden koşarlar. Kendilerini o kadar kaptırırlar ki, neyin önemli olduğunun farkına bile varmazlar. Gençliklerinin son demlerinde, o büyülü güzellikleri solmaya başlamadan önce, yorulur ve onlara liman olacak birini ararlar. Sen Tuğçe için o liman olacaksın." dedi.

Söylenen sözler değil, önemli olan o sözleri söyleyen kişiydi. Bu klişeyi erkek arkadaşlarımla defalarca konuşmuştum. Kızların serserilere aşık olup efendi adamlar ile evlenmeleri. O gece bana anlamlı gelmesinin nedeni, ablam gibi hayattaki tüm erdemlerini, hayallerini masallardan alan birinin bunu söylemesiydi. Fısıldayarak, sır verir gibi ve soğuk bir sesle söyledi. Sanki hiç hoşuna gitmeyen bir gerçeği dile getirir gibi.

Ablam odadan çıktığında görüntüler artık dönmüyordu. Yatak ve dünya hala biraz dönüyordu. Midemin bulandığını hissettim. Kovayı biraz doldurmazsam ablamın düşünceli davranışına kabalık etmiş olurdum. Kustuktan sonra tüm dünya yine dönmeye başladı. bu sefer kafamın içinde Tuğçe'nin görüntüleri ya da yapmakta oldukları değil, ablamın son sözleri dönüyordu.

Ertesi sabah yorganın üzerimden hunharca çekilmesi ile uyandım. Biri güneşin ışığını kısabilir mi? Çok fazla ışık vardı. Gözlerim yanacak gibi oldu. Bu işkenceyi yapanın kim olduğu görmek için bakmama gerek yoktu. Bu Tuğçe'nin günaydın deme yöntemidir. Yorgana ulaşmaya çalışacak gücü bulamadığımdan gün ışını kesmek için kafamı yastığın altına soktum. Tuğçe'nin "Uyansan be, sarhoş musun hala?" diye  şakıyan sesini duyunca afyonum bir anda patladı. Kusmuk kovam hala baş ucumda mı  görmek için kafamı yastığın altından çıkardım. Kısık gözler ile kovayı aradım. Yoktu. Sanki tek derdim buymuş gibi rahatladım. Yatakta doğruldum. Tuğçe gülümseyen ifadesiyle beni izliyordu.

Dünyadaki en tatlı bulaşıcı hastalık gülümseme olmalı. Tuğçe'den bana bulaştı. Tebessümüm zorlama değildi. Dün geceki o öpücük sanki hiç olmamış gibi gibiydi. Tuğçe nasıl olduğumu sordu, dilimi ısırıp gözlerimi devirdim. Kafam önüme düştü. Bacağımdan tutup tüm vücudumu sarstı. Kendimi salıp, tekrar yatar duruma geldim. "Beş dakikaya kalk yoksa bir koca suyu başına boşaltırım" deyip gitti.

On dakika kadar sonra kalkmıştım. Salonda oturmuş beni bekliyordu. Annem ve ablam çay-kahve börek-tatlı, bir şeyler yeyip içmek için Tuğçelerin eve geçmişler. Günün konusu eve sarhoş gelen Emre olmuş. Tuğçe kendisine soru sorulacağını anlayınca buraya kaçmış.

Bir iki dakika sessizce oturduk. Yani ben oturdum, o ise oturduğu yerde sabırsızca kıpırdanıp durdu. Sabırsızlanırken hiç yerinde duramaz. Ne beklediğini biliyordum. "Eee nasıldı dün gece" diye sormamı bekliyordu. O öpücüğü unutmayı gerçekten başarmıştı.

"Ne yaptınız" diye sorduğumda, "hiç bir şey olmadı, o bana dokunduğu anda aslında istediğimin sen olduğunu anladım" demedi. Suratındaki mutluluk ifadesi ne olduğunu yeterince açıklıyordu. "Canım sadece bir an acıdı" dedi. Evet, biliyorum, ben de benzerini tam şu anda yaşıyorum. Yüzüme ne kadarı yansıdı bilmiyorum ama yansıdıysa bile Tuğçe'nin dikkati bunu fark edecek kadar üzerimde değildi. Görse bile görmezden gelirdi zaten. "Şu kadarını söyleyeyim, her şey çok büyüktü. Ay, yani ebatlar değil, hisler. Sanki tenimin tüm hücreleri, her teması on kat büyük hissediyordu."

Kulaklarımda Tuğçe'nin abartılı mutlu gelen sesi, kafamın içinde ise ablamın sen liman olacaksın diyen soğuk sesi vardı. İkinci ses olmasa ne yapardım hiç bir fikrim yok.



Günler o öpücüğü unutmuş bebeklikten beri en yakın arkadaş olan iki kişinin günleri gibi geçti. Geçen günler, ablamı haklı çıkarır gibiydi. Tuğçe seviştikten sonra daha da büyük aşkı olan çocuktan kısa süre sonra ayrıldı. Yeni bir sevgilisi oldu. Benim bir sevgilim oldu. Ben de seviştim. Nedense benim için her şey o kadar "büyük" değildi. Hayatımıza insanlar girdi çıktı. Her yeni geleni birbirimize tanıttık. Tuğçe'yi bilmem ama ben her yeni geleni "Tuğçe bunda ne buldu" diye gözlemledim. Cevap hep boş küme oldu. Her gidenden sonra neden gittiğini sordum Tuğçe'ye. Bir kaçı somut sebeplerdi ama çoğu "bilmiyorum, bir şeyler tam değildi, eskisi gibi değildi" oldu. Her gidenle birlikte ablam biraz daha haklı çıkıyordu.

"Zamanın ruhu dedikleri şey işte" dedi bir gün. Ablamı haklı çıkaran başka bir hikaye. Gerçi daha ablam bana o tek gerçekçi cümlelerini kurmadan önceydi. Liseye yeni başlamıştık. Tuğçe'nin üstü başı örnek öğrenci gibiydi. Etek boyundan, saçlarına kadar. Her şey parçası düzen içindeydi. Onu orta okulda da görmemiş olanlar için bunda ilginç bir şey yok tabii.

Kızların memelerinin yeni çıkmaya başladığı zamanlardı. Tomurcukları fark eden kızlar başkaları da fark etmesin diye kamburlaşmaya başlıyorlardı. Bu değişiklik utanç kaynağı gibiydi. Hele o ilk kan. Bir kızın yüzünü kan rengine çevirmek istiyorsanız ona bu kandan bahsetmeniz yeterliydi. Tuğçe hariç tabii. Ulu orta bütün gün bahsetmese bile, utandığı da yoktu. Sadece kandan değil, memelerinden de utanmıyordu. Hatta daha memeleri daha yeterince büyümeden sütyen taktı. Kalan boşlukları mendil veya pamuk ile doldurdu. O günlerde eteğini yukarıdan kıvırmaya ve dar gömlekler giymeye de başladı. Göleğinin alt kısmı eteğinin içine hiç girmedi. Okul bahçesinde de, okul yolunda da dimdik yürüdü. Öğretmenlerin her gün ikaz etmesine rağmen saçlarını toplamadı.

Liseye geçtiğimizde ise kıvrılan etekler, dağınık saçlar ya da fazla gömlekler yoktu artık. İşte bu yeni nizamlı halinin sebebini sorduğumda Zamanın Ruhu'ndan bahsetti. "O yaşta bunları yapan kızların sayısı iki elin parmağını geçmezdi. Burada, lisede ise bütün kızlar serseri gibi giyiniyor. Bir kaç sönük inek dışında üstü başı toplu kimse yok. Unutma, az olan her zaman değerli olandır." diye devam etti. Ne demek istediğini ya da Tuğçe'nin ne kadar değerli olduğunu anlamadım bile. Elmas bir yüzük parmağınızda iken büyürseniz, birisi onu almak için elinizi kesene kadar onun ne kadar değerli olduğunu anlamazsınız.



Yıllar sadece yaş hanemizde bir sayı değiştirmeyi bırakıp, bizi yaşlandırmaya başladığında ablamın kehanetinin gerçekleşme vaktinin geldiğini hissettim. Yirmili yaşların ortasını yeni geçtiğimizde, Tuğçe bir erkek arkadaşı tarafından terk edildi. Bu onun için bir ilkti. Sebebini sorduğumda "bir şeyler bir şeyler dedi ama aslında seni çok kıskanıyordu. Asıl sebep buydu bence" dedi. Ona isterse adamla konuşabileceğimi, ne kadar yakın arkadaşlar olduğumu anlatabileceğimi söylediğimde " boş ver, anlamadıysa sen de anlatamazsın zaten. Birileri gider, birileri gelir. Sonun birbirine kalanlar biziz." dedi.

Belki de ablamın kehanetinin gerçekleşme vakti gelmişti ve bu sözler bunun için ilahi bir işaretti. Hatta ablam tarafından yollanmış bile olabilirlerdi. Tabii kötü bir zamanlama ile. Çünkü o günlerde bir ilişkim vardı ve kız arkadaşımdan gerçekten çok hoşlanıyordum. Sanırım adı Ceyda ya da Ceren gibi bir şeydi. Şimdi tam hatırlamıyorum.

Ah tabii ki kız arkadaşlarım oldu ve onlara gerçekten değer verdim. Tüm hayatımı en yakın arkadaşına gizli gizli aşık olarak geçirip diğer tüm kadınlara kapımı kapatmamı mı bekliyordunuz? Bu fazla masalsı olurdu. Ablam gibi düşünmeyin. Gerçi hiç biri tam yürümedi çünkü silik de olsa canlı da olsa arka planda sürekli Tuğçe vardı. Bunu inkar edemem. Düşündüm de, belki de tüm o sevişmeler, hatta sevmeler bile bir hazırlıktı.

O günlerde Tuğçe'nin başka bir erkek arkadaşı olmadı. Bir süre, bir kaç yıl... serbest takıldı. "Kendi ayaklarımın üzerinde duran genç bir kadınım. Bir erkeğe uzun süre ihtiyacım yok" diyordu. Zamanın Ruhu dedim. Ben de elimden geldiğince aynısını yaptım. Tek fark çoğu sabah "şimdi biz neyiz" gibi garip bir soru duymamdı. Araya giren diğerlerinin süresi minimuma indiği için o günlerde daha yakındık. Sevgili işlerini beraber yapıyorduk. İyi yanı, afra tafra yoktu, kötü yanı sevişmiyorduk. Yeterince adil. Beraber tatile çıkmak zordu gerçi. Birimizin en azından bir gece farklı bir oda tutması gerekiyordu. O günlerde ablamın yanılmış olabileceğini düşündüm. Aslına bakarsanız bundan çok da rahatsız olmamıştım. Sonuçta bir şekilde bir birliktelikti bizim yaşadığımız.

O herif gelene kadar da her şey iyiydi. Nerede tanıştıkları hakkında hiç bir fikrim yok. Kendisi ile tanıştırıldığımda ilişkileri dördüncü ayını doldurmuştu. Bu bir erkek arkadaşı ile tanıştığım en bayatlamış ilişkiydi. Birlikte yemeğe çıktık. Adam duldu. Sadece karısı ile değil, saçları ile de boşanmış, göbeği ile ise nişanlanmış bir adamdı. Beyaz gömleği annelerimiz isteğinden bile daha beyazdı. Yemekler için kullanılan masada arabasının anahtarı ve şişkin cüzdanı sadece bana değil, gelen geçen herkese göz kırpıyordu. Üst düzey yönetici. Benim en iyi ihtimal ile 15 yıl falan sonra gelebileceğim bir basamak. O da şimdikinden çok daha fazla çalışarak olur ancak. Kendine çok güvendiğini oturuşundan bile belli etmesine şaşmamak gerek.

Yemek boyunca nasihat dinledim. Sunduğum karşı donelerin hepsini dinledi ve "sen bilirsin tabii ama... senin yaşındayken bende aynen böyle düşünüyordum ancak... kendi yolunu çizmek istemen güzel fakat..." gibi cevaplar verdi. Daha önce de Tuğçe'nin yanında "alfa benim burada koç" diyen erkekler olmuştu. Bu gibi durumlarda  Tuğçe yavrusunu koruyan bir aslan gibi korurdu beni. Şimdi ise adamın her cümlesinin sonunda "Şener'in bu konudaki birikiminden yararlanabilirsin. Biliyor musun o..." gibi cümleler ile karşımda duruyordu. Adamın şakası yada alaylı cümlesi güzel olsa da olmasa da gülüyordu. Gerçi adam bana da Tuğçe'ye baktığı gibi baksa, onu övdüğü gibi övse ben de adamı destekleyebilir her söylediğine gülerdim.. İnanın bana adam Tuğçe'ye bir kralın tacına verdiğinde daha çok değer verir gibiydi.

Adam LAVABOya gitmek için iznimizi isteyip masadan kalktı. Gidenin arkasında dedikodusunu yapmanın farz olduğu kızlar masasına döndük bir anda. Tek fark, İrem'in saçı ne biçim olmuş, Gözde'nin eteği de fena kısaymış gibi şeyler değil, Şener'in ne kadar harika olduğunu konuştuk. Daha doğrusu Tuğçe anlattı ben dinledim. "Biliyor musun, evinin anahtarlarını verdi bana. Ev dediğim de saray yavrusu gibi. Bir kaç ay sonra çok farklı yerlerde olabiliriz." dedi.

Ağzımı kırmızı et ve şarapla doldurup derin bir nefes almayı deneyebilirdim. Kendi soluk borumu tıkayıp bu fotoğraftan çıkmayı deneyebilirdim. İşe yaramazdı. Şener zamanında ilk yardım gönüllüsü olarak çok can kurtarmış. Arkama geçip kollarını bana dolar, Heimlich Manevrası ile tıkanmış soluk borumu açar ve kahraman olurdu.

Gecenin sonunda nezaket abidesi olduğu için ve ben fazlasıyla içmiş olduğum için beni evime kadar bırakan Şener oldu. Yol boyunca yanında oturan sevgilisinin elini tuttu ve arkada oturan çocuğa nasihat etmeye devam etti. Kafamın içinde defalarca adamın elini bileğinden kestim. Kafamın dışında, gerçek dünyada ise Şener'e teşekkür ederek arabadan indim. Arabadan inerken "Tuğçe benim için çok değerli ve senin de onun için değerlisin. Dikkat et kendine, içme bu kadar" dedi.

Eve gitmek yerine en yakın tekele gittim. İki bira aldım. Yüksek alkollü olanlardan. Çok şükür artık evde dilediğim gibi içip sıçabileceğim yaştaydım. "İçtin mi lan sen" diyecek bir babam yoktu. Salonda ağlarken "ağlıyor musun sen" diye soracak bir annem yoktu. Daha ilk biranın yarısına geldiğimde midem artık bir şeyler almak yerine bir şeyler çıkarmak için yalvarıyordu. Kova getirecek bir ablam yoktu. Yarın güneş fazlasıyla parlayarak doğduğunda üzerimdeki yorganı çekecek Tuğçe'de yoktu. Deveyi güdemedim, diyarı terk etmeliyim.



Ablam tam olarak yanılmamıştı. Dediği gibi olmuş, Tuğçe sonunda bir limana ihtiyaç duymuştu. İkimizin de kaçırdığı nokta Tuğçe'nin ne kadar değerli olduğuydu. Benden çok daha değerli. Ablam hem ablam olduğu, beni olduğumdan çok daha değerli gördüğü için, hem de aslında insanlar arasında değer farkı olduğuna inanamayacak bir kaçık olduğu için bu noktayı kaçırmıştı. Ben ise elmas yüzükle doğmuştum. O gece Şener bileğimi kesene kadar aslında neye sahip olduğumun hiç farkında değildim. Gelen giderdi, yenisi gelir ama biz hep birbirimize kalırdık. Birinin gelip hiç gitmeyeceğini aklıma bile getirmemiştim.

Bir kaç gün sonra çalıştığım şirket Doğu Avrupa'daki bir yönetici açığını doldurmamı önerdi. İlahi işaret dediğin böyle olurdu. Aşkta kaybeden sadece kumarda değil, kariyerde de kazanabilir. Bir on yıl sonra Şener olur, bir başkasının Tuğçe'sini sevip onu alabilirdim. Ben de kabul ettim. İş arkadaşlarımın ve ülkem erkeklerinin pek çoğu için "şanslı piç" oldum. Bir süredir flört ettiğim güzel iş arkadaşım içinse gitmeden tadına bakılacak adam oldum.

Güzel bir akşam yemeği, benim evimde, olur mu? Tabii ki sende bu teklifi bekliyordun. İçtiğimiz şarabı üniversite öğrencisiyken almıştım. Özel bir günde içmeyi planlıyordum. Tahmin edersiniz işte. Keşke her şarabın yıllanmadığını bilseydim. Şener kesin biliyordur. Gerçi birazdan yatağımı paylaşacağım güzel arkadaşım Tuğba için şarap yıllanmış, yıllanmamış pek fark etmedi. İki kadehten sonra sağı solu kurcalayacak kadar rahatlamıştı. Televizyon ünitesinde duran çerçevelerden birini alıp "bu kim" diye sordu.

"Ablam."

Diğerini alıp, kim diye sordu.

Elmasım, aşkım, can yoldaşım, bir tanem, sebebim...

"Bebeklik arkadaşım"

Yakın olup olmadığımızı sordu. Birazdan sevişeceğim kadına gizli ve acıklı aşk hikayemi anlatmalı mıyım? Ne önemi var ki? Tüm hikayeyi olmasa da, çoğunu anlattım. Hikayem bittiğinde bir vay çekti. "Şanslı kadınmış, senin gibi yedek herkese nasip olmaz" dedi.

"Ne demek istiyorsun?"

Bana doğru hafif adımlar ile seksi olmaya çalışarak yaklaşıp "Bilirsin işte, kadınlar her ihtimale karşı iyi anlaştıkları bir erkeği yedekte tutarlar. Eğer gün gelir, tüm trenleri kaçırırsam diye. Emniyet supabı gibi. Supap seni." deyip eğildi ve beni öptü. Ben yedek miydim yani? Bunu sesli sorarak ön sevişmenin akışını bozmadım. Yaklaşık on beş dakika sonra duş alırken istediğim kadar düşüne bilirdim.

İnsanların kendi beyinleri üzerinde tam kontrol sahibi olmaması çok büyüleyici bir şey. Bizim kontrolümüzde olsalar tüm o harika fikirleri üretemezdik. Mesela Arşimet o gün hamama girdiğinde "hey bugün suyun kaldırma kuvvetini keşfetmeliyim" dememiştir. Suyun üzerinde yüzen tası görür ve... Evreka evreka. Tabii her zaman hidrostatik ve mekanik gibi faydalı konuların temelini atan fikirler keşfetmiyoruz. Çırılçıplak soyunup koşmuyoruz.

Tuğba'ya isterse duş alabileceğini söylemek için yatak odama girdim. Loş ışıkta saçı tarafından kısmen örtülmüş yüzünü gördüm ve Akerve Akerve... Bazı fikirler insanlığa değil bireye hizmet eder. Bencilce ve kötü olurlar. Koşturmak yerine kıçının üzeri oturup düşünürsün. Tuğba'nın sadece ismi değil, burnu, ağzı ve alnı da Tuğçe'ye benziyordu. Gördüğüm şey buydu ve bu yeterliydi. saçlar boyanır kaşlar alınır, ağız ve gözler kamufle edilebilir.

Fikir ne kadar mide bulandırıcı olsa da kısa sürede plana dönüştü. Özü şuydu, eğer ben yedeksem hala bir şansım vardı. Yedekten asıla çıkmak için bir şansım, asıl oyuncunun sakatlanması olurdu. O da sadece kısa bir süre için. Ben yeterince iyi olmadığım için takım, yani Tuğçe benim bölgeme yeni bir transfer yapardı. Kendimi yeterince iyi olarak geliştirmem ise yıllar alır. Tek çarem, takımı kendi seviyeme çekebilmem. Değerini düşürmem. 100 yılda inşa ettikleriniz tek bir günde yıkılabilir. Tek ihtiyacım Tuğba'nın ve bir internet kurdunun yardımıydı.

Ertesi sabah plan biraz değişmek zorunda kaldı. Eğer Tuğba planımı öğrenir ve yardım etmezse, bu tehlikeli bir durum olurdu. Ülkede Tuğçe'ye benzeyen tek kadın o olmasa gerekir. Elbet Tuğçe'ye benzeyen ve olayı kabul etme ihtimali yüksek bir meslek gurubunda olan biri vardır. Çok şükür, insan bulmak konusunda çok elverişli yollar olan bir çağda yaşıyoruz. Mükemmel dublörümü üç gün içinde buldum.

Uygun insanı bulduktan uygun zamanı bulmalıydım. Şener'in iş için yurt dışında olduğu zaman için çok beklemem gerekmedi. Tuğçe'yi dışarı davet ettim. "Yakında evlenirsin sen, o zaman dağıtamayız, gel bu gece baya dağıtalım" dedim. Dünden razıydı. O içti, ben sordum. Evlilik fikrinin korkutup korkutmadığını sordum. Sadakat korkutuyormuş, uzun vadede de tabii. Bu konuda biraz ısrarcı olmak iyi bir fikirdi. Ne de olsa ayıldığında ne konuştuğumuzu değil, konu başlıklarını hatırlayacaktı. Çantasından anahtarlarını alıp da kalıplarını macuna kopyalamak için tuvalete gitmesini bekledim. Pardon, LAVABO. Gecenin sonunda istediğimden bile daha çok sarhoş olmuştu. Eve gitme vakti geldiğinde bu gece benim evime gidemeyeceğimizi söyledim. Misafir bekliyorum diye yalan söyledim. Gene de onu evine bırakacak kadar vaktim vardı. Bu saatte nereden buluyorsam o zamanı? Onu kendi evine değil, Şener'in evine bıraktım.

Ertesi gün öğleden sonra beni aradığında dün gecenin z raporunu sordu. Eve nasıl gittiğini bile hatırlamıyordu. Bilmediğimi söyledim. Benim de fazla kaçırdığımı, sabah gözümü bir otelde Fransız bir kadınla açtığımı söyledim. Artık genç olmadığımızı, böyle geceleri kaldıramadığımızı söyledim. "Belki de Fransa'da doğacak bir çocuğun babası olmuşumdur dün gece" dedim. Kahkahalar ile gülmekten acaba ben ne olmuşumdur diye hiç düşünmedi bile.

Bir sonraki aşama için biraz alışveriş yaptım. Şener ve Tuğçe'nin hafta sonu için ufak bir kültür gezisi yapmasını bekledim. Onların gittiği gece Tuğçe'ye dublör olacak fahişe ve aldığım oyuncaklar ile birlikte Şener'in evine gittim. Hakkını vermeyim klas adamdı bu Şener. Hatta biraz fazla klas. Yöneticilerinden olduğu büyük inşaat şirketinin sitelerinden birinde oturmaktansa, harika manzaralı ama biraz eski bir semtte oturuyordu. Ayrıca evin dekorasyonu kesinlikle kişiseldi. Başka bir mekanla karıştırılamaz. Kendi zevkiyle yarattığı bu eşsiz mekan için ona teşekkür etmeliydim.

Fahişenin Tuğçe'ye daha da benzemesi için makyaj yaptık. Saçını, kaşını günler öncesinden gönderdiğim fotoğrafa benzetmişti. Gözler eşsizdir. Bu yüzden göz bandı ile gözlerini kapattık.  Hiç bir lens Tuğçe'nin gözlerinin o eşsiz yeşil tonunu yakalayamazdı. Ağzına aldığım ağız topunu bağladık. Kadını defalarca siktim. Aldığım bir sürü oyuncak ile anne babanızı hayal edemeyeceğiniz oyunlar oynadık. Tümünü kameraya alarak tabii ki. Tüm oyuncakları dolaplardan birine özensizce gizleyip oradan ayrıldım.

Ertesi gün evde görüntüleri montajladım. Bir Fransız pornosundan erkek seslerini, hem sosyal medyadan hem de kendi arşivimden Tuğçe'nin seslerini alıp, görüntülerin üzerine koydum. Gün içinde çıkardığımız seslerin görüntü desteği ile sert bir seksin iniltilerine ne kadar kolay dönüşebileceğini bilseydiniz, çıkardığınız hiç bir sesin kaydedilmesine izin vermezdiniz.

Bitirdikten sonra eserimi izledim. Video evin salonunu geniş gören bir açıyla başlıyor. Ekranda kocaman, kırmızı bir TURKEY yazısı beliriyor. Sonra kadını görüyoruz. Sert bir seks başlıyor. Bir tanıtım gibi görünmesi için sahne atlamaları oluyor, yaklaşık üç dakikalık bir görüntü. Mütevazi olmaya gerek yok. And the Oscar goes to... Elimdeki sözde porno tanıtımını gerçek bir amatör porno tanıtımının başına ekledim. Sitenin adını değiştirip yayına hazır hale getirdim.

Bir sonraki basamak bu görüntülerin yayılmasıydı. En zor kısım buydu işte. Aradığım adamı saçma bir internet korsanlığı sitesinde buldum. Kendine  Dark_White adını takmış bir oğlandı. İstediğim şeyi söylediğimde yapamayacağını ama kara markette bulacağını söyledi. "Biraz paralı olur ve garantisi de yok aslında. Bu black market olayı tam bir para tuzağı aslında ama benim bir kaç güvenilir kaynağım var. Yaparız bir şeyler de tuzlu olur bak diyeyim onu. Hem öyle sürekli de kalmaz, bir kaç gün ömrü var bu zımbırtıların. Adamlar enayi değil, anında kapatırlar açığı." dedi. Bir kaç gün bana yeterdi. istediğim şeyi bulması çok sürmedi. İstediği para ise çok fazlaydı. Bir yerlerden, uzun vadeli bir borç bulmalıydım. Bana koşulsuz para verebilecek bir tanıdığım vardı. Tuğçe'den parayı istediğimde hiç soru sormadan verdi. "Saçmalama lütfen, istiyorsan ihtiyacın vardır. Geri ödemeyi falan da takma sakın. Ne zaman istersen" Sanki geri kalan her şey ahlaki gibi parayı Tuğçe'den almanın ne kadar ahlaki olduğunu düşündüm. Hayatını elinden alacak projeme sponsor oldu.

Her şey tamam olunca ülkeden ayrıldım. Aslında işe başlamak için daha bir ayım vardı. Kimseye söylemedim bunu. Son gecemde Tuğçe ile yemek yedik. Tüm gece göz yaşlarını zor tuttu. Pek nazik sevgilisi baş başa yemek yememize müsaade etmişti ama bir tanesinin eve taksi ile dönmesine gönlü razı olmamıştı. Böylelikle yemek istediğimizden erken bitirmek zorunda kalmıştık. Vedalaşırken artık göz yaşlarını tutmuyordu. Sarılırken "ağlama" dedim. "unutma, biz birbirimize kalanız." O ilk öpücüğü nasıl unuttuysa, bu birbirine kalma olayının artık yalan olduğunu bile bile sözlerime inandı. Zaten istediği şey bu yalandı. Artık tamamen başkasına ait olmaya hazırdı.

Yeni ülkemde tuttuğum yeni evimde bir hafta boyunca düşündüm. Henüz son hamlemi yapmadığımdan hala vazgeçebilirdim. Aslında tek bir konudan çekiniyordum. Yapacağım şeyin onu gerçekten öldürmesinden. Yani bu yüzden kendisini öldürmesinden. Bunu düşünmek için yeterli gerekçem vardı. Aynı nedenden yapmayacağını da biliyordum.

Sonunda kendine Dark_White diyen elemanı aradım ve işi yapmasını söyledim. Ona verdiğim listedeki insanların elektronik postalarına bir posta düştü. İlik bekleyen kanser hastası Kübra Bebek için yarım kampanyası ile ilgili sahte bir postaydı. Posta açıldığı anda internet tarayıcısına bir virüs bulaştı. Tüm sosyal medya hesaplarından sahte bir kaç haber paylaşmış oldular. Eğer orta yaşlı bir kadınsanız, bu haber sizin için fazla kilolar ile ilgiliydi. Politik paylaşımlar yapmış biriyseniz, bu sizin zaman tünelinizde son dakika haberiydi. Karikatür seven genler için karikatür, sosyal mesaj sevenler için sosyal mesaj. Uzantıya tıkladığınızda iki şey oluyor. İlki, aynı uzantıyı paylaşmış oluyorsunuz, ikincisi hazırladığım sahte porno tanıtımına maruz kalıyorsunuz. En iyi ihtimal ile bir kaç gün sürecek bir virüs istilası. Verdiğim isim listesi Tuğçe'nin Şener'in ve Şener'in eski karısının yakınlarından oluşuyordu.

Yarım gün sonra virüs, kendi zaman tünelimde belirdi. Paylaşımı yapan Tuğçe'nin kendisiydi. Ertesi gün aradı beni, olup biteni anlattı. Bunun nasıl olduğu hakkında hiç bir fikri yoktu. Görüntülerdeki kadının kendisi olduğuna inanır gibiydi. Beraber içtiğimiz ve körkütük olduğumuz geceyi sordu. Bir şey hatırlayıp hatırlamadığımı, sabah yanında uyandığım kadının Fransız olduğundan emin olup olmadığımı. Kendinden şüphe ediyordu. Görüntülerdeki kadının kendisi olma ihtimaline inanıyordu. İlk uçakla yanına geleceğimi söyledim.

Sevdiği kişi tarafından aldatılan kişi belki onu affedebilir. Kızının seks görüntülerini gören aileler belki bunu affedebilir. Seks görüntüleri internette paylaşılan arkadaşına destek olacak arkadaşlar elbette vardır. Eğer tüm çevreniz olan biten her şeyi duymuşsa, saydığım insanlardan hiç biri olamazsınız. Sevgili affetmez, anne baba yüzüne bakmaz, arkadaş sahte bir destek sunarken geri kalan herkes ile birlikte kurban hakkında kınayan konuşmalar yapar. O da neymiş öyle ama. Belliydi zaten böyle olduğu.

Uçaktan indiğimde Tuğçe'nin kaldığı oteli ve oda numarasını yazdığı mesajı gördüm. Kimseyi görmemek duymamak için telefonunu kapatacağı yazıyordu. Yanına vardığımda berbat haldeydi. Ya nasıl olacaktı. Bir süre için uzaklaşmanın iyi geleceğini söyledim. Hatta isterse çalıştığım ülkeye yanıma gelebileceğini söyledim. "Ya sonra ne olacak? Kimse bunu unutmayacak. Şener'i çoktan kaybettim. Babam beni kapıdan kovdu. Annem ağlamaktan konuşamıyordu bile. Arkadaşlarım çoktan o kadının ben olduğumu kabullenmiş. Aklınca beni savunuyor, özel hayat diyor. Kimseyi ilgilendirmezmiş. Ben, ben hatırlamıyorum. Anlamıyorum.

Hayatım kaydı benim. Anam babam belki bir gün beni affeder ama asla unutmazlar. Kimse bunu unutmaz. Hayatım boyunca sırtımda taşıyacağım bunu. Kimse unutmaz bunu."

Yapabileceği hiç bir şey yoktu. En iyi arkadaşına, bebeklikten beri tanıdığı adama güvendi. Benimle birlikte geldi. İlk bir kaç gün hiç bir şey yemedi. Yataktan çok az çıktı. Saatlerce uyudu. Yatalak çocuğuna bakan anne gibi bakmaya çalıştım ona. Eserimi görmek canımı yaktı. Geri dönüşüm olmadığını biliyordum. Elinde kalan soy şeyi, en iyi arkadaşını da ondan alamazdım. Geri kalan her şeyi geri kazandıracak olsa bile yapamazdım bunu, ki bu zaten çok düşük bir ihtimaldi.

Bir hafta sonra yataktan çıkar oldu. Yataktan çıktıktan bir kaç gün sonra kısa cümleler ve basit kelimeler ile konuşmaya başlamıştı. Henüz benimle paylaşmasa bile yeni bir hayat planladığının farkındaydım. Sonunda ne o video için ne düşündüğümü sordu. Bunu yapmış olabilir miydi? Birisi ona uyuşturucu verip bunu yaptırmış olabilir miydi? Belki Şener'in kendisi, bu kadar düzgün adamların psikopat çıkması şaşırtıcı değildi. Belki Şener'in canını yakmak isteyen birinin işiydi bu. Hatta eski da karısı olabilirdi. Ağızdan çıkıp daha kulağa ulaşmadan ihtimalini yitiren teoriler kurdu.

"Bilmiyorum" dedim. "Bildiğim şey, ne olduğunu umursamadığım. Söylediklerinden hangisine inanırsan ona inanırım. Başkalarına ispatlamamız gerekiyorsa onu da yaparım. Yapabilirim de. O kadar inanırım ki seni mutlu edecek olana, yalan olduğunu bilsem bile, hem inanırım, hem de insanları inandırırım. Birlikte inandırırız.

Tuğçe ne istiyorsan onu yapalım. Senin istediğin yerde, istediğin zamanda istediğin konumda olurum. Hep oldum, yine olurum. Senin için kendime yalan söylerim. Senin için sana da yalan söylerim. Bunu yaptığımı biliyorsun. Arkadaşın kalmamı istediğin için kaldım, o arkadaşlığın bitmesi gerektiğini gösterdiğin için kaçtım. Bunu biliyorsun değil mi?"

"Biliyorum" dedi. "Böyle olması gerektiğini düşünmüştüm. Yani, mutlu evliliğimin en büyük tehdidi sendin. Şener senin yanında başka hiç bir yerde olmadığı kadar gergindi. Hemcinsler arasındaki o gizli, saçma savaş durumu... Seni kırmadan tarafımı belli etmek istedim. Ne yapmak istediğimi anlayacağını biliyordum. Hiç bir şey yokken senden uzaklaşmanın haksızlık olacağını düşünüyordum. Bunları sana söyleyemezdim de. O kadar güçlü olamazdım." Sözlerine göz yaşlarının eşlik ettiği söylememe gerek yok herhalde. Özür dilemeye başladığında, aynı zamanda göz yaşlarına boğulmayı yaşadı.

Suratını avuçlarımın arasına aldım. "Ne dediğimi duymadın mı? Ne zaman, nerede, nasıl istersen öyle olurum dedim daha az önce. Ciddiydim. Sen benim bebeklik arkadaşımsın, elmasım, can yoldaşımsın. Tek bir öpücüğünü dünyanın geri kalan hiç bir öpücüğüne değişemeyeceğim kalbime gömdüğüm aşkımsın. O öpücük hiç olmamış gibi yaşamam gerekse bile"

Ağlaması durdu, Avuçlarımın içindeki kafasını kaldırdı. Islanmış yüzü yüzüm ile bir seviyeye geldi. Biraz yaklaştı, sonra biraz daha. "O zaman hatırlayacağın bir öpücük vermeliyim sana" dedi. Verdi. Sonra bir tane daha ve... Evreka akerve



Bir televizyon programına evindeki telefonu ile katılan yarışmacı, büyük ödül olan araba için kıçını yırtar. Elinde olsa sunucunun kıçını gerçekten yalayacaktır. Fiziksel imkansızlıklar bunu yapması mümkün olmasa da, hem sunucuda, hem de diğer izleyicilerde yapabilmiş kabul edilecek kadar çabalar. Herkes yarışmacının kazanacağını düşünür. Kader... Sunucu o gecenin büyük ödülünü bir hayır kurumuna bağışlayacaktır. Kadın yardım göremez ve büyük ödülü kaçırır. Sunucu teselli ödülü olarak çok işlevli mutfak robotu gönderir. Yarışmacı başta yıkılsa bile, o mutfak robotunu her kullandığında, o robot işine her yaradığında "arabayı kazansaydım kaza yapıp sakat kalabilirdim" diye düşünür. Haberlerde gördüğü her trafik kazasında mutfak robotu biraz daha büyür. Sonunda arabayı değil de, robotu aldığı için mutludur.

Hayat boyunca yaptığım gözlem istediği adam olmamı sağlamıştı. Bir kaç gün boyunca kaçırdığımız yılların sevişmelerini yakalamaya çalıştık. Yıkıcı gücün, aynı zamanda yaratıcı güç olduğunu söyleyen kimdi bilmiyorum ama haklı çıkmıştı. Onu mutlu etmek için elimden geleni yaptım. En önemlisi, ona taç sırasında çok gerilerde olan yaşlı bir prensin taca baktığı gibi baktım.

"Aslında en başından beri böyle olmalıydı, bu, bu çok doğal. Sanki bunun için doğmuşuz gibi" diyor. Aynı yataktayız, çıplağız ve o bana sıkı sıkı sarılmış. Geri kalan her şey o kadar anlamsız ki. "Haklısın" diyorum.

"Neden en başından bunu göremedim, neden bu kadar yıl kay..." derken sözünü kesiyorum, "o yıllar senin hayatındı. Sonunda seni bana getirdiler. Her bir saniyeyi kutsal sayarım" diyorum. Mümkünmüş gibi daha da sıkı sıkı sarılıyor bana. Boynumu öpüyor. "Keşke Aslı abla bunu görseydi. Bizim birbirimiz için yaratıldığımızı söyleyip duruyordu bana. Hiç dinlemedim onu. Bunca yıl sonra haklı çıktığını görse ne derdi acaba bana."

"Bilmiyorum" diyorum. Bilmiyorum da. Ablam ne derdi acaba tüm yaptıklarıma? Prens sandığı kardeşinin en kötü masal kahramanından daha da kötü olduğunu görse ne derdi, gerçekten bilmiyorum. Bildiğim şey benim ona diyeceğim.

Üniversiteyi bitirmeye uğraşıyordum. Son final haftamdaydım. Ablam arayıp o gece evde kalıp kalamayacağımı sordu. Arkadaşlarımın bana geleceğini ve ders çalışacağımızı hafta sonu mutlaka geleceğimi söyledim. Sesinde bir şeyler beni rahatsız etti. Arkadaşlarımı arayıp eve ailemin evine gitmek zorunda olduğumu söyledim. Gittiğimde beni ablam karşılamadı. Sesimi duymuş olması gerekirdi ama ortaya çıkmadı. Anneme evde olup olmadığını sordum, haftalardır odasından çıkmadığını öğrendim. Doktora götürmek istemişler ama ablam sakince "gerek yok" demiş. Israr etmiş, sinirlenmiş, hatta üzerine yürümüşler ama gene aynı sakinlik ile karşılaşmışlar. Sonunda pes etmişler. Bugün ablam odasından çıkıp beni aradığında düzelmeye başladığını düşünmüşler.

Odaya girdiğimde açık pencerede oturmuş dışarıya bakıyordu. Yanına yaklaşmaya korktum. Odanın kapısının eşiğinden hafifçe seslendim. Yavaşça dönüp gülümsedi "Hoş geldin" dedi. Sesi normaldi. Sakindi. Biraz olsun rahatladım. Sonra, "hayat masallar gibi değilmiş, değil mi?" diye sordu. Cevap vermemi beklemedi. "Masallarda hep bir yolu bulunuyor, hayatta ise deveyi güdemeyen diyarı terk ediyor. Ben güdemedim Emre, bir sonraki diyara gitmeliyim."

Babamın arkamdan bana sertçe çarpmasıyla devrildim. Kafamı kaldırdığımda babam havayı yakalıyordu. Hayır baba, ablamı tutamazsın. Diyarı terk etti o.

İlk şoktan sonra günler süren acılar geldi. Ablamın dün olmuş olması değil, yarın olmayacak olması canımı çok yaktı. Masallar sahipsiz kalmıştı. Bunu yaptığı için ondan nefret edecektim. Hem o günleri atlatmamı, hem de bu saçma nefrete teslim olmamı Tuğçe sağladı. "İnsanlar kaybetmezler, sadece vazgeçerler. Bazıları biraz erken vazgeçer. Bunun için onu suçlama, bir şeyi suçlayacaksan, ona kızdığın için kendini suçla. Masallar ülkesinde birlikte yürüdüğünüzde bana hak vereceksin" dedi. Söylenen değil, söyleyen önemliydi. Tuğçe ilk defa masallar, bir sonraki diyara inanıyordu. "Sen sakın vazgeçme" diye ekledi.

Eğer bir sonraki diyarlar varsa ve ablam ile aynı yerde olursak ona tüm bunları nasıl açıklayacağımı biliyorum. Ona "Hayatımdan vazgeçemezdim" diyeceğim. 

30 Nisan 2015 Perşembe

İsmail Şişman

Malum sosyal ağ daha yeni yeni popüler olurken hakkında en çok söylenen cümleyi hatırlıyor musun? 

Yıllar sonra ilk okul arkadaşlarımı buldum. 

Hepiniz buldunuz o arkadaşları, gruplar kurdunuz, etkinlikler planladınız. Yıllar sonra buluştunuz, yıllar öncesini konuştunuz. Hatırlanan herkes oradaydı. Hatırlanan her anı anlatıldı. Hemen hemen her anı. Kimse İsmail'i hatırlamadı. 

İsmail Şişman.

Soy adına tezat olarak, incecikti. Soy adı uzun olsaydı, gene değişen bir şey olmayacaktı. En kısa ikinci öğrenci bile İsmail'den bir kafa kadar uzundu. Okula başladığında  "seneye de giyer" denilerek alınan önlük, beşinci sınıfa geçtiğinde ancak üzerine tam oturuyordu. İsmail Şişman'ı hatırlıyor musunuz? 

Burak? 

O maçı hatırlıyor musun? Hayır hayır, kağıtlardan yaptığınız toplar ya da gazoz şişesi kapakları ile her ders arası, sınıfta oynadığınız maçlardan biri değil. Beden eğitimi dersinde, gerçek bir top ile bahçede oynadığınız bir maç. İsmail'in sizinle birlikte oynadığı ilk ve son maçtı. 

Dördüncü sınıfın son günleriydi. Çoğu öğrenci çoktan tatile girmiş, devamsızlık haklarını kullanıyorlardı. Adam eksik olduğu için mecburen İsmail'den oynamasını istemiştiniz. Takımları sen kurmuştun. Zayıf diye karşıya vermiştin onu. O ise sana cevap verir gibi iki gol atmıştı. O sevindikçe nasıl kinlendiğini hatırlıyor musun? İntikam alır gibi yaptığın sert müdahaleyi? Ayakları yerden kesilmiş, dizlerinin üzerine düşmüştü. Attığı çığlığı da mı hatırlamıyorsun? Nasıl ağladığını? 

Ağlamasını hatırladın değil mi? Bebek diye dalga geçmeye başlamıştın. Birazcık canı acıdı diye ağlıyordu. "Futbol erkek oyunu erkek" demiştin. Üstü başı toz içinde kalmış, pantolonunun diz kısmı yırtılmıştı. İki dizi birden kanıyordu. Sessizce üzerini temizlerken, annem çok üzülecek diye düşünüyordu. Birazda buna ağlıyordu zaten. Eve gittiğinde senin ondan dilemediğin özrü o annesinden diledi. Göz yaşları bir kez daha ıslattı yüzünü. Annesi sıkı sıkı sarıldı İsmail'ine, o da ağladı. 

Yeşim? 

Okulun gider borularının patladığı o günü hatırlıyor musun? Beşinci sınıfın ilk günleriydi. Her taraf bok kokuyordu. Sıcak eylül günü kokuyu dayanılmaz kılmıştı. Okul yönetimi, önce tüm öğrencileri bahçede  toplamıştı. Sonra da evlere çocuklarını almaları için velileri çağırmıştı. Annen en son gelen velilerden olduğu için okul bahçesinde son kalanlardan biri de sendin. Biri de İsmail. Havayı kokluyordu, hatırlıyor musun? Okula biraz daha yaklaşıp, biraz daha kokluyordu. Bok kokusunu içine çekmek ister gibiydi. Nasıl iğrenmiştin ondan hatırladın değil mi? 

O da kokudan iğreniyordu ama buna dayanmaya çalışıyordu. Ne kadar dayanırsa o kadar iyiydi. Ne kadar alışırsa o kadar iyiydi. Eğer bu kokuya dayanırsa, annesi onu öptüğünde iğrenmezdi belki. Çünkü son günlerde annesinin ağzı da çok kötü kokuyordu. Annesi onu öptüğünde İsmail'in midesi bulanıyordu. İğrendiği her halinden belli olunca, annesi onu öpmeyi bırakmıştı. İsmail, bok kokan o okula yürürken aklında annesini öpebilmek vardı. Eğer bu bok kokusuna dayanabilirse, annesinin ağzından gelen o çürük kokusuna hayli hayli dayanırdı. 

Ece? 

Sınıfın en çalışkan öğrencisiydin sen. Öğretmeniniz her soru sorduğunda parmağını havaya kaldıran ilk sen olurdun. Senin bile bilemediğin o soruyu İsmail cevaplamıştı. Hatırlıyor musun? Ne çalışkanlardan biriydi, ne de tembellerden. Derslerde hiç öne çıkmayan, ödevlerini tam yapan o çocuğu hatırlıyor musun? Dersin konusu hastalıklardı. Mikropları, bakterileri öğrenmiştiniz. Öğretmeniniz "mikropların neden olmadığı hastalık nedir" diye sormuştu. Hiç bir fikrin yoktu. Olamazdı da zaten. Sınıftaki diğer çalışkan öğrencilerden biri mutlaka cevabı bilecek diye üzülmüştün. Oysa cevabı bilen İsmail'di. Parmağını bile kaldırmadan, "kanser" diye mırıldanmıştı. Öğretmeniz en ön sıradan gelen mırıltıyı duyup, kim dedi onu diye sormuştu. İsmail o zaman kaldırmıştı parmağını havaya. Bu sefer mırıltı ile değil ama gene o kadar kısık bir ses ile "kanser" demişti. Aferini de almıştı. Senin ya da çalışkanlar grubundan başka birinin bilemediği bu soruyu İsmail'in nasıl bildiğini merak etmiştin ama hiç sormamıştın ona. 

Annesinden biliyordu. Annesinin midesini yok eden, kadını her gün biraz daha güçten düşüren o hastalığı biliyordu. Nedeninin mikroplar olmadığını biliyordu. Tedavisinin çok zor olduğunu. Çaresinin dert kadar acı olduğunu. Radyoterapiyi, kemoterapiyi ve pahalı ilaçları. Kanser yüzünden annesinin halsizleştiğini, ağzının koktuğunu, saçlarının döküldüğünü... Kanserin annesini her gece ağlattığını biliyordu. Babasını banyoda gizli gizli ağlattığını da biliyordu. En güçlü insanları bile çaresiz bıraktığını biliyordu. Bir gün annesini elinden alacağını. Sen bunları bilmiyordun. O ise kanseri onkoloji uzmanından daha iyi biliyordu. 

Murat? 

Eğitsel kollar dağıtıldığı gün okula gelmemiştin de, seni kütüphanecilik koluna yazmışlardı. Sınıfın ufak kitaplığından her öğrenci bir kitap getirmek şartıyla yararlanabiliyordu. Çoğu öğrenci en fazla bir kitap alıp okumuştu. Sadece biri, neredeyse tüm kitapları almıştı. Sana iş çıkarıyor diye uyuz oluyordun ona. Kitap vermek istemiyordun. O öğrenciyi hatırlıyor musun? Neden bu kadar çok kitap aldığını da, sana neden bu kadar iş çıkardığını da merak ederdin. 

İsmail beşinci sınıftayken sınıf kütüphanesinden bir sürü kitap aldı. Çünkü 98'in kışına girerken evlerindeki televizyon bozulmuştu. Babasının tek maaşı hem evi geçindirip, hem karısının ilaçlarını karşılamaya bile yetmiyordu. Yeni bir televizyonun hayalini bile kuramazlardı. Var olanı tamir ettirmeye bile paraları yoktu. Annesi yataktan çıkamaz olmuştu o günlerde. Tek başına tuvalete bile gidemiyordu. Konuşmaya bile mecali olmadığı oluyordu. Ama dinleyebiliyordu. İsmail okuldan dönünce, annesini o gün olan her şeyi en ince detayı ile anlatsa da, sonunda anlatacakları bitiyordu. Ayrıca bir şeyler anlatmak annesinin soru sormasına, soru sorması konuşmasına, konuşması da canının yanmasına neden oluyordu. Kitaplar o zaman geldi İsmail'in aklına. Eğer annesine kitap okursa, hem annesi soru sormak zorunda kalmaz, hem de yatağında yatarken sıkılmazdı. Bir kaç yıl önce annesi ona masal anlatırdı, şimdi ise o annesine kitap okuyordu. Kadın uyuya kalınca sessizce kitap okumaya devam ediyordu İsmail. Çoğu kitabı bir kere değil, bir kaç kere okumuştu bu yüzden. 

Bunları hatırlıyor musunuz? Bir çok olay vardı böyle. Hepinizin hayatına ucundan da olsa dokunmuştu İsmail. Ahmet? Günlük harçlığını az bulur şikayet ederdin de, İsmail'in harçlığını duyunca şikayet etmeyi kesmiştin. Gülsüm? Yediğin cipsten bir tane isterken çok utanmıştı İsmail, sen de buna çok şaşırmıştın. Hakkı? İsmail senden bir kafa kısa diye en kısa diye ona cüce derdin. Bunları hatırlamıyor musunuz? İsmail'i hatırlamıyor musunuz? 

Serap? Sınıfın altın örgülü kızı. En güzel kızı, sen de mi hatırlamıyorsun onu? O bal rengi örgülerinden birini yakalayıp çektiği, canını acıttığı günü de mi hatırlamıyorsun? O günün İsmail'in okuldaki son günü olduğunu da mı hatırlamıyorsun. 

Aslında İsmail'in o ufacık kalbinin annesinden kalan parçası sana aitti. Annesi öldükten sonra yanına gidip "başın sağ olsun" demiştin. Ne yapacağını bilememişti. Beş yıldır ilk defa konuşmuştun onunla. Oysa o gizli gizli seni izlerdi. Uyumadan önce seninle arkadaş olduğunu hayal ederdi. O gün sen onla konuşunca, annesinin öldüğünü bile unutmuştu bir an. Bildiği tek cevabı verdi sana. "Dostlar sağ olsun" dedi. Geri döndün gittin. Hem çok kısa sürdü konuşmanız, hem de sonsuza kadar sürdü. 

Eve gittiğinde annesinin yokluğunu bir daha hissetti. Aşık olmuştu, mutluydu ama anlatacak bir annesi yoktu artık. Dizi kanayınca onunla ağlayacak, öpebilmek için her şeye dayanabileceği, kitaplar okutarak uyutacağı... Yok işte. Artık bir sen vardın. Annesi yoktu, ev cehennemdi. Sen vardın, okul cennetti. 

Doğum gününde sana aldıkları 48 renkli pastel boyaları hatırlıyor musun? Resim dersinde tüm sınıf etrafına toplanmıştı. Her isteyenle paylaşıyordun boyalarını. Senin boyaların senin arkadaşların. Yanında olmayan sadece oydu. Yanına gelmeye o kadar korkuyordu ki. Sen ışıktın. Işığa dokunabilir miydi? Dokunuyordu işte diğerleri. Onun elemanı olmadığı insanlar kümesi. İsmail'in cennetinin yasak meyvesini yiyenler. 

Sen de ne kadar mutluydun. Hatırlıyor musun Serap? Tüm ilgi senin üzerindeydi. İsmail'in sana doğru geldiğini bile görmedin. Aşağıya doğru sertçe çekene kadar bal rengi örgülerinden birini yakaladığını bile fark etmedin. Tüm gücüyle asıldı İsmail. Canın ne kadar yanmıştı? Hatırlıyor musun? 

Öğretmeniniz daha ne olduğunu anlamadan, sınıftan kaçıp gitmişti İsmail. Öğretmeniniz de onun ardından fırlamıştı. Ağlıyordun. Çok mu yanmıştı canın Serap? Az önce boyalarını kullanan arkadaşların hala yanındaydı. Burak sana ağlayan bebek demedi. En yakın arkadaşın Ece seni tuvalete, yüzünü yıkamaya götürmüştü. 

O sırada öğretmeninizde İsmail'i yakalamıştı. Hemen bir tokat yapıştırmıştı yüzüne. Gerek yoktu aslında çünkü İsmail zaten ağlıyordu. Canı zaten yanıyordu. Aşkta erkek oyunu mu be Burak? Aşkta da ağlamak yasak mı? Öğretmeniniz ne olduğunu bile anlamıyordu. Çocuk, yani İsmail konuşmuyor, sadece sessizce ağlıyordu. Sınıfa gelip senden özür dilemesi istenince kaçmaya çalışıyordu. Çareyi babasını çağırmakta buldular. Müdürün odasında, hiç bir soruya cevap vermeden sessizce ağladı babası gelene kadar. Canı yanıyordu. Bir daha okula gelmedi. 

Sonra ne oldu ben de bilmiyorum. Bildiğim şey altın bukleli Serap'ım, İsmail'in canı o gün senden daha çok yandı. İsmail'in pek çok şeye yanmıştı ama hiç biri buna benzemiyordu. Bilerek ya da bilmeyerek fark etmez, onun canını yakmıştın. Senin de canın yansın istedi. Onun ki gibi yanmayacak olsa da, senin de canın biraz yansın istedi. Çaresizce çekti saçını, bir an sonra pişman olmuştu bile. 

Benim İsmail ile ilgili bildiklerim, hatırladıklarım bu kadar? Siz İsmail'inizi hatırlıyor musunuz? 

29 Nisan 2015 Çarşamba

Nereye gidiyor bu gençlik?

Telefon çalınca "bu şimdi neden arıyor" acaba diye düşünmüştüm. Aslında arayan çok yakın arkadaşım, doğduğumdan beri falan tanıyorum adamı. Beni genelde yazın arar bu adam, ben de onu yazın ararım. Yazlıktan arkadaş olduğumuz için sadece yazın görüşmek gibi gizli bir prensibimiz var. 

"Akşam Gaga konseri var, gelir misin?" diye soruyor. Kendisi organizasyon işlerinde. Alakam olmayan etkinliklere beni davet edip, istediklerime etmeme gibi de çok güzel bir özelliği var. "Yok la ne işim var" diye teşekkür ettim bu ilgisine. Telefonu kapatınca, "la aslında gitse miydim?" diye geçti aklımdan. Sonra konserin görüntülerini, daha doğrusu konsere gidenlerin görüntülerini görünce "be ne amk, iyi ki gitmemişim" dedim. 

Tabii ki "nereye gidiyor bu gençlik" demedim. Yüz yıllardır sorulur o soru. Kuşak çatışması 20.yy'da çıkmadı. Hem zaten çatışacak kadar da kuşak yok o gençler ile aramda. Hatta görüntü olarak pek çoğundan gencim. Ayrıca her kuşakta böyle deliler olur. Şu fotoğrafta gördüğünüzü içten içe kınadım evet ama gidip kafasını patlatmak da istemedim. 

Az önce (evet bu saatte) bir arkadaş ile konuşuyordum. Şebnem Ferah konseri ile ilgili bir anımı anlattım. 16 yaşımda çılgın bir gençtim (evet geri zekalıydım) Rock'n Coke festivaline gitmişim o dönem ki en yakın arkadaşımla birlikte. (evet o da geri zekalıydı) Bunun nereden olduğunu bilemdiğim bir grup arkadaşı ile takılıyoruz. Sarışın bir kız vardı. (evet geri zekalıydı) Neden hatırlamıyorum, ben bunun çadırına girmiştim (Evet, cidden hatırlamıyorum) Bu arkadaş iki günlük festivale bir bavul eşya ile gelmiş. Eşyalarda biri de kısacık bir etek. Artık ne oldu, nasıl oldu hiç hatırlamıyorum, o eteği ben giymiştim. Kıçımdaki dondan daha kısa bir etek. Peki mallık bitti mi? Biter mi? Bitmez (Hürrem sesiyle, bitmeeğğzzz) Etek giymem yetmemiş gibi, arkadaşların omuza çıkıp "Şebneeeğğğğm, Şebneğğğğm diye bağrınmıştım şarkı arasında. Artık kadın beni mi gördü, yoksa denk mi geldi bilmem "arkadaşlar beni sevdiğinizi biliyorum, ben de sizi seviyorum ama saçmalamayın" gibisinden bir şeyler demişti. 

Yani kınadığım bu adam ile aramdaki tek fark o dönemler herkesin elinde bir ayfon olmaması olabilir. Şimdi içinizden ya da dışınızdan "ay rezil herif, geri zekalı" falan dediğinizi duyar gibiyim. Demeyin. Kendi gençliğinizi düşünün. Böyle olmasa da hepimiz o yaşlarda über saçmaladık. Eğer saçmalamadıysanız üzülürüm. Saçmalamaya azami hoş görü gösterilen o yaşlarda saçmalamak gerekliydi. Giydiğim kısa eteğin hayatıma hiç bir olumsuz katkısı olmadı. Kimse hatırlamıyordur bile. Ama bana anlatacak anı oldu. 

Bir de yaşlandıkça "nereye gidiyor bu gençler" demeyin. İspanyol paça pantolon giymiş, saçları Tarık Akan gibi yapmış, koca koca altın kolyeler takan babanızın söylemesi kadar saçma olacak. 

(Bu tangalı abimizi de hatırlasak bile sokakta görsek tanımayız.)

25 Nisan 2015 Cumartesi

Geç Kalan

"Bir büyücü asla geç kalmaz Forodo Bagins. Erken de gelmez. O tam gelmesi gerektiği zaman da gelir." Tabii ben Gandalf olmadığım için ara sıra erken gelebilirim ama asla geç kalmam. Kalmazdım yani. 

Uçağın, otobüsün vaktini kaçıran insanlar benim için en  az Gandalf kadar fantastikler. Saat belli, gidilecek yok belli, çoğu zaman ortalama hız belli iken nasıl olur da geç kalıyor bu insanlar diye çok düşünmüşümdür. Eğer saydığım faktörleri bilmiyorsan, tahmininden erken çıkarsın yola. E kimseyi erken geldi diye cezalandırmıyorlar. Otogarda, hava alanında oturur bir yere kitap, gazete, dergi falan okursun eğer erken gittiysen. 

Bir kaç yıl önce, kuzenim uçağını kaçırdığını söylediğinde çok gülmüştüm. Evde kendi kendine oturup bir şeyler ile uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamamış, uçağı kaçırmış. Neyle dalga geçtiysem başıma gelir. Bu konu da istisna olmadı. Bir kaç ay sonra ben de uçağımı kaçırdım.

Kız arkadaşımı ziyaret için Fransa topraklarına gitmiştim. Paris'in biraz kuzeyinde Amiens diye bir şehir var. ( İsme gel, Am-iyens Am-yiyens yani Am-yiyenler) Benim biletler haliyle Paris-İstanbul. Giderken sorun olmadı, kız arkadaşım geldi beni Paris'ten aldı. Dönerken o benimle Paris'e gelmedi. Ben de "bulurum yaa yolumu, ne olabilir ki?" kafasıyla çıktım yola. Tedbirli insan olduğum için, hesaplarıma göre olmam gerekenden iki saat kadar önce hava limanında oluyordum. 

Neyse efenim, Gare du Nord diye bir istasyondan, Orly hava alanına gitmem gerekiyordu. Ne olabilir ki? Bir kaç kişiye yolu sormak için yanaştım, kimse bir tarafına takmadı. Her biri az sonra dünyayı kurtaracağı için aceleyle işlerine güçlerine yetişiyorlardı. Geç kalmamak önemli tabii. Ben çabalarken, yaşını başını almış siyahi bir amcam yanıma yanaştı. Onda İngilizce, bende Fransızca olmadığı için derdimi beden dili ile anlattım. "Orly"  dedim, maymun maymun hareketler ile hava limanı, uçak tarifi yaptım. Artık Orly diyen ağzımı mı anlamadı, yoksa maymun maymun hareketlerimi ırkçılık mı sandı bilemem, beni başka bir hava alanına yolladı. 

Bindim Trene gidiyorum. Gidiyorum da, hafiften de kıllanıyorum. Son durakta uçak işareti var ve Charles de Gaulle gibi bir şey yazıyor. Ne olabilir ki? Fransızca okuya bilen arkadaşlar ünlü Fransız generali ve devlet adamı "Şarl de Gol"ün adını tanımışlardır. Bu isimde bir hava olduğunu bilenler, benim yanlış yöne gittiğimin farkında olabilirler. Ben ne adı okuyabildim, ne yanlış yere gittiğimi anlayabildim. Yol biraz uzun gelince azcık kıllandım tabii de, "ya geldiğimde yarime kavuşmanın heyecanı ile farkına varmamışımdır ben" diye düşündüm.

Varmam gerekenden iki saat önce varmıştım ama yanlış hava limanına. Fransız yardım severliği sayesinde bunu fark etmem biraz zaman aldı tabii. Gene de doğru hava limanına varma şansım vardı. Tabii çok kıymetli Avrupalılar o gün işleri yavaşlatma grevi yapmasalardı. Tren her durakta on dakika falan bekleyince kaçırdım tabii uçağı. 

Şimdi düşününce fena mı oldu? Yoo, çünkü beni bırakmak için Paris'e gelmeyen sevgilim, biraz da benim istememle sabahlamak için Paris'e geldi. Hava limanında sabahlamış olduk. Daha doğrusu ben sabaha kar oturdum, o da benim yanımda uyudu. Eğer ilişki devam etseydi torunlarımıza anlatacağımız bir anı olurdu. Gerçi torunum olursa ben gene anlatırım bu anıyı. 

Tabii şimdi böyle yazıyorum da, o zaman ben "senin yüzüğğğğndeğğğğnn" diye çok suçladım kızı. Yeri, dili bilmeyen insan tek başına gönderilir mi? 

Daha da başıma gelmez sanıyordum ki, bu yazıyı yazmama vesile olan bir şeyi fark ettim. Yengem. Abimin karısı, pek pek çok çok ama çooooook değerli yeğenimin anası. Ara sıra biz bununla beraber köye gidiyoruz. Daha doğrusu köye gitmeye çalışıyoruz. Şimdiye kadar beş altı kere denedik, hiç birinde otobüse saatinde yetişemedik. Bu geç kalmaları da işaret olarak göremediğimizden olsa gerek, beraber Kıbrıs'a gitmeye kalktık. Lan köye gidemiyoruz, Kıbrıs'a nasıl gidelim ama değil mi? 

Aslında o zaten gidecekti, bebek var diye benim de gitmem gerekti. Bileti ondan sonra aldım, tam yarım saat öncesine. Neyse, beraber gideriz hava alanına dedik. Normalde ben hava alanına metro ile giden insanım. Gene öyle yapacaktım ama annem "bebeği metroya mı bindirecen, tutun taksi gidin, kızdırmayın beni hülloooğğğğ" çekince mecbur kabul ettim. Bizim buradan hava alanı yarım saat falan sürüyor normalde. Tabii yengemle benim yola çıkmamız "normal" olanı "anormal" yapmaya yetecek bir lanet. Trafik daha evin önünde sıkıştı, benim uçak kaçınca açıldı. 

Fena mı oldu? Yok. Çünkü pek pek  çok çok ve çooook değerli yeğenimin uçağa bine bilmesi için babasından noter onaylı bir belge mi ne gerekliymiş. Ben uçağı kaçırmasam ben gideceğim, yeğen geride kalacaktı. Durduk yere Kıbrıs'a gitmiş olacaktım. Daha beteri, durduk yere uçağa binmiş olacaktım. (uçak fobim yok. benim durum başka) 

Sonuç olarak bir daha yengem ile bire yere gitmemeye yemin ettim. En azından evden beraber çıkmamaya. Nereye gidilecekse orada buluşmaya. Sonuçları ne kadar hayırlı olsa da, hayırsız da olsa, bir şeylere yetişememek benim en büyük fobim galiba. 

Not: 25.04.2015 sabah saatlerinde motorundan ateşler çıkmaya başlayınca gerisin geriye acil iniş yapan uçağın arızasının nedeni ben olabilirim. Kem gözlerim ile bunu başarmış olabilirim. O derece nefret ediyorum bir şeyleri kaçırmaktan.

18 Nisan 2015 Cumartesi

Deney

Deneyimizin konusu, bebeklerin müzik türlerine verdiği tepki. Sizin de evde kolaylıkla yapabileceğiniz bir deney. Tek ihtiyacınız, biraz bor, biraz sur, biraz nitrogliserin falan. Şaka tabii. Tek değişkenli bu deney için ihtiyacınız olan şeyler, bir yaşın altında bir bebek ve youtube.  

Hazırlık aşaması. 

Geldi gene amca denen amaçsız
1-Bebek anne tarafından emzirilir, karnı doyurulur. 

2-Faturası ödenmiş cep telefonundan "youtube" açılır. 

Deney. 

1- Önce "klasik müzik" eserleri dinletilir. Bebeğin tepkiler gözlemlenir. 

Bebeğin gözleri açıldı. Önce "ne oluyor lan burada" bakışları ile deneyi gerçekleştiren amcaya dik dik bakıldı. Sonra gözleri tavana dikerek "derin derin bir şeyleri çok çok düşünüyorum" pozlarına girildi. Yüz kaslarında  belli belirsiz kasılmalar gözlemlendi. Sonra klasik müziğe ait olmayan bir notada, yüksek bir ses duyuldu. Sesin kaynağı telefon değil, sevimli bebeğimizdi. Bebek klasik müziğe sıçtı. 

2- Avrupa Klasik Müziğinden, Türk Klasik Müziğine geçildi. (Bildiğiniz Mehter Takımı) Müzikteki keskin geçişe bebeğin ilk tepkisi, tepkisizlik oldu. Zamanla yeni müziğe uyum göstermeye başladı. Evde yankılanan koca koca adam seslerine korku benzeri tepkiler gözlemlenmedi. Bunun yerine kaşlarının olması gereken yerlerdeki kaslar yukarı doğru kalkarak iki hilal şekli meydana getirdiler. Alt dudağı bükülerek üçüncü hilali tamamladı. Bebek kasılmaya, kızarmaya başladı. Bayrak için rengini uydurduğu sanılsa da, mehtere ait olmayan bir ses çıkararak asıl amacını belli etti. Bebek mehterin de içine sıçtı. 

3- Üçüncü ve son aşamada, bebeğe Trakya Oyun Havaları dinletildi. İlk notaları duyduğunda gene tepkisiz kalması beklenen bebek, zurnanın ilk deliğinden gelen sesle birlikte harekete geçti. Önce kollarının anlamsızca sallamaya başladı. Sonra ayakları ile tepinme benzeri tepkiler verdi. Yüzünde "lan amca olacak dallama, ilk defa adam gibi bir şeyler açtın, ses ver ses" tepkileri belirdi. Müziğin bitimiyle sakinleşen bebek, "gene açsana" diyemediği suratı ile isteğini belli etti. Farklı farklı Trakya müziklerine boğulan bebek kankası gelin olmuş kızlar gibi dur durak olmadan dans etmeye çalışarak babaya mesaj gönderdi. Bu arada Trakya müziğine de farklı notalarda katkıda bulunmayı ihmal etmedi. 

Deney için ayrılan müzikler sona erdiğinde, denek bebeğin ısrarı ile benzer şarkı ve türküler ile deneye devam edildi. Sıra Kibariye'den "Kara Gözlü Çingenem"e geldiğinde deney kontrolden çıktı. Deneyi gerçekleştiren amca (ki kendisinin köyde katıldığı düğünlerde tek faaliyeti bir köşede alkol tüketmektir.) denek bebeği, bebeğin babasının kollarına vererek kalkıp oynamaya başladı. Henüz bir aylık olan bebekten bile daha saçma figürler ile oynadığını fark edince bilmem kaçıncı kez dans etmeye tövbe etti. Telefonunun çekiçle kırdıktan sonra koşarak deney mekanını terk etti. 

Sonuçlar. 

1 Trakya havaları beşikten mezara oynatır. 

2- Oynamasını bilemeyen oynamasın arkadaş. 

3- Karnı doyan bebek müzik farkı gözetmeksizin bezini doldurabiliyor. 

Not: Yapılan bu hiç gizli olmayan deneyi bilimsel bulmayanlar açıp yarım saat şu parçayı dinlesinler. 

12 Nisan 2015 Pazar

Çünkü ben hep belgesel...

Televizyonda  haber bültenlerini izleyip insanlıktan yeteri kadar nefret etmeyi başardıysanız, tebrik ederim. Artık belgesel dünyasına dalıp hayvan aleminden de nefret etmenin vakti gelmiştir. "Dünya dönmüyor, dönseydi havada duran uçak Çin'ne giderdi" diyen yobazdan mideniz mi bulandı? "Uzay aslında boş değil, bir sürü atom altı parçacık ile dolu. Sadece dün aklıma gelen bir teori bu ama durum bu" diyen bilimci kankamıza bir göz atma vaktiniz geldi. Türkiye'de yaşanan acımasız cinayetler yüzünden utanç içinde misiniz? Bir de ABD'ye bakma vakti. Sürekli RTE'ye mi maruz kalıyorsunuz. Belgesel dünyasında Hitler var. 

Belgeselciler için tarihin %90'ı İkinci Dünya Savaşı. Savaşın %90'ı Naziler, Nazilerin %90'ı da Adolf Hitler. Ya bu adam kazara savaşı kazansaydı  hakkında bu kadar belgeseli yapılmazdı. Nazilerin karanlık dünyasından tutun, Hitler'in donunun rengine kadar her şeyin belgeseli yapılmış. En son Hitler'in iktidarsız olduğunu söyleyen bir tanesine denk geldim. Adam "batılılar beni ele geçirirse kafese koyar maymun gibi sergilerler" gibi bir şey demişti. Belki cesedi sergileyemediler ama bu yaptıkları da pek farklı değil. He bu kadar belgesel yaptılar, farklı bir şey dediler mi? Yok. Şöyle karizmaydı, böyle başa geldi, bla bla ve Yahudileri kesti. Lan bir kere de sadece söz arasında değil, dolu dolu cümleler ile ÇİNGENELERE DE SOY KIRIM YAPTI deyin be. Dünyanın her yerinde olsalar da paraları ve lobileri olmadığı için... neyse yaa, başka yazıya anlatırım ben bunu size.

Tarih'in geri kalan konuları da biraz Roma, biraz Orta Çağ'da ibaret. Bu zamanlardan da pek popüler konular ayıklanmış. Gladyatörler, engizisyon falan gibi. Pek çok sinema filminde daha fazla "geçerli bilgi kırıntısı" bulmanız mümkün. Hele BBC bir kaç serisinde kendine tarih yazmış desem yeri. Örneğin son izlediğim BBC belgeselinde Atilla'yı ve Cengiz Han'ı bir kombin yapmışlar, Hun İmparatoru diye kakalıyorlardı. Konudan uzak olsam belki yerdim de, bu konuda olmadı. Yedirdiklerine de geleceğiz.



Belgesellerin en popüler konusu tabii ki vahşi doğa belgeselleri. Büyük kediler de bu şovların yıldızları. Çok fazla izlerseniz, erkek aslanlara inat feminist olabilirsiniz. Benim bile isyan edesim, yeter bu dişi aslanların çilesi diyesim geldi. Erkek aslan olacak koca götlüler avlanmaz, dişileri avlanır. Bunlar tüm gün Serengeti güneşinden korundukları bir ağaç gölgesinde göt büyütürler. (bknz: aslan yattığı yerden belli olur) Dişiler yakaladıkları avı getirdiğin zaman da, bu hırbolar afiyetle sıcak eti mideye indirirler. En sosyal kediler aslanlar olsa da, dişi aslanlar arasında henüz feminist akımlar gelişememiş. Örgütlü mücadele olmayınca hepsi erkek aslanın boyunduruğunda yaşamaya mahkum kalmışlar. Köle gibi çalıştırdığı yetmezmiş gibi, kafasına göre dişilerin erkek yavrularını, ergenliklerine gelince "kovdum ula köyden seni" diye yoluyor.

Tabii doğanın en pis erkekleri aslanlar değil. Yok, yok hemen kendi cinsimiz aklınıza gelmesin. Doğada bizden beter erkekler var. En beter erkekler deniz ayılarında. Tecavüz deseniz bunlarda, cinayet deseniz bunlarda. Ya çiftleştikleri eşlerinin yarısını falan ezerek öldürüyorlar. Ayrıca dönemi geldiğinde durmadan çiftleşiyorlar. Çoluk çocuk dinlemeden tuttuğunu hallediyor. Tavşan falan hikaye, bu ayılar hiç durmadan... Bildiğiniz pornografik yayına çeviriyorlar belgeseli. Proje çocuk yetiştireceğim ayaklarına çocuklara belgesel falan izletmeyin, bu ayılara denk gelirse yetiştirdiğiniz çocuk katliam projesi olabilir.

Sadece erkek hayvanlarda sorun varmış gibi oldu da, tabii ki öyle değil. Çocuklarını yiyen analar mı istersiniz, çiftleştiği erkeğinin tüm enerjisini sömüren mi? Garibim kara dulun adı çıkmış, insanlar bir onu biliyor da, eşini yiyen kadınlar say say bitmez. Böceği de yiyor, kuşu da, memelisi de. Çır çır böceğinin dişisi dır dır böceği mesela. O da erkek düşmanı. Medealar sarmış dört bir yanımızı.

Vahşi doğanın yeterince vahşi olması yetmezmiş gibi belgeselciler de buna destek vermeye devam ediyorlar tabii. Ya ben hiç Hayvan pornosu izlememiştim, taaa ki belgesellere sarana kadar. Üç belgeselden birinde mutlaka "şehvetine yenik düşen hayvan" teması işleniyor. Hayır bunlar bizim gibi 7/24 olaya hazır hayvanlar da değiller. Belirli zamanları var çiftleşmek için. Belgeseller de ise sürekli icraat halindeler maşallah. Porno yayına kayan bir de "suç belgeselleri" kanalı var. Ona da birazdan geleceğim.

Peki bu hayvanlı belgesellerden hiç mi bir şey öğrenmedim. Hiç mi bir hayvanı sevmedim. Sevdim elbet. Hayvanlar aleminin serserisine kaptırdım gönlümü. Ne aslanlar, ne kurtlar, ne filler, ne gergedanlar. Hiç biri, bir bal porsuğu etmez arkadaşlarım. Ya bir hayvan düşünün ki, damlasından azı sizi anında öldürecek yılan zehirlerine bağışıklı olsun. Arı sokmalarını hissetmesin. Aslanları osuruğu ile yola getirsin. Tüm bunları yaparken de "cool" görünümünden bir parça kaybetmesin. Karizmasına karizma katsın. Hani şu sokak başlarını bekleyen gençlerimiz var ya, işte onlar maymunla değil, bal porsuğu ile aynı atadan geliyorlar. Bu kadar umursamaz, bu kadar boş vermiş olup hayatta kalmanın başka bir açıklaması olamaz. Yazı bitince bir kaç porsuk videosu izleyin. Anlatılmaz izlenir hayvanlar gerçekten.

Kıssadan da hisse alalım hemen. Arkadaşlar, biz bir sürü kanun, kural falan ile yaşamaya çalışıyoruz da, doğada gerçekten tek bir kural işliyor. Güçlü olan güçsüzü yiyor. İnsan dediğimiz de evrimde bir kaç basamak yukarıda olan bir memeli sadece. Fazla kasmayalım. Ne kural koyarsak koyalım, doğanın bu kanunu işleyecek gibi.



Gelelim cinayetlere. Daha doğrusu suç belgesellerine. Geceleri en fazla izlediğim bunlar oluyor. Genel olarak sevişiyorlar. Sonra da biri birini öldürüyor. Olay bu yani. Eğer zenginlerse, kadın adamı öldürüyor. Orta halliler ise, adam kadını.

Ya Doğu Asya'dan gelin satın almayı ben şaka sanıyordum mesela. Sen belki hiç duymadın böyle bir şey. Ciddi ciddi gazete ilanı ile gelin alıyor orta direk şişko Amerikalı abilerimiz. Sonra kadın adamdan kurtulmaya çalışırken, ahan da namus cinayeti. Sırf bu konu üzerine program var.

Dediğim gibi, hemen hemen her cinayetten önce bir kaç sevişme var. Bir bilinç altı mesajı olarak sevişirsen katil ya da ceset olursun demeye mi çalışıyorlardır nedir. Bir de, canlandırmada tüm adamlar sikspek, kadınlar mermer karın oluyor. Sonra Gerçek Kesit tadında röportajlar devreye giriyor. Aaaaa az önce mermer karınlı ablanın canlandırdığı kadın bildiğimiz erik modelmiş. Ya canlandırmalarda herkes çok güzel, gerçekler ise bambaşka.

Tabii ki sadece cinayet belgeseli yok. Dolandırıcılık, teşhircilik, garip saplantıları olan insanlar gibi belgeseller de var. Tabii ki bu programlarda da insanlar sevişiyor. Bizde yan kesici göt cebinden cüzdan aşırır ya, bunlar da doğrudan götü aşırıyor. Tam "aha bu sefer kimse sevişmeyecek sanıyorum, ana konu ile alakasız birileri sevişiyor. Ya benim 3 ay bedava erotik kanal paketim vardı. Yemin ederim bir kere açma gereksinimi duymadım. Bu suç kanallarında ki ve hayvan kanallarındaki cinsellik yetti de arttı bile.

Çocuklarınıza bu belgesel kanalını da izletmeyin dememe gerek yok herhalde. Gerçi, siz de izlemeyin bence. Geçenlerde 13 yaşında bir kız çocuğu ile internette kandırdıktan sonra onu kaçırıp 3gün boyunca bodrumunda zincirleyen bir sayko vardı. Seks kölesi yaptım seni falan diye eylemlerinden daha sinir bozucu konuşuyordu.  Adam yakalandı, 12 yıl falan gibi bir ceza aldı. bu saçmalıklar bir biz de olmuyor yani.



Ve en sevdiklerime geldik. Bilim belgeselleri. Önce uzaylı olanlardan başlayalım. Bir hafta içinde, Venüs meteoroloji kuruluna atanacak kadar bilgi sahibi olmanız mümkün. Nerede asit yağmuru var, 400 derece üzerinde nasıl bir canlı hayatta kalabilir falan. Galileo artık sizin için tarihi bir şahsiyet değil, Jüpiter uydularında gezinen bir araç haline gelir. Gök gürledi, fırtına oldu, insanlar şikayet mi ediyor? Güneş fırtınalarından bahsedip ortamın içine edebilirsiniz. Zaten sizin için Güneş artık hayatın ve enerjinin kaynağı değil, sivilceli bir ergen olabilir. Sürekli lekeleri patlıyor. Dünya'ya manyetik fırtınalar yolluyor falan. Aklın mı karışıyor? Dur daha bu ne ki?

Şimdi şu hadron çarpıştıran alet var ya, aslında o yok. Yaaa, bildiğiniz belgeselci uydurması o. Yoksa yıllardır farklı farklı bir sürü deney yapılan ve bir tane bile pratik sonuca ulaşamayan alete milyarlarca dolar yatırıldığına mı inanıyorsunuz. Ben 17 yaşımdaydım, bunlar Higgs arıyordu. Geldim 26 yaşıma, hala arıyorlar. Tüm sonuçlar teorik. Teorik Higgs yetmedi, daha bir sürü atom altı parçacık çıkardılar başımıza. Pek tabii hepsi teorik. Bu gerçek olabilir mi yaa?

Bir de, cidden anlamak istediğimden başka bir şeyle ilgilenmeden tam odaklanarak izliyorum bu tür belgeselleri. Başlarda her şey kolay oluyor. Fizikçi profesörlerimiz tane tane "bak bu böyle, bu da böyle" diye anlatmaya başlıyorlar. Anlar gibi oluyorum. Sonra bir başkası çıkıyor, "yok amk öyle değil o" diyor. Aklım karışmaya başlıyor. Sonra üçüncü gelip tek kelime bile yaşayan dilleri kullanmadan bir şeyler anlatıyor. Orada kopuyorum. "Gereksiz tevazu aptallıktır" derler. Ben ki internet kafede çeşit çeşit oyun oynayarak birincilikle üniversite kazanmış adamım. (bitiremem çok farklı konu) Yani zeki biriyim. Şıp diye anlarım. Bu belgeselleri izlerken bildiğiniz salya akıtan geri zekalılara dönüyorum. Bir yerden sonra tek kelime anlamıyorum. (lisede fiziğim 4'tü benim. Bakmayın sözel alan seçtiğime, o takıntılı olmamdan kaynaklıydı.)

Fizik profesörleri hakkında da bir çift lafım var. Ya seri katil tipleri var, ya seksi profesör. Ortası yok. Sana bana benzeyenini görmedim daha. Katil tipliler röportajları çalışma mekanlarında yapıyorlar. Diğer seksi şeyler ise spor yaparken poz verip röportaj yapıyorlar. Bu ikinci türden kuşkulanıyorum arkadaş. Sen hem  atom altı parçacık ile uğraş, hem manken gibi fizik sahibi ol. Nasıl oluyor bu iş? (Zamanı verimli kullanmak diyenin ağzına vururum. Yok vurmam, zaman aslında yok diye kafasını ütülerim. Boşuna izlemiyorum ben bu belgeselleri.)

Fizik falan tam anlamasam da, aslında her şey teorik de olsa, kendi içinde tutarlı ve mantıklı şeyler. Bilim de en az Suudi şeyhler kadar saçmalaya biliyor. Geçen şu belgeselde zombiler gerçek  olabilir mi diye bölüm yaptılar. Çeşitli virüslerin, mantarların ve parazitlerin evrimleşmesi ile mümkün olabilirmiş.  Ya sen yayınlanırken efsane olan bir kaç belgesel serisinden birisin, neden böyle şeyler yapıyorsun? Sen deyince korkuyorum ben. (Bunu çoluğa çocuğa izletin isterseniz. Gerçi hiç bir şey anlamaz. Siz izleyin en iyisi)

Bilim belgesellerinde en tırt olanlar, tabii ki "hepimiz ölebiliriz" temalı olanlar. Yukarı da zombi saldırısı diyen bölüm bile bunlardan daha mantıklıydı. Konuları şöyle oluyor "ya dünyadaki tüm volkanlar aynı anda patlarsa? ya dünya kendi etrafında dönmeyi bırakırsa, ya güneş sönerse? ya eşek oğlan doğurursa?" Doksanlı yıllarda asparagas gazeteler vardı. Sakallı bebekler doğar, ahan da kıyamet alameti, öleceğiz derlerdi. Aha bunlar da o kafada. Tek farkları dini değil, bilimi alet ediyorlar reytinge. Dünyadan kaçma planları sunuyorlar diyeyim, siz anlayın gerisini.

Bir de tabii ki gerçek felaketlerin belgeselleri var. Depremler, kasırgalar, hortumlar, seller vb. Bunlara bir kulp bulamayacağım. Pek çoğu, çok çok çok emek isteyen zor yapımlar. İbreti buradan alalım, doğa karşısında karıncalar kadar çaresiz yaratıklarız.

Geldik sonuncu  türe. Hayat belgeselleri. Bazen bir şehri, bazen bir hayatı anlatırlar. Bazen kafa açıcı programlar yaparlar, bazen kafa yediren sihirbazlık numaraları gösterirler. Genel olarak izlenebilir programlar. Özellikle biz bu konuda, şehir falan tanıtma da yani iyiyiz. İz Tv'yi canı gönülden destekliyorum. Ödenekleri artsa ülkenin reklamı olacak kadar iyi işler yaparlar. Bir de, NetGeo'da akıl oyunları diye bir program var, onu çok beğeniyorum. İnside Turkish Airlines'ı nedense bir göz atıyorum.

Bitirmeden, iki kanala sitemimi ileteyim. Belki bir mucize olur da duyarlar sesimi.

Ey Histori Çenıl, Allah senin de, kamyoncularının da, modern rehincilerinin de, amerikan koleksiyoncularının da belasını versin. Adınız batsın, iki yakanız bir araya gelmesin. Evlerinize ateşler değil, Vezüv Yanardağı'nın volkanları yağsın inşallah. Ulan hep aynı hep aynı programlar. Bu ne? Adam mı s.kiyorsunuz siz? Adam gibi belgeseller yayınlayın amk.

Eyyy BBC, birader sizin merkez kutuplar da falan mı? Ya şu penguenleri, fokları, özellikle de kutup ayılarını bir rahat bırakın yaaa. Az biraz sıcak iklimlere inin. Tamam tarih konusunda olmayınca kaliteli iş yapıyorsunuz ama konuyu genişletin be. Hep kutuplardasınız? Tapusunu mu aldınız nedir? O garip garip kabilelerde bir ay falan yaşayan adama ağırlık verin. Öpüyorum.