6 Haziran 2015 Cumartesi

Teselli Ödülü

Yaptığımın kötüden de öte olduğunu biliyorum. Bildiğim bütün dinler ve öğretiler, ölümün bir son olmadığını, sadece geçmemiz gereken bir kapı olduğunu söylüyorlar. Hayatın bildiğimiz anlamı geride kalacak ve bir yenisi başlayacak. Dinlerin bize söylemediği şey ise bunun olması için kalbimizin durmasına gerek olmadığı. Birinin bildiği hayatı elinden alır ve ona bir yenisini sunarsanız, onun hem katili, hem kahramanı olursunuz. Püf nokta, katilinin siz olduğunu anlamaması. 

Çıplak vücudunun benimkiyle bir olması, başını göğsümde hissetmek, bana sarılması "aslında en başından beri böyle olmalıydı, bu, bu çok doğal. Sanki bunun için doğmuşuz gibi" demesi geri kalan her şeyi önemsiz kılıyor. 

Ablama göre hikaye benim Tuğçe'yi gördüğüm anda başladı. Çokça anlattığı gibi, durmadan ağlayan bir bebekmişim. Karşı komşunun kızı Tuğçe doğmuş ve ben daha bir aylık bebekken onu görmüşüm. Ağlamalarım kesilmiş. Hayatımın büyük bölümünde bu masalı dinledim ve emin oldun ablamın anlattığı tek masal bu değildi. Onun gerçekler ile arası hiç bir zaman iyi olmamıştı zaten. 

Açıkçası bunun ne zaman ortaya çıktığını bilemiyorum. Yani Tuğçe'ye olan hislerim "bebeklik arkadaşından" aşka ne zaman döndü bilmiyorum. Bildiğim şey, duygularımı fark ettiğimde lise çağının sonunda olduğumuz. O zamana kadar bir kaç erkek arkadaşı olmuştu ama ilk defa bunlardan birinin evine yatıya gidiyordu. Sarılınıp uyunacak masum bir gece olmayacağını anlamam için Tuğçe'nin heyecanını görmem yeterliydi. Benden onu erkek arkadaşının evine kadar eşlik etmemi istedi. Yol boyunca o heyecandan, ben ise ne olduğunu bile anlayamadığım bir duygudan dolayı hiç konuşmadık. Çocuğun evinin olduğu sokağın başına geldiğimizde durduk. Tuğçe nasıl göründüğünü sordu. O an yol  boyunca beni susturan hissin ne olduğunu anladım. "Çok güzelsin" diyebildim. Çok güzeldi. 

Hem onu buraya kadar getirdiğim, hem de sadece iltifat sandığı sözlerim için teşekkür etti. Öpmek için yanaklarıma uzandı. Ne olduğunu bile anlamadan dudaklarını öptüm. Çocukluğumuz boyunca, bunun özel ve arkadaşça olmadığını anlayana kadar zaten birbirimizi dudaklarımızdan öpmüştük ama bu sefer farklıydı işte. Filmlerdeki gibi beni tokatlamadı, itmedi ya da kendisini aniden geri çekmedi. Karşılık da vermedi. Dudaklarımız ayrılıp da gözlerimiz birleştiğinde, onun gözlerinde yaş vardı. "Sen benim arkadaşımsın Emre ve öyle kal. Lütfen!" dedi. 

O yıllarda dünya bu kadar küresel değildi ya da en azından biz onun bu kadar içinde değildik. "Arkadaş Bölgesi" kavramını bilmiyorduk ama yaşıyorduk işte. Ağzı "arkadaşım kal" dedi, gözleri ise bunu  için yalvardı. "Haklısın" diyebildim. "Bir an saçmaladım işte."

Yanımdan ayrılıp sevgilisinin oturduğu apartmana girene kadar arkasından baktım. Onun karşısında ya da eve dönerken yol boyunca ağlamadım. Eve gitmeden önce iki bira aldım. Yüksek alkollü olanlardan. Eve yeterince yakın ve yeterince uzak bir sokağın kuytusunda biraları içerken çok ağladım.

Kısa sürede içilen, yüksek alkollü biranın üzgün ve ergen bir bünyede etkisini bilirsiniz. Eve girdiğimde kıpkırmızı olmuş gözlerimi yerden kaldırmadım. Yer ile o kadar uzun süre bakıştık ki, ayakkabılarımı çıkarırken onu öptüm. Patır kütür düşen çocuklarına bakmaya geldiklerinde  annem "ağladın mı sen" diye sordu, babam ise "içtin mi lan sen" diye sordu. İki sorunun da cevabı ortada olduğu için hiç bir şey söylemeden yalpalaya yalpalaya odama gittim. Sanırsam ilk ve son ergenlik isyanım olarak gördüler bunu. 

Ablam bir kaç dakika sonra elinde bir kovayla yanıma geldi. Kovayı yatağımın baş ucuna bırakırken "miden bulanıyorsa buna kusarsın" dedi. Yatak, hatta tüm dünya dönüyordu. Cevap vermedim. Yatağın kenarına oturup eliyle kafamı okşamaya başladı. Tepki vermedim. Kafamın içinde de bir resmi geçit vardı. Sadece Tuğçe'nin  görüntülerinden oluşan, sürekli dönen bir geçit. Birlikte top oynadığımız, bebekleri giydirdiğimiz, okula gidip geldiğimiz, yaramazlıklarımızın, gülüşmelerimizin ve bir sürü şeyin görüntüleri dönüyordu. En çok da örgülü saçları ve okul üniformasıyla bana gülen bir tanesi. Aşk dedikleri bu galiba. Keşke bu kadar olsa. Görüntüler ne kadar dönerse dönsün, sonunda sadece bir görüntüye evriliyorlar. Bir kaç saat önce yaşarmış ve korku dolu gözler ile bana bakan Tuğçe görüntüsüne. O zaman için için sessizce ağlamanın nasıl olduğunu anlıyorum. Ablamın hala kafamı okşayan elini çok da fark etmeden ve aslında hiç de umursamadan yastığımı ıslatıyorum. 

Hani bir dediniz olduğunda anneniz gelir ve derdinizi sorar. Konuşmak istemez "yok  bir şey" derseniz. "Var, var. Analar anlar oğlum" der.

"Çocukken Tuğçe ve sana masallar anlatırdım hatırlıyor musun? Prensin, prensesi ejderhalardan, kötü kalpli kraliçelerden, canavarlardan ve kulelerden kurtardığı masallar. Hepsi mutlu sonla bitiyordu ama hiç fark ettin mi bilmiyorum, o mutlu sona varmadan önce mutlaka acılar yaşanıyordu. Prenses ya ölüme yaklaşıyordu, ya uzun yıllar bir kulede hapsediliyordu ya da bir daha uyanmayacak gibi uyuyordu. Bu gibi şeyler işte. Neyse, demek istediğim mutlu sonları da var eden şeyler, öncesinde çekilen çilelerdir." Anneleri bilmem ama ablam anlamıştı.

Ablamın masallı, perili, prensli teselli çabasının pek işe yaradığını söyleyemem. Gerçekler masallardan çok  daha farklıydı. Gerçek olan ben yastığımı ıslatırken, Tuğçe ve sevgilisi bir çarşafı ıslatıyorlardı. Bunu düşünmek tüm gücümü bedenimden çekiyordu. Şimdiye kadar yapmışlar mıdır? Ablamın saçma sapan tesellisine sinirlenecek kadar bile mecalim yoktu.

Ablam kafamı okşamayı bıraktı. Büyük bir sır verecekmiş gibi kulağıma yaklaştı. Fısıldayarak "kızlar böyledir. Gençken aşk sandıkları tutkulu ilişkilerin peşinden koşarlar. Kendilerini o kadar kaptırırlar ki, neyin önemli olduğunun farkına bile varmazlar. Gençliklerinin son demlerinde, o büyülü güzellikleri solmaya başlamadan önce, yorulur ve onlara liman olacak birini ararlar. Sen Tuğçe için o liman olacaksın." dedi.

Söylenen sözler değil, önemli olan o sözleri söyleyen kişiydi. Bu klişeyi erkek arkadaşlarımla defalarca konuşmuştum. Kızların serserilere aşık olup efendi adamlar ile evlenmeleri. O gece bana anlamlı gelmesinin nedeni, ablam gibi hayattaki tüm erdemlerini, hayallerini masallardan alan birinin bunu söylemesiydi. Fısıldayarak, sır verir gibi ve soğuk bir sesle söyledi. Sanki hiç hoşuna gitmeyen bir gerçeği dile getirir gibi.

Ablam odadan çıktığında görüntüler artık dönmüyordu. Yatak ve dünya hala biraz dönüyordu. Midemin bulandığını hissettim. Kovayı biraz doldurmazsam ablamın düşünceli davranışına kabalık etmiş olurdum. Kustuktan sonra tüm dünya yine dönmeye başladı. bu sefer kafamın içinde Tuğçe'nin görüntüleri ya da yapmakta oldukları değil, ablamın son sözleri dönüyordu.

Ertesi sabah yorganın üzerimden hunharca çekilmesi ile uyandım. Biri güneşin ışığını kısabilir mi? Çok fazla ışık vardı. Gözlerim yanacak gibi oldu. Bu işkenceyi yapanın kim olduğu görmek için bakmama gerek yoktu. Bu Tuğçe'nin günaydın deme yöntemidir. Yorgana ulaşmaya çalışacak gücü bulamadığımdan gün ışını kesmek için kafamı yastığın altına soktum. Tuğçe'nin "Uyansan be, sarhoş musun hala?" diye  şakıyan sesini duyunca afyonum bir anda patladı. Kusmuk kovam hala baş ucumda mı  görmek için kafamı yastığın altından çıkardım. Kısık gözler ile kovayı aradım. Yoktu. Sanki tek derdim buymuş gibi rahatladım. Yatakta doğruldum. Tuğçe gülümseyen ifadesiyle beni izliyordu.

Dünyadaki en tatlı bulaşıcı hastalık gülümseme olmalı. Tuğçe'den bana bulaştı. Tebessümüm zorlama değildi. Dün geceki o öpücük sanki hiç olmamış gibi gibiydi. Tuğçe nasıl olduğumu sordu, dilimi ısırıp gözlerimi devirdim. Kafam önüme düştü. Bacağımdan tutup tüm vücudumu sarstı. Kendimi salıp, tekrar yatar duruma geldim. "Beş dakikaya kalk yoksa bir koca suyu başına boşaltırım" deyip gitti.

On dakika kadar sonra kalkmıştım. Salonda oturmuş beni bekliyordu. Annem ve ablam çay-kahve börek-tatlı, bir şeyler yeyip içmek için Tuğçelerin eve geçmişler. Günün konusu eve sarhoş gelen Emre olmuş. Tuğçe kendisine soru sorulacağını anlayınca buraya kaçmış.

Bir iki dakika sessizce oturduk. Yani ben oturdum, o ise oturduğu yerde sabırsızca kıpırdanıp durdu. Sabırsızlanırken hiç yerinde duramaz. Ne beklediğini biliyordum. "Eee nasıldı dün gece" diye sormamı bekliyordu. O öpücüğü unutmayı gerçekten başarmıştı.

"Ne yaptınız" diye sorduğumda, "hiç bir şey olmadı, o bana dokunduğu anda aslında istediğimin sen olduğunu anladım" demedi. Suratındaki mutluluk ifadesi ne olduğunu yeterince açıklıyordu. "Canım sadece bir an acıdı" dedi. Evet, biliyorum, ben de benzerini tam şu anda yaşıyorum. Yüzüme ne kadarı yansıdı bilmiyorum ama yansıdıysa bile Tuğçe'nin dikkati bunu fark edecek kadar üzerimde değildi. Görse bile görmezden gelirdi zaten. "Şu kadarını söyleyeyim, her şey çok büyüktü. Ay, yani ebatlar değil, hisler. Sanki tenimin tüm hücreleri, her teması on kat büyük hissediyordu."

Kulaklarımda Tuğçe'nin abartılı mutlu gelen sesi, kafamın içinde ise ablamın sen liman olacaksın diyen soğuk sesi vardı. İkinci ses olmasa ne yapardım hiç bir fikrim yok.



Günler o öpücüğü unutmuş bebeklikten beri en yakın arkadaş olan iki kişinin günleri gibi geçti. Geçen günler, ablamı haklı çıkarır gibiydi. Tuğçe seviştikten sonra daha da büyük aşkı olan çocuktan kısa süre sonra ayrıldı. Yeni bir sevgilisi oldu. Benim bir sevgilim oldu. Ben de seviştim. Nedense benim için her şey o kadar "büyük" değildi. Hayatımıza insanlar girdi çıktı. Her yeni geleni birbirimize tanıttık. Tuğçe'yi bilmem ama ben her yeni geleni "Tuğçe bunda ne buldu" diye gözlemledim. Cevap hep boş küme oldu. Her gidenden sonra neden gittiğini sordum Tuğçe'ye. Bir kaçı somut sebeplerdi ama çoğu "bilmiyorum, bir şeyler tam değildi, eskisi gibi değildi" oldu. Her gidenle birlikte ablam biraz daha haklı çıkıyordu.

"Zamanın ruhu dedikleri şey işte" dedi bir gün. Ablamı haklı çıkaran başka bir hikaye. Gerçi daha ablam bana o tek gerçekçi cümlelerini kurmadan önceydi. Liseye yeni başlamıştık. Tuğçe'nin üstü başı örnek öğrenci gibiydi. Etek boyundan, saçlarına kadar. Her şey parçası düzen içindeydi. Onu orta okulda da görmemiş olanlar için bunda ilginç bir şey yok tabii.

Kızların memelerinin yeni çıkmaya başladığı zamanlardı. Tomurcukları fark eden kızlar başkaları da fark etmesin diye kamburlaşmaya başlıyorlardı. Bu değişiklik utanç kaynağı gibiydi. Hele o ilk kan. Bir kızın yüzünü kan rengine çevirmek istiyorsanız ona bu kandan bahsetmeniz yeterliydi. Tuğçe hariç tabii. Ulu orta bütün gün bahsetmese bile, utandığı da yoktu. Sadece kandan değil, memelerinden de utanmıyordu. Hatta daha memeleri daha yeterince büyümeden sütyen taktı. Kalan boşlukları mendil veya pamuk ile doldurdu. O günlerde eteğini yukarıdan kıvırmaya ve dar gömlekler giymeye de başladı. Göleğinin alt kısmı eteğinin içine hiç girmedi. Okul bahçesinde de, okul yolunda da dimdik yürüdü. Öğretmenlerin her gün ikaz etmesine rağmen saçlarını toplamadı.

Liseye geçtiğimizde ise kıvrılan etekler, dağınık saçlar ya da fazla gömlekler yoktu artık. İşte bu yeni nizamlı halinin sebebini sorduğumda Zamanın Ruhu'ndan bahsetti. "O yaşta bunları yapan kızların sayısı iki elin parmağını geçmezdi. Burada, lisede ise bütün kızlar serseri gibi giyiniyor. Bir kaç sönük inek dışında üstü başı toplu kimse yok. Unutma, az olan her zaman değerli olandır." diye devam etti. Ne demek istediğini ya da Tuğçe'nin ne kadar değerli olduğunu anlamadım bile. Elmas bir yüzük parmağınızda iken büyürseniz, birisi onu almak için elinizi kesene kadar onun ne kadar değerli olduğunu anlamazsınız.



Yıllar sadece yaş hanemizde bir sayı değiştirmeyi bırakıp, bizi yaşlandırmaya başladığında ablamın kehanetinin gerçekleşme vaktinin geldiğini hissettim. Yirmili yaşların ortasını yeni geçtiğimizde, Tuğçe bir erkek arkadaşı tarafından terk edildi. Bu onun için bir ilkti. Sebebini sorduğumda "bir şeyler bir şeyler dedi ama aslında seni çok kıskanıyordu. Asıl sebep buydu bence" dedi. Ona isterse adamla konuşabileceğimi, ne kadar yakın arkadaşlar olduğumu anlatabileceğimi söylediğimde " boş ver, anlamadıysa sen de anlatamazsın zaten. Birileri gider, birileri gelir. Sonun birbirine kalanlar biziz." dedi.

Belki de ablamın kehanetinin gerçekleşme vakti gelmişti ve bu sözler bunun için ilahi bir işaretti. Hatta ablam tarafından yollanmış bile olabilirlerdi. Tabii kötü bir zamanlama ile. Çünkü o günlerde bir ilişkim vardı ve kız arkadaşımdan gerçekten çok hoşlanıyordum. Sanırım adı Ceyda ya da Ceren gibi bir şeydi. Şimdi tam hatırlamıyorum.

Ah tabii ki kız arkadaşlarım oldu ve onlara gerçekten değer verdim. Tüm hayatımı en yakın arkadaşına gizli gizli aşık olarak geçirip diğer tüm kadınlara kapımı kapatmamı mı bekliyordunuz? Bu fazla masalsı olurdu. Ablam gibi düşünmeyin. Gerçi hiç biri tam yürümedi çünkü silik de olsa canlı da olsa arka planda sürekli Tuğçe vardı. Bunu inkar edemem. Düşündüm de, belki de tüm o sevişmeler, hatta sevmeler bile bir hazırlıktı.

O günlerde Tuğçe'nin başka bir erkek arkadaşı olmadı. Bir süre, bir kaç yıl... serbest takıldı. "Kendi ayaklarımın üzerinde duran genç bir kadınım. Bir erkeğe uzun süre ihtiyacım yok" diyordu. Zamanın Ruhu dedim. Ben de elimden geldiğince aynısını yaptım. Tek fark çoğu sabah "şimdi biz neyiz" gibi garip bir soru duymamdı. Araya giren diğerlerinin süresi minimuma indiği için o günlerde daha yakındık. Sevgili işlerini beraber yapıyorduk. İyi yanı, afra tafra yoktu, kötü yanı sevişmiyorduk. Yeterince adil. Beraber tatile çıkmak zordu gerçi. Birimizin en azından bir gece farklı bir oda tutması gerekiyordu. O günlerde ablamın yanılmış olabileceğini düşündüm. Aslına bakarsanız bundan çok da rahatsız olmamıştım. Sonuçta bir şekilde bir birliktelikti bizim yaşadığımız.

O herif gelene kadar da her şey iyiydi. Nerede tanıştıkları hakkında hiç bir fikrim yok. Kendisi ile tanıştırıldığımda ilişkileri dördüncü ayını doldurmuştu. Bu bir erkek arkadaşı ile tanıştığım en bayatlamış ilişkiydi. Birlikte yemeğe çıktık. Adam duldu. Sadece karısı ile değil, saçları ile de boşanmış, göbeği ile ise nişanlanmış bir adamdı. Beyaz gömleği annelerimiz isteğinden bile daha beyazdı. Yemekler için kullanılan masada arabasının anahtarı ve şişkin cüzdanı sadece bana değil, gelen geçen herkese göz kırpıyordu. Üst düzey yönetici. Benim en iyi ihtimal ile 15 yıl falan sonra gelebileceğim bir basamak. O da şimdikinden çok daha fazla çalışarak olur ancak. Kendine çok güvendiğini oturuşundan bile belli etmesine şaşmamak gerek.

Yemek boyunca nasihat dinledim. Sunduğum karşı donelerin hepsini dinledi ve "sen bilirsin tabii ama... senin yaşındayken bende aynen böyle düşünüyordum ancak... kendi yolunu çizmek istemen güzel fakat..." gibi cevaplar verdi. Daha önce de Tuğçe'nin yanında "alfa benim burada koç" diyen erkekler olmuştu. Bu gibi durumlarda  Tuğçe yavrusunu koruyan bir aslan gibi korurdu beni. Şimdi ise adamın her cümlesinin sonunda "Şener'in bu konudaki birikiminden yararlanabilirsin. Biliyor musun o..." gibi cümleler ile karşımda duruyordu. Adamın şakası yada alaylı cümlesi güzel olsa da olmasa da gülüyordu. Gerçi adam bana da Tuğçe'ye baktığı gibi baksa, onu övdüğü gibi övse ben de adamı destekleyebilir her söylediğine gülerdim.. İnanın bana adam Tuğçe'ye bir kralın tacına verdiğinde daha çok değer verir gibiydi.

Adam LAVABOya gitmek için iznimizi isteyip masadan kalktı. Gidenin arkasında dedikodusunu yapmanın farz olduğu kızlar masasına döndük bir anda. Tek fark, İrem'in saçı ne biçim olmuş, Gözde'nin eteği de fena kısaymış gibi şeyler değil, Şener'in ne kadar harika olduğunu konuştuk. Daha doğrusu Tuğçe anlattı ben dinledim. "Biliyor musun, evinin anahtarlarını verdi bana. Ev dediğim de saray yavrusu gibi. Bir kaç ay sonra çok farklı yerlerde olabiliriz." dedi.

Ağzımı kırmızı et ve şarapla doldurup derin bir nefes almayı deneyebilirdim. Kendi soluk borumu tıkayıp bu fotoğraftan çıkmayı deneyebilirdim. İşe yaramazdı. Şener zamanında ilk yardım gönüllüsü olarak çok can kurtarmış. Arkama geçip kollarını bana dolar, Heimlich Manevrası ile tıkanmış soluk borumu açar ve kahraman olurdu.

Gecenin sonunda nezaket abidesi olduğu için ve ben fazlasıyla içmiş olduğum için beni evime kadar bırakan Şener oldu. Yol boyunca yanında oturan sevgilisinin elini tuttu ve arkada oturan çocuğa nasihat etmeye devam etti. Kafamın içinde defalarca adamın elini bileğinden kestim. Kafamın dışında, gerçek dünyada ise Şener'e teşekkür ederek arabadan indim. Arabadan inerken "Tuğçe benim için çok değerli ve senin de onun için değerlisin. Dikkat et kendine, içme bu kadar" dedi.

Eve gitmek yerine en yakın tekele gittim. İki bira aldım. Yüksek alkollü olanlardan. Çok şükür artık evde dilediğim gibi içip sıçabileceğim yaştaydım. "İçtin mi lan sen" diyecek bir babam yoktu. Salonda ağlarken "ağlıyor musun sen" diye soracak bir annem yoktu. Daha ilk biranın yarısına geldiğimde midem artık bir şeyler almak yerine bir şeyler çıkarmak için yalvarıyordu. Kova getirecek bir ablam yoktu. Yarın güneş fazlasıyla parlayarak doğduğunda üzerimdeki yorganı çekecek Tuğçe'de yoktu. Deveyi güdemedim, diyarı terk etmeliyim.



Ablam tam olarak yanılmamıştı. Dediği gibi olmuş, Tuğçe sonunda bir limana ihtiyaç duymuştu. İkimizin de kaçırdığı nokta Tuğçe'nin ne kadar değerli olduğuydu. Benden çok daha değerli. Ablam hem ablam olduğu, beni olduğumdan çok daha değerli gördüğü için, hem de aslında insanlar arasında değer farkı olduğuna inanamayacak bir kaçık olduğu için bu noktayı kaçırmıştı. Ben ise elmas yüzükle doğmuştum. O gece Şener bileğimi kesene kadar aslında neye sahip olduğumun hiç farkında değildim. Gelen giderdi, yenisi gelir ama biz hep birbirimize kalırdık. Birinin gelip hiç gitmeyeceğini aklıma bile getirmemiştim.

Bir kaç gün sonra çalıştığım şirket Doğu Avrupa'daki bir yönetici açığını doldurmamı önerdi. İlahi işaret dediğin böyle olurdu. Aşkta kaybeden sadece kumarda değil, kariyerde de kazanabilir. Bir on yıl sonra Şener olur, bir başkasının Tuğçe'sini sevip onu alabilirdim. Ben de kabul ettim. İş arkadaşlarımın ve ülkem erkeklerinin pek çoğu için "şanslı piç" oldum. Bir süredir flört ettiğim güzel iş arkadaşım içinse gitmeden tadına bakılacak adam oldum.

Güzel bir akşam yemeği, benim evimde, olur mu? Tabii ki sende bu teklifi bekliyordun. İçtiğimiz şarabı üniversite öğrencisiyken almıştım. Özel bir günde içmeyi planlıyordum. Tahmin edersiniz işte. Keşke her şarabın yıllanmadığını bilseydim. Şener kesin biliyordur. Gerçi birazdan yatağımı paylaşacağım güzel arkadaşım Tuğba için şarap yıllanmış, yıllanmamış pek fark etmedi. İki kadehten sonra sağı solu kurcalayacak kadar rahatlamıştı. Televizyon ünitesinde duran çerçevelerden birini alıp "bu kim" diye sordu.

"Ablam."

Diğerini alıp, kim diye sordu.

Elmasım, aşkım, can yoldaşım, bir tanem, sebebim...

"Bebeklik arkadaşım"

Yakın olup olmadığımızı sordu. Birazdan sevişeceğim kadına gizli ve acıklı aşk hikayemi anlatmalı mıyım? Ne önemi var ki? Tüm hikayeyi olmasa da, çoğunu anlattım. Hikayem bittiğinde bir vay çekti. "Şanslı kadınmış, senin gibi yedek herkese nasip olmaz" dedi.

"Ne demek istiyorsun?"

Bana doğru hafif adımlar ile seksi olmaya çalışarak yaklaşıp "Bilirsin işte, kadınlar her ihtimale karşı iyi anlaştıkları bir erkeği yedekte tutarlar. Eğer gün gelir, tüm trenleri kaçırırsam diye. Emniyet supabı gibi. Supap seni." deyip eğildi ve beni öptü. Ben yedek miydim yani? Bunu sesli sorarak ön sevişmenin akışını bozmadım. Yaklaşık on beş dakika sonra duş alırken istediğim kadar düşüne bilirdim.

İnsanların kendi beyinleri üzerinde tam kontrol sahibi olmaması çok büyüleyici bir şey. Bizim kontrolümüzde olsalar tüm o harika fikirleri üretemezdik. Mesela Arşimet o gün hamama girdiğinde "hey bugün suyun kaldırma kuvvetini keşfetmeliyim" dememiştir. Suyun üzerinde yüzen tası görür ve... Evreka evreka. Tabii her zaman hidrostatik ve mekanik gibi faydalı konuların temelini atan fikirler keşfetmiyoruz. Çırılçıplak soyunup koşmuyoruz.

Tuğba'ya isterse duş alabileceğini söylemek için yatak odama girdim. Loş ışıkta saçı tarafından kısmen örtülmüş yüzünü gördüm ve Akerve Akerve... Bazı fikirler insanlığa değil bireye hizmet eder. Bencilce ve kötü olurlar. Koşturmak yerine kıçının üzeri oturup düşünürsün. Tuğba'nın sadece ismi değil, burnu, ağzı ve alnı da Tuğçe'ye benziyordu. Gördüğüm şey buydu ve bu yeterliydi. saçlar boyanır kaşlar alınır, ağız ve gözler kamufle edilebilir.

Fikir ne kadar mide bulandırıcı olsa da kısa sürede plana dönüştü. Özü şuydu, eğer ben yedeksem hala bir şansım vardı. Yedekten asıla çıkmak için bir şansım, asıl oyuncunun sakatlanması olurdu. O da sadece kısa bir süre için. Ben yeterince iyi olmadığım için takım, yani Tuğçe benim bölgeme yeni bir transfer yapardı. Kendimi yeterince iyi olarak geliştirmem ise yıllar alır. Tek çarem, takımı kendi seviyeme çekebilmem. Değerini düşürmem. 100 yılda inşa ettikleriniz tek bir günde yıkılabilir. Tek ihtiyacım Tuğba'nın ve bir internet kurdunun yardımıydı.

Ertesi sabah plan biraz değişmek zorunda kaldı. Eğer Tuğba planımı öğrenir ve yardım etmezse, bu tehlikeli bir durum olurdu. Ülkede Tuğçe'ye benzeyen tek kadın o olmasa gerekir. Elbet Tuğçe'ye benzeyen ve olayı kabul etme ihtimali yüksek bir meslek gurubunda olan biri vardır. Çok şükür, insan bulmak konusunda çok elverişli yollar olan bir çağda yaşıyoruz. Mükemmel dublörümü üç gün içinde buldum.

Uygun insanı bulduktan uygun zamanı bulmalıydım. Şener'in iş için yurt dışında olduğu zaman için çok beklemem gerekmedi. Tuğçe'yi dışarı davet ettim. "Yakında evlenirsin sen, o zaman dağıtamayız, gel bu gece baya dağıtalım" dedim. Dünden razıydı. O içti, ben sordum. Evlilik fikrinin korkutup korkutmadığını sordum. Sadakat korkutuyormuş, uzun vadede de tabii. Bu konuda biraz ısrarcı olmak iyi bir fikirdi. Ne de olsa ayıldığında ne konuştuğumuzu değil, konu başlıklarını hatırlayacaktı. Çantasından anahtarlarını alıp da kalıplarını macuna kopyalamak için tuvalete gitmesini bekledim. Pardon, LAVABO. Gecenin sonunda istediğimden bile daha çok sarhoş olmuştu. Eve gitme vakti geldiğinde bu gece benim evime gidemeyeceğimizi söyledim. Misafir bekliyorum diye yalan söyledim. Gene de onu evine bırakacak kadar vaktim vardı. Bu saatte nereden buluyorsam o zamanı? Onu kendi evine değil, Şener'in evine bıraktım.

Ertesi gün öğleden sonra beni aradığında dün gecenin z raporunu sordu. Eve nasıl gittiğini bile hatırlamıyordu. Bilmediğimi söyledim. Benim de fazla kaçırdığımı, sabah gözümü bir otelde Fransız bir kadınla açtığımı söyledim. Artık genç olmadığımızı, böyle geceleri kaldıramadığımızı söyledim. "Belki de Fransa'da doğacak bir çocuğun babası olmuşumdur dün gece" dedim. Kahkahalar ile gülmekten acaba ben ne olmuşumdur diye hiç düşünmedi bile.

Bir sonraki aşama için biraz alışveriş yaptım. Şener ve Tuğçe'nin hafta sonu için ufak bir kültür gezisi yapmasını bekledim. Onların gittiği gece Tuğçe'ye dublör olacak fahişe ve aldığım oyuncaklar ile birlikte Şener'in evine gittim. Hakkını vermeyim klas adamdı bu Şener. Hatta biraz fazla klas. Yöneticilerinden olduğu büyük inşaat şirketinin sitelerinden birinde oturmaktansa, harika manzaralı ama biraz eski bir semtte oturuyordu. Ayrıca evin dekorasyonu kesinlikle kişiseldi. Başka bir mekanla karıştırılamaz. Kendi zevkiyle yarattığı bu eşsiz mekan için ona teşekkür etmeliydim.

Fahişenin Tuğçe'ye daha da benzemesi için makyaj yaptık. Saçını, kaşını günler öncesinden gönderdiğim fotoğrafa benzetmişti. Gözler eşsizdir. Bu yüzden göz bandı ile gözlerini kapattık.  Hiç bir lens Tuğçe'nin gözlerinin o eşsiz yeşil tonunu yakalayamazdı. Ağzına aldığım ağız topunu bağladık. Kadını defalarca siktim. Aldığım bir sürü oyuncak ile anne babanızı hayal edemeyeceğiniz oyunlar oynadık. Tümünü kameraya alarak tabii ki. Tüm oyuncakları dolaplardan birine özensizce gizleyip oradan ayrıldım.

Ertesi gün evde görüntüleri montajladım. Bir Fransız pornosundan erkek seslerini, hem sosyal medyadan hem de kendi arşivimden Tuğçe'nin seslerini alıp, görüntülerin üzerine koydum. Gün içinde çıkardığımız seslerin görüntü desteği ile sert bir seksin iniltilerine ne kadar kolay dönüşebileceğini bilseydiniz, çıkardığınız hiç bir sesin kaydedilmesine izin vermezdiniz.

Bitirdikten sonra eserimi izledim. Video evin salonunu geniş gören bir açıyla başlıyor. Ekranda kocaman, kırmızı bir TURKEY yazısı beliriyor. Sonra kadını görüyoruz. Sert bir seks başlıyor. Bir tanıtım gibi görünmesi için sahne atlamaları oluyor, yaklaşık üç dakikalık bir görüntü. Mütevazi olmaya gerek yok. And the Oscar goes to... Elimdeki sözde porno tanıtımını gerçek bir amatör porno tanıtımının başına ekledim. Sitenin adını değiştirip yayına hazır hale getirdim.

Bir sonraki basamak bu görüntülerin yayılmasıydı. En zor kısım buydu işte. Aradığım adamı saçma bir internet korsanlığı sitesinde buldum. Kendine  Dark_White adını takmış bir oğlandı. İstediğim şeyi söylediğimde yapamayacağını ama kara markette bulacağını söyledi. "Biraz paralı olur ve garantisi de yok aslında. Bu black market olayı tam bir para tuzağı aslında ama benim bir kaç güvenilir kaynağım var. Yaparız bir şeyler de tuzlu olur bak diyeyim onu. Hem öyle sürekli de kalmaz, bir kaç gün ömrü var bu zımbırtıların. Adamlar enayi değil, anında kapatırlar açığı." dedi. Bir kaç gün bana yeterdi. istediğim şeyi bulması çok sürmedi. İstediği para ise çok fazlaydı. Bir yerlerden, uzun vadeli bir borç bulmalıydım. Bana koşulsuz para verebilecek bir tanıdığım vardı. Tuğçe'den parayı istediğimde hiç soru sormadan verdi. "Saçmalama lütfen, istiyorsan ihtiyacın vardır. Geri ödemeyi falan da takma sakın. Ne zaman istersen" Sanki geri kalan her şey ahlaki gibi parayı Tuğçe'den almanın ne kadar ahlaki olduğunu düşündüm. Hayatını elinden alacak projeme sponsor oldu.

Her şey tamam olunca ülkeden ayrıldım. Aslında işe başlamak için daha bir ayım vardı. Kimseye söylemedim bunu. Son gecemde Tuğçe ile yemek yedik. Tüm gece göz yaşlarını zor tuttu. Pek nazik sevgilisi baş başa yemek yememize müsaade etmişti ama bir tanesinin eve taksi ile dönmesine gönlü razı olmamıştı. Böylelikle yemek istediğimizden erken bitirmek zorunda kalmıştık. Vedalaşırken artık göz yaşlarını tutmuyordu. Sarılırken "ağlama" dedim. "unutma, biz birbirimize kalanız." O ilk öpücüğü nasıl unuttuysa, bu birbirine kalma olayının artık yalan olduğunu bile bile sözlerime inandı. Zaten istediği şey bu yalandı. Artık tamamen başkasına ait olmaya hazırdı.

Yeni ülkemde tuttuğum yeni evimde bir hafta boyunca düşündüm. Henüz son hamlemi yapmadığımdan hala vazgeçebilirdim. Aslında tek bir konudan çekiniyordum. Yapacağım şeyin onu gerçekten öldürmesinden. Yani bu yüzden kendisini öldürmesinden. Bunu düşünmek için yeterli gerekçem vardı. Aynı nedenden yapmayacağını da biliyordum.

Sonunda kendine Dark_White diyen elemanı aradım ve işi yapmasını söyledim. Ona verdiğim listedeki insanların elektronik postalarına bir posta düştü. İlik bekleyen kanser hastası Kübra Bebek için yarım kampanyası ile ilgili sahte bir postaydı. Posta açıldığı anda internet tarayıcısına bir virüs bulaştı. Tüm sosyal medya hesaplarından sahte bir kaç haber paylaşmış oldular. Eğer orta yaşlı bir kadınsanız, bu haber sizin için fazla kilolar ile ilgiliydi. Politik paylaşımlar yapmış biriyseniz, bu sizin zaman tünelinizde son dakika haberiydi. Karikatür seven genler için karikatür, sosyal mesaj sevenler için sosyal mesaj. Uzantıya tıkladığınızda iki şey oluyor. İlki, aynı uzantıyı paylaşmış oluyorsunuz, ikincisi hazırladığım sahte porno tanıtımına maruz kalıyorsunuz. En iyi ihtimal ile bir kaç gün sürecek bir virüs istilası. Verdiğim isim listesi Tuğçe'nin Şener'in ve Şener'in eski karısının yakınlarından oluşuyordu.

Yarım gün sonra virüs, kendi zaman tünelimde belirdi. Paylaşımı yapan Tuğçe'nin kendisiydi. Ertesi gün aradı beni, olup biteni anlattı. Bunun nasıl olduğu hakkında hiç bir fikri yoktu. Görüntülerdeki kadının kendisi olduğuna inanır gibiydi. Beraber içtiğimiz ve körkütük olduğumuz geceyi sordu. Bir şey hatırlayıp hatırlamadığımı, sabah yanında uyandığım kadının Fransız olduğundan emin olup olmadığımı. Kendinden şüphe ediyordu. Görüntülerdeki kadının kendisi olma ihtimaline inanıyordu. İlk uçakla yanına geleceğimi söyledim.

Sevdiği kişi tarafından aldatılan kişi belki onu affedebilir. Kızının seks görüntülerini gören aileler belki bunu affedebilir. Seks görüntüleri internette paylaşılan arkadaşına destek olacak arkadaşlar elbette vardır. Eğer tüm çevreniz olan biten her şeyi duymuşsa, saydığım insanlardan hiç biri olamazsınız. Sevgili affetmez, anne baba yüzüne bakmaz, arkadaş sahte bir destek sunarken geri kalan herkes ile birlikte kurban hakkında kınayan konuşmalar yapar. O da neymiş öyle ama. Belliydi zaten böyle olduğu.

Uçaktan indiğimde Tuğçe'nin kaldığı oteli ve oda numarasını yazdığı mesajı gördüm. Kimseyi görmemek duymamak için telefonunu kapatacağı yazıyordu. Yanına vardığımda berbat haldeydi. Ya nasıl olacaktı. Bir süre için uzaklaşmanın iyi geleceğini söyledim. Hatta isterse çalıştığım ülkeye yanıma gelebileceğini söyledim. "Ya sonra ne olacak? Kimse bunu unutmayacak. Şener'i çoktan kaybettim. Babam beni kapıdan kovdu. Annem ağlamaktan konuşamıyordu bile. Arkadaşlarım çoktan o kadının ben olduğumu kabullenmiş. Aklınca beni savunuyor, özel hayat diyor. Kimseyi ilgilendirmezmiş. Ben, ben hatırlamıyorum. Anlamıyorum.

Hayatım kaydı benim. Anam babam belki bir gün beni affeder ama asla unutmazlar. Kimse bunu unutmaz. Hayatım boyunca sırtımda taşıyacağım bunu. Kimse unutmaz bunu."

Yapabileceği hiç bir şey yoktu. En iyi arkadaşına, bebeklikten beri tanıdığı adama güvendi. Benimle birlikte geldi. İlk bir kaç gün hiç bir şey yemedi. Yataktan çok az çıktı. Saatlerce uyudu. Yatalak çocuğuna bakan anne gibi bakmaya çalıştım ona. Eserimi görmek canımı yaktı. Geri dönüşüm olmadığını biliyordum. Elinde kalan soy şeyi, en iyi arkadaşını da ondan alamazdım. Geri kalan her şeyi geri kazandıracak olsa bile yapamazdım bunu, ki bu zaten çok düşük bir ihtimaldi.

Bir hafta sonra yataktan çıkar oldu. Yataktan çıktıktan bir kaç gün sonra kısa cümleler ve basit kelimeler ile konuşmaya başlamıştı. Henüz benimle paylaşmasa bile yeni bir hayat planladığının farkındaydım. Sonunda ne o video için ne düşündüğümü sordu. Bunu yapmış olabilir miydi? Birisi ona uyuşturucu verip bunu yaptırmış olabilir miydi? Belki Şener'in kendisi, bu kadar düzgün adamların psikopat çıkması şaşırtıcı değildi. Belki Şener'in canını yakmak isteyen birinin işiydi bu. Hatta eski da karısı olabilirdi. Ağızdan çıkıp daha kulağa ulaşmadan ihtimalini yitiren teoriler kurdu.

"Bilmiyorum" dedim. "Bildiğim şey, ne olduğunu umursamadığım. Söylediklerinden hangisine inanırsan ona inanırım. Başkalarına ispatlamamız gerekiyorsa onu da yaparım. Yapabilirim de. O kadar inanırım ki seni mutlu edecek olana, yalan olduğunu bilsem bile, hem inanırım, hem de insanları inandırırım. Birlikte inandırırız.

Tuğçe ne istiyorsan onu yapalım. Senin istediğin yerde, istediğin zamanda istediğin konumda olurum. Hep oldum, yine olurum. Senin için kendime yalan söylerim. Senin için sana da yalan söylerim. Bunu yaptığımı biliyorsun. Arkadaşın kalmamı istediğin için kaldım, o arkadaşlığın bitmesi gerektiğini gösterdiğin için kaçtım. Bunu biliyorsun değil mi?"

"Biliyorum" dedi. "Böyle olması gerektiğini düşünmüştüm. Yani, mutlu evliliğimin en büyük tehdidi sendin. Şener senin yanında başka hiç bir yerde olmadığı kadar gergindi. Hemcinsler arasındaki o gizli, saçma savaş durumu... Seni kırmadan tarafımı belli etmek istedim. Ne yapmak istediğimi anlayacağını biliyordum. Hiç bir şey yokken senden uzaklaşmanın haksızlık olacağını düşünüyordum. Bunları sana söyleyemezdim de. O kadar güçlü olamazdım." Sözlerine göz yaşlarının eşlik ettiği söylememe gerek yok herhalde. Özür dilemeye başladığında, aynı zamanda göz yaşlarına boğulmayı yaşadı.

Suratını avuçlarımın arasına aldım. "Ne dediğimi duymadın mı? Ne zaman, nerede, nasıl istersen öyle olurum dedim daha az önce. Ciddiydim. Sen benim bebeklik arkadaşımsın, elmasım, can yoldaşımsın. Tek bir öpücüğünü dünyanın geri kalan hiç bir öpücüğüne değişemeyeceğim kalbime gömdüğüm aşkımsın. O öpücük hiç olmamış gibi yaşamam gerekse bile"

Ağlaması durdu, Avuçlarımın içindeki kafasını kaldırdı. Islanmış yüzü yüzüm ile bir seviyeye geldi. Biraz yaklaştı, sonra biraz daha. "O zaman hatırlayacağın bir öpücük vermeliyim sana" dedi. Verdi. Sonra bir tane daha ve... Evreka akerve



Bir televizyon programına evindeki telefonu ile katılan yarışmacı, büyük ödül olan araba için kıçını yırtar. Elinde olsa sunucunun kıçını gerçekten yalayacaktır. Fiziksel imkansızlıklar bunu yapması mümkün olmasa da, hem sunucuda, hem de diğer izleyicilerde yapabilmiş kabul edilecek kadar çabalar. Herkes yarışmacının kazanacağını düşünür. Kader... Sunucu o gecenin büyük ödülünü bir hayır kurumuna bağışlayacaktır. Kadın yardım göremez ve büyük ödülü kaçırır. Sunucu teselli ödülü olarak çok işlevli mutfak robotu gönderir. Yarışmacı başta yıkılsa bile, o mutfak robotunu her kullandığında, o robot işine her yaradığında "arabayı kazansaydım kaza yapıp sakat kalabilirdim" diye düşünür. Haberlerde gördüğü her trafik kazasında mutfak robotu biraz daha büyür. Sonunda arabayı değil de, robotu aldığı için mutludur.

Hayat boyunca yaptığım gözlem istediği adam olmamı sağlamıştı. Bir kaç gün boyunca kaçırdığımız yılların sevişmelerini yakalamaya çalıştık. Yıkıcı gücün, aynı zamanda yaratıcı güç olduğunu söyleyen kimdi bilmiyorum ama haklı çıkmıştı. Onu mutlu etmek için elimden geleni yaptım. En önemlisi, ona taç sırasında çok gerilerde olan yaşlı bir prensin taca baktığı gibi baktım.

"Aslında en başından beri böyle olmalıydı, bu, bu çok doğal. Sanki bunun için doğmuşuz gibi" diyor. Aynı yataktayız, çıplağız ve o bana sıkı sıkı sarılmış. Geri kalan her şey o kadar anlamsız ki. "Haklısın" diyorum.

"Neden en başından bunu göremedim, neden bu kadar yıl kay..." derken sözünü kesiyorum, "o yıllar senin hayatındı. Sonunda seni bana getirdiler. Her bir saniyeyi kutsal sayarım" diyorum. Mümkünmüş gibi daha da sıkı sıkı sarılıyor bana. Boynumu öpüyor. "Keşke Aslı abla bunu görseydi. Bizim birbirimiz için yaratıldığımızı söyleyip duruyordu bana. Hiç dinlemedim onu. Bunca yıl sonra haklı çıktığını görse ne derdi acaba bana."

"Bilmiyorum" diyorum. Bilmiyorum da. Ablam ne derdi acaba tüm yaptıklarıma? Prens sandığı kardeşinin en kötü masal kahramanından daha da kötü olduğunu görse ne derdi, gerçekten bilmiyorum. Bildiğim şey benim ona diyeceğim.

Üniversiteyi bitirmeye uğraşıyordum. Son final haftamdaydım. Ablam arayıp o gece evde kalıp kalamayacağımı sordu. Arkadaşlarımın bana geleceğini ve ders çalışacağımızı hafta sonu mutlaka geleceğimi söyledim. Sesinde bir şeyler beni rahatsız etti. Arkadaşlarımı arayıp eve ailemin evine gitmek zorunda olduğumu söyledim. Gittiğimde beni ablam karşılamadı. Sesimi duymuş olması gerekirdi ama ortaya çıkmadı. Anneme evde olup olmadığını sordum, haftalardır odasından çıkmadığını öğrendim. Doktora götürmek istemişler ama ablam sakince "gerek yok" demiş. Israr etmiş, sinirlenmiş, hatta üzerine yürümüşler ama gene aynı sakinlik ile karşılaşmışlar. Sonunda pes etmişler. Bugün ablam odasından çıkıp beni aradığında düzelmeye başladığını düşünmüşler.

Odaya girdiğimde açık pencerede oturmuş dışarıya bakıyordu. Yanına yaklaşmaya korktum. Odanın kapısının eşiğinden hafifçe seslendim. Yavaşça dönüp gülümsedi "Hoş geldin" dedi. Sesi normaldi. Sakindi. Biraz olsun rahatladım. Sonra, "hayat masallar gibi değilmiş, değil mi?" diye sordu. Cevap vermemi beklemedi. "Masallarda hep bir yolu bulunuyor, hayatta ise deveyi güdemeyen diyarı terk ediyor. Ben güdemedim Emre, bir sonraki diyara gitmeliyim."

Babamın arkamdan bana sertçe çarpmasıyla devrildim. Kafamı kaldırdığımda babam havayı yakalıyordu. Hayır baba, ablamı tutamazsın. Diyarı terk etti o.

İlk şoktan sonra günler süren acılar geldi. Ablamın dün olmuş olması değil, yarın olmayacak olması canımı çok yaktı. Masallar sahipsiz kalmıştı. Bunu yaptığı için ondan nefret edecektim. Hem o günleri atlatmamı, hem de bu saçma nefrete teslim olmamı Tuğçe sağladı. "İnsanlar kaybetmezler, sadece vazgeçerler. Bazıları biraz erken vazgeçer. Bunun için onu suçlama, bir şeyi suçlayacaksan, ona kızdığın için kendini suçla. Masallar ülkesinde birlikte yürüdüğünüzde bana hak vereceksin" dedi. Söylenen değil, söyleyen önemliydi. Tuğçe ilk defa masallar, bir sonraki diyara inanıyordu. "Sen sakın vazgeçme" diye ekledi.

Eğer bir sonraki diyarlar varsa ve ablam ile aynı yerde olursak ona tüm bunları nasıl açıklayacağımı biliyorum. Ona "Hayatımdan vazgeçemezdim" diyeceğim. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder