Bir gün bir römork tepesinde yolculuk edeceğimi biliyordum. Anadolu bozkırlarına bir gezi yapacaktım. Hem yolu, hem kendi içimi dolaşacaktım. Klişe bir "köye, doğaya, kaynağa yolculuk" filmi ya da kitabı gibi. Traktörü ensesi güneşten pişmiş, kapkara olmuş, ensesinin derin kırışıklıklarının arasında beyazlar saklayan yaşlı bir amca sürecekti. Mola verdiğinde kendisine ve bana "bırakamadık bu meredi" diyerek tütün saracaktı. Bir çınarın altında sardığı tütünleri içerken, hayatla ilgili çok basit ve gözümün önünde durmasına rağmen göremediğim bir gerçeği öylesine söyleye verecekti. Sonra tekrar yola çıkacaktık ve ben römorkta patates ya da benzeri bir mahsulün üzerine sırtımı verecektim.
Sahne kararacaktı.
Gel gör ki bunların hiç biri olmadı. Ne bilge köylü amca, ne Anadolu, ne de bozkır var. Patates bile yok. Bunlar yerine Trakya, Nevzat, babam ve masalar var.
Masalar köyde verilen iftar yemeğinden kalma. Bu masaları tanıyorum çünkü 20 günden beri bekledikleri yere de onları ben ve bir kaç arkadaşım taşımıştık. Şimdi onların yüklenip ait oldukları yere gönderilmesi gerekiyor. Ne tesadüf ki ben de oradayım. Bu sefer arkadaşlarım yok. Sadece Nevzat var.
Şimdi sana Nevzat'ın kim olduğunu söyleyeyim. Kaba tabir ile... Neyse kaba tabiri anlatınca anlarsın zaten. Nevzatı son görüşüm Bakırköyde'ydi. Anladın mı kaba tabiri? Anlamadıysan şöyle anlatayım, Nevzat ile beraber bir mekanda limonata ya da çay içmiyorduk. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi'nin psikiyatri koğuşlarından birindeydik. Ben ziyaretçiydim, o ise hasta. Ailesi bir süreden beri haber alamadığı için babama rica etmişler, o da unutmuş ve benden rica etti. Yapacak pek işim olmadığı için ben de gittim.
Eğer yanlış koğuşa gitmeseydim çok da güzel bir anı olacaktı ama Nevzat'ı ararken bir anlık dalgınlıkla yanlış koğuşta aradım. Size önerim, sakın akıl hastanesinde yolunuzu kaybetmeyin. Kaybetseniz bile K1K1 denen koğuşa gitmeyin. Sadece hastaların değil, onlara bakan hemşirenin bile gözleri ayrı bir oynuyor orada.
Akıl hastanesinde geçen korku filmlerini düşünün, onlar abartı değil. Az bile.
Anlayacağın Nevzat dünyanın en iyi iş arkadaşı değil ve taşımamız gereken masalar yaklaşık 25 kilo civarı. Bu masalardan da iki römorku dolduracak kadar fazlaca var. Her ne kadar dikkat etsem de bir kaçının vücudumun çeşitli yerlerine çarpmasını, düşmesini engelleyemiyorum. Bu ufak derdim, büyük derdim ise kafamın üzerinde tüm gücü ile parlayan öğle güneşi. Derimin gözeneklerini birer fıskiyeye çevirmiş durumda.
Doğu Trakya da değil de, Ortabatı Amerika'da olsam gerçekten seksi bir görüntü oluştura bilirdim. Kafamda o meşhur kovboy şapkalarından biri ile her masayı kaldırdığımda, kaslarım şiştiğinde harika bir görüntü oluştururdum. Biskolata reklamları bok yerdi. Evet, bu görüntünün sergilenememesinin tek nedeni bulunduğumuz coğrafya. Benim vücudumla alakalı bir durum yok.
Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır ve yüklenen her şey boşaltılır. Bu yüzden boşaltmayı da ben yapmalıyım. Nevzat ile beraber tabii. Ve masaların ineceği yere gitmek için, römorkta yolculuk etmeliyim. Mevsimlik işçiye ihtiyacı olan arkadaşın varsa numaramı verebilirsin çünkü en azından o zaman bindiğim römork en fazla ter kokacaktır. Masalar ve Nevzat ile içinde olduğum römorkta ise en son taşınan şey gübreymiş.
Geri dönüşümüzde masalar bize eşlik etmese de gübre kokusu hala bizimle. O kadar yorgunum ki daha önce ne taşındığını umursamadan römorka oturuyorum. Zaten gübreden daha beter kokar vaziyetteyim. Bir sigara yakıyorum. Aytmatov hikayelerinden fırlamış yaşlı amca olmasa da, hikayenin sonunda hayatla ilgili o çok basit ve bariz gerçeği anlıyorum.
Hayat bizi ter kokutur ve sonunda boka oturtur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder