15 Eylül 2018 Cumartesi

Balık Kuyruktan Kokar

Yolsuzluk oluyor, hırsızlık yakalanıyor, birileri bilmemnebanklarla keriz avlıyor... Kimse şaşırmıyor, bir avuç insan da bu tepkisizliğe isyan ediyor. Oysa birimiz diğerinden pek de farklı değil. Aslında olana bitene şaşırmayan, hem kendine, hem de topluma daha dürüst davranıyor. Çünkü hırsızlığın sınıfı, eğitim seviyesi, kültür aralığı falan yok bu ülkede. Belki dünyanın kalanında da durum böyledir. Bilemem. 

Aramız da, "yok canım, ben hayatımda kimsenin beş kuruşunu ceplemedim, hırsızlık falan yapmadım" diyebilen var mı? Hırsızlığının yanına yalancılık da katan var mı?

Hiç korsan kitap almadın mı? E-pub okumadın mı? Yabancıdiziseyreyle sitelerinde takılmadın mı? Torrent kullanmadın mı? Yerde bulduğun parayı ceplemedin mi? İmkanın olduysa, işe girmek için torpil yaptırmadın mı? İşvereninin maaşını olduğundan az göstermesine razı olup vergi kaçırır durumuna düşmedin mi? Fiş almazsak ne olur, diye sormadın mı? Şirketten karşılığını alacağın taksi fişini şişik yazdırmadın mı?

Uzar da uzar... Birini değil çoğunu yaptığına eminim. Kimsenin cebine elini sokmadın ya da sabaha karşı evine gizlice girmedin ama çaldın. Bakın bahsettiklerim sıraya kaynak yapmak, online oyunda şifre açmak, okeyde taş çalmak, ne bileyim, umut verip yarı yolda bırakmak gibi soyut hırsızlıklar değil. Hepsi para çalmanın dolaylı yolları.

Büyük ihtimalle hırsız olduğunu hiç düşünmemiştin. Hatta benim saçmaladığımı düşünüyorsun. Ne yani dizi izle netten bir dizi izleyerek hırsız mı olurmuş insan? Maalesef oluyor. Çünkü o siteler çıkmadan önce, televizyonda bedava yayınlanan bu diziler ek kazanç olarak vsr, dvd falan satabiliyorlardı. Canınızın istediği zaman canınızın istediği şeyi izleyebilmenizin bir bedeli olmalı değil mi? Bu bedel ya bir miktar paradır, ya da dünyayı daha kötü bir yer haline getirmektir.

Gelsin bir örnek de dünyanın daha kötü bir yer olmasına, hatta bir insanın ölmesine nasıl vesile olduğunu gör.

Yapımcı bir sinema filmine girişti. Beklentisi büyük. Ancak istediği karı alamadı. Çünkü sen o filmi sinemada değil, evinde, gişefilmleri.com üzerinden izledin. Yapımcı senin biletinin parasına güvenmişti. Unutma, sen bir kişi değilsin, şu havuzu sütle doldurma hikayesindeki gibi binlersin. Ertesi sabah süt yerine dupduru su bulan insanlardan.

Her neyse, yapımcı istediği karı sağlayamadı diye işi bırakacak değil. Ancak istediği karlılık oranına ulaşmak için bir yol bulmalı. Masrafları kısacak. Yönetmenden, yıldızdan, özel efektleri yapan kalifiye elemandan kısamaz. Ancak set işçilerinden kolaylıkla tasarruf sağlar. Üç kişinin işini bir kişiye yaptırır. Daha az ışıkçı, daha az bumcu, daha az getir götürcü, artık o setlerde en alt tabakada kimler varsa onlardan daha az olanı işe alır. Birileri işsiz kalır, depresyona girer intihar eder. Belki de üç kişilik iş yapan elemanın yorgunluktan canı çıkar, setten eve dönerken kaza geçirip ölür. (Bu oldu, Türkiye'de oldu.) Sen de ertesi gün habere isyan eder, iğrenç kapitalist yapımcının da ölmesini dilersin. Biri sana senin yüzünden oldu dese, siktir çekersin.

Aslında bu dizi siteleri, korsan kitap, torpil, yalandan fatura... Hepsi kanunlar önünde suç, ancak uygulamada kimsenin umurunda değil. Mecliste torpil istekleri elden ele bakana uzatılıyor, bütün basın, akşamına da bütün ülke bunu izliyor, hiçbir savcı da çıkıp "ne lan bu rezillik" demiyor. Ya yetkisi olmuyor, ya dokunulmazlığa takılıyor. Zaten milletin de pek umurunda olmuyor. Ülkede dönen dolaplara her gün tepki veren sizler/bizler, ilk fırsatta torpil için taklalar atmaya başlıyorsunuz/başlıyoruz. Ve kimse kendi kendine bile olsa yaptığından gocunmuyor. "Bu işler böyle" diyor. Sen kabul ettiğin için, bir parçası olduğun için bu işler böyle. Bu ülkeyi ölümü göze alan askerler, liderler kurdu, aç kalmayı göze alamayan halk çökertti. Yüzde ellisi sekseniyle değil, yüzde doksan dokuz nokta dokuzuyla.

Neyse ölçeği küçültelim. Birkaç yıl önce evimize hırsız girdi. Televizyon ve benim diz üstü bilgisayarı aldı götürdü. Polis gelip zabıt tutup gitmiş. Ben uğraştım, karşı binanın güvenlik kamerasından falan adamların görüntüleri buldum. Kabak gibi meydandaydı yüzleri. Polis sadece "bizim buranın hırsızı değil bunlar" demekle yetindi. Bize çay kahve ikram etti. Biraz da muhabbet döndü. O sırada, sağ olsun dayım bilgisayarımın içindeki film koleksiyonumdan söz etti. Depresyonda olduğum dönemde torrenti elektrik hattına atılan çengel gibi kullanmıştım. Bir hayli film vardı bilgisayarda. Tamamı yasa dışı yollarla edinilmiş. Polis "geçmiş olsun" dedi. Aynı anda bir hırsızı kameradan gördü, diğeri karşısındaydı, ikisini de yakalamak için kılını dahi kıpırdatmadı.

Kendimden örnek vermişken devam edeyim. Aslında itiraf etmek gerekirse sadece Holivud'a çengel atmadım. E-pub konusunda da suç defterim bir hayli kabarık. Ancak bunun nedeni salak olmayı reddetmemdir. En azından başlangıcı öyleydi.

Şimdi efendim, okuyanınız bilir, bazı kitaplar para tuzağıdır. Ancak vaadiyle ilgi çeker. Benim için bu kitap "marduk gelecek hepimizi silecek" temalı bir şeydi. Para vermeye elim gitmedi. Biliyordum ki içinde yazan şeyler beş para etmezdi. O yüzden, e-pub halinde bulup indirdim, okudum. Sonra aynı kategoriden sayılacak Harun Yahya(Adnan Oktar) kitaplarını okudum. Sonra hırsızlığın tadına varıp... Çok okudum o ara, yalan yok. Sigara ve alkolle birlikte en büyük tüketim kalemim bir anda sıfırlanınca hırsızlık benim için hayli keyif verici oldu. Nelere yol açtığını düşünmek de hiç işime gelmedi. Gerçi içimde bir yerlerde yaptığımın yanlış olduğunu biliyordum. Sevdiğim bir köşe yazarı, o günlerde yeni çıkan kitabına atıf yapıp duruyordu. Kitabı alacak param çok şükür vardı ancak halim yoktu. Kalk, git, al falan ne bileyim üşendim. Ayrıca heyecanlıydım da, bir an önce okumak istiyordum. Kitabı telefona indirdim, okumaya başladım. İçime sinmedi. Yazara elektronik posta atıp, "böyleyken böyle, baya emek harcayıp yazmışsın kitabı ama ben bedeveye okuyorum. Hakkını helal et. Etmezsen söyle, gidip alayım." Yazarda bana beklediğim cevabı gönderdi, "siz okuyun diye yazıyorum,  canın sağ olsun."

Aslında kitabı yine de almam lazımdı, hala da almadım, alayım bir ara. Çünkü bu işten tek ekmek yiyen yazar değil. Yayın evinin de hayatta kalması lazım. Sadece yazardan değil, onlardan da çalmış oldum. Bunu fark etmem baya bir zaman sonra oldu. Kulağıma övgüsü gelen bir fantastik kurgu kitabını okumak istedim. Tabii ki hemen e-pub halinde buldum. İndirdim de. Tam açıp okuyacağım, bana bir aydınlanma geldi. Ne hayırlı kitapsa, daha okumadan faydasını gördüm. Dedim ki, ben bu kitabı bedelsiz okursam, yayın evi serinin devamını yayımlamayabilir. Öyle ya, satılmayan eseri neden çevirtsin, neden yayımlasın? Bitmeyen serinin acısını bilirim. Yıllardır Kış Rüzgarları'nın yazılmasını bekliyorum. Ödüm kopuyor şişko yazar ölecek diye. Yani ben kitabı bedelsiz okursam, devamından mahrum kalabilirim. İyi işler yaşatılmalı.

Belki doğrudan alakası yoktur ama mp3 teknolojisi geliştiğinden beri güzel şarkıların çıkmadığını düşünüyorum. Dinlediğim şarkıların büyük çoğunluğu on beş yıldan eski. Kalitenin düşmesinden beleşçiliği sorumlu tutuyorum. South Park olayı hafife alıp, korsan müzik dinlemenin sadece zengin süper starların lüks yaşamında eksilmeye neden olduğunu iddia etmişti. Bence daha fazlası var. Albüm satışından bütün para sanatçıya gitmiyor. Bu işten ekmeğini yiyen bir sürü insan var. Kitap basımında olduğu gibi. Albüm satışları düştüğünde, yeni çıkacak şarkıların anlamı azalıyor. Bu insanlar para kazanamadığından, kaliteden ödün vermeye başlıyorlar. Kalifiye elemanlar farklı sektörlere yöneliyor. Yeni yıldızlar, hali hazırda kitlesi olanlardan çıkıyor. Ya da yatırım kitle yaratmaya yönelik yapılıyor. Youtube'da dinlenen şarkıcılar gibi.

Castin Biğbır bunun en sağlam örneği. Bu bacaksızın menajeri öncelikle şansını uluslar arası bir plak (müzik) şirketinde deniyor. Bacaksızın müzik kalitesiz bulunuyor. Menajeri de bağlantılarını kullanıp (ünlü birkaç tanıdık) Youtube'da çocuğu meşhur ediyor. On altı yaş altı ergenler çocuğa hayran oluyor ve balon şişiyor. Bir yıl geçmeden Castin ilk (ve son olabilir) halk konserini kendisini reddeden plak şirketinin önünde veriyor. Mesaj açık, artık para kazanma yöntemi bu diyor. Aynı menajer birkaç yıl sonra Gangnam Stayl'ı patlatıyor. Çok para kazandıran bir yöntem, diğerleri de bu yolu izliyor. Balon şiştikçe şişiyor. Bu balon diğerlerine benzemez, eski yola geri dönmeden, patlamaz. Devranın döneceği de yok. Artık müzik kitleleri etkilemiyor, kitleler müziğe karar veriyor. Demek istediğim, nicelik niteliği ezip geçiyor.

Gördünüz mü hırsızlıktan saymadığımız hırsızlıklar dünyayı nasıl daha berbat bir yer haline getiriyor. Yazılması gereken kitaplar yazılmıyor, saçma salak ergenler dünya starı oluyor, kocaman canavarlarla mücadeleyi anlatan saçma sapan filmler gişeye giriyor. Üç boyut teknolojisi bu filmleri, hatta tüm Holivut'u ayakta tutmaya çalışıyor. Elbette kötüye gidişte tek etken halkın hırsızlığı değil. Görmezden gelinemeyecek nedenlerden sadece biri bu.

Tek bir sigaranın kimseye zararı olmaz. Ancak tek sigara diye bir şey yoktur. Bu bir bağımlılıktır. Hep bir sonraki izler o sigarayı. Kuyruktan kokmak da böyle bir şey. Senin o ufacık hırsızlığın topluma zarar vermeyecek gibi durur ama o asla ufacık bir hırsızlık olarak kalmaz. Toplumun tamamına akciğer kanserinden hızlı yayılır. Sonunda çalan çırbanların en başarılısı baş olur. Tüm dünya da bunu izler.

Not: Bunu sadece hırsızlık için söylersem yarım kalır. Her türden olumsuz davranış hızla yayılır. Baştakinin kötücüllüğünü belirleyen, kuyruktaki kokuşmuşluktur. 

3 Eylül 2018 Pazartesi

Perişan Olmak Sadece Bir Adım Uzaklıkta

Bilmiyorum, bekli de hep böyle biriydim. Darbelere dayanıksız, zayıf yaratılışı ama narin olamayacak kadar da yontulmamış. Her kötü özelliğin bir iyi tarafı vardır. Yin yang misali... Galiba benim hariç olmayı başardığım bir durum.

Anlatsam dersiniz ki, dünyada yaşayan insanların çok çok fazlasından iyi durumdasın. Ben de kabul ederim. Evet, şikayetçi olamayacağım kadar imtiyazlı bir hayatım oldu. Olmakta. Gel gör ki şu anda içinde bulunduğum ruh halinde, bunun insan ömrü kadar bile değeri yok.

İyimser olabilmek bilgiyle ters orantılı çalışıyor. En kötü günümüz böyle olsun derken aslında hepimiz gelecek günlerle göre en iyi günümüzde olduğumuzu biliyoruz. Bu bana özel bir görü ya da karamsarlık değil. Şu an yaşadığım bu bilincin ötesinde bir sıkıntı. Kendimi o kadar uzun bir süre iyimserlik uyuşturucusuna maruz bıraktım ki, gerçekle yüzleşmek kaldıramayacağım bir darbe haline geldi. Kara delik gibi her şeyi içine çekiyor. Yaşama sevinci veren ne varsa, tersten işliyor.

O güzelim yeşil gözler bana bakıyor. En sinirli anında bile sevgisini gizleyemeden... Bir erkek, bir insan bundan fazlasını hak etmiş olamaz. Buna sahipken halinden şikayet etmek şımarıklıktan zilyon adım ötesi... Malesef değerini bilemiyorum. Daha doğrusu görüp bildiğimi, hissediyorum. Çünkü bilmek, yaşamak ayrı şey, hissetmek çok ayrı şey.

Başka bir gerçeği biliyorum. Karadelik olan umutsuzluğun geri kalan tüm gerçeklikleri bloke ettiği haliyle, her şifanın zehir olduğu gerçeği... Her sevginin gebe nefrete olduğu gerçeği... Kişisel deneyimlerimle, sevdiğim her şeyin beni en az bir kere perişan ettiği gerçeği...

Bildiğim kuyu bu, daha önce içindeydim. Şimdi hayali bırakmıyor peşimi. Morgul bıçağı yarası gibi, hatırası zihnimden uzakta değil. Her tökezleme, büyük düşüşün hatıralarını canlandırıyor. Belki de kendi kendimi o kuyuya hapsetmek istiyorum. Ne bileyim işte, canım acıdığında, gerçekten acıdığında, siperlerim düşüyor, çıplak kalıyorum. Tek gerçek, acının kendisi, tek bildiğim başarısızlığım.

Durun, benim şikayet etmeye hakkım yok. Standartların üstünde yaşadım, yaşıyorum. Geri kalan tüm isteklerim şımarıklığım, gelip geçici heveslerim. Ben bir hevesim, ötesi değilim. Yavaş yavaş sönmeli ve herkes gibi şükretmeliyim.

Güle güle ben, hoş geldin yarının mutluluğu.. Çok yakın değilsin ama yolum sana çıkacak işte.

Ötesi perişanlık...

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Hayatını Romansa Ciddi Problemleriniz Var Demektir

Diyor ki: "Boş ver bu hikaye işlerini falan, sen benim hayatımı yaz benim. Ben var ya, off o, ne günler ne geceler..."Tahmin de edebileceğiniz gibi bunu söyleyen yakın biri. Hayatını şöyle yada böyle biliyorum. Düz devlet memuru hayatta ne kadar sıkıntı çekebilecekse o kadar sıkıntı çekmiş. Karakterinin olumlu olarak çok ekstra özellikli bir yanı yok. Olumsuz olarak yönleriyle uzun bir listede toplanabilir. Bana "benim hayatım roman" derken yüzündeki inanmışlığı görseniz, gerçekten hayatının inanılmaz olaylarla falan yoğrulduğunu sanırsınız. Yok öyle bir şey. Peşin söyleyeyim, sizin hayatınızda da bir numara yok. 

Benim hayatımın sadece bir bölümü anlatmaya değer bir hal aldı, onda da roman değil iki üç blog yazısı oldu. Başka bir numara benim hayatta da yok. Bazen gördüğün, kıyımda yaşanan, duyduğum şeylerden, karakterimde olan özelliklerden bir harman yapıp hikayenin bir köşesine ekliyorum ama şimdiye kadar yazdığım hiçbir hikayenin teması yaşadığım bir olay olmadı. Hepiniz gibi bir hayatım var işte. Kendimce uzun ve kısa vadeli planlarım, başarı ve başarısızlıklarım, üzüldüğüm, kızdığım, sevindğim, mutlu olduğum olaylarım, bolca hatalarım, nadiren faydalarım... 

Senin hayatında benimkinden farklı değil. Ne yaptın, hayatını bir davaya mı adadın? Öyle bugün kirletildiği anlamıyla değil. Sokaklarda slogan atmak da değil. Varlığınla yokluğunla bir davanın parçası mı oldun? Bir kırılma anında bütn hayatını sorgulayıp sahip olduğun her şeyden vazgeçip yeni bir hayata mı başladın? İşi bırakıp kafe açmaktan ya da parası hazır dünya turuna çıkmaktan bahsetmiyorum. Geri dönmemecesine hayatı terk etmekten bahsediyorum. Günlük hayatı değiştireceğine inandığın bir icadın peşindeyken kendini kaptırıp yuvanı mı yıktın? Hiçbirini yapmadın. Benzerlerini de yapmadın. Hayatım roman diye düşünüyorsan, yukarıda bahsetteğim tanıdıktan bir farkın yok. 

Sanıyoruz ki, hayat sadece bize kötü davranıyor. En büyük çile bize yazılmış. Talih gülen yüzünü asla bize dönmemiş. Dost bildiklerimizin hepsi aslında arkalarında saplanmaya hazır hançerler taşıyorlarmış. Aşık olduğumuz insan aslında bizi bir gün bile sevmemiş. Çevremiz, merhametten nasibini almamış canavarlarca sarılmış. Tüm bunlara rağmen biz, Avrupa'nın Orta Çağ masallarındaki şövalyeler gibi onur ve doğruluk için dimdik ayakta durmuşuz. Hayat boyu değil ama hayatın bir noktasında böyle düşündüğümüz kesin oluyor. Yok canlarım, hepimiz sıradan insanlarız. Hatta, hayatı roman haline getirilmiş insanların hayatları bile sıradandı. Yazar onu süsledi, püsledi öyle önümüze koydu. 

Şimdi bütün söylediklerimi elimin tersiyle itmek gibi olacak ama çevremde hayatı romana konu olabilecek insanlar da yok değil. Birebir aktarım olmasa da, ayrıltılı bir esinlenme diyebilirim. Karakterleri ve verdikleri kararlar üzerinden yürüyen bir şeyler. Dört dörtlük gibi görünen hayatlarının aslında ne kadar çamura bulanmış olduğunu, kendilerini kendilerinin kurban ettiğini, kurdukları hayal dünyalarından hiç çıkamadıklarını... Benzeri şeyleri tanıdığım bazı insanların hayatları üzerinden anlatabilirim. Bu da birinin "benim hayatım roman" demesine en yakın roman olur. Eyvallah der yazarsam, ya okuduğunda benden ve eserden nefret eder ya da bunun benimle ne alakası var der. Başka bir sonuç olmaz. 

Hiçbirimizin hayatı roman olmaz dediğim için hayatlarımızı sıkıcı bulduğumu sanmayın. Sorun benim roman-film anlayışımın birinin hayatı üzerinden gitmemesinde. Aslında hayatlarımız oldukça eğlenceli. Bunu şey gibi düşünün, Tolstoy'un Diriliş'inde aristokrat bir adamla, geçmişten diyet borcu olduğu kadın arasındaki ilişkiyi anlattığı kitabında en az ilgi çekici şey bu temel kurguydu. Aslında anlatılan bu ikilinin ilişkisi değildi. O sadece diğer şeyleri anlatmak için kullanılan bir yöntemdi. 

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Oku da Kendini Adam San

Birkaç yıla kadar bir arkadaşım geceleri olur olmadık arar, saçma sapan tarih ya da genel kültür soruları sorardı. Bu dahiyane fikrin temelinde tabii ki alkol ve arkadaşlar arasındaki anlamsız bir "o oyla dağil pikere" tartışması olurdu. Elimden geldiğince cevap verirdim ben de, sorun değil. Asıl mesele soru cevap kısmından sonra bana söylediklerinden kaynaklanıyor. "Kanka sen çok okuyorsun, bilirsin diye aradım."
Yanındaki arkadaşlarına benim bilir kişi olduğumu ispatlamaya çalışmıyor. Samimiyetle benim çok okuduğuma, bu yüzden bilgili olduğuma, bir bakıma alim olduğuma inanıyor. Şimdi bahsettiğim bu arkadaşım mevsimlik arkadaşlardan biri. Size aklımda kaldığı kadarıyla, beni okurken görmüş olabileceği kitapların isimleri ve konularını kısaca veriyorum size. 

Kokoloji, Japon bir yazar insanın bilinç altında yatanları, aslında nasıl biri olduğunu çeşit çeşit akıl oyunlarıyla ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bahçeden çilek çalmakla alakalı sorular aslında sizin aldatmaya ne kadar meyilli oluşunuzla alakalı çıkıyor. 

Seni Sevdiğimi Kimseye Söyleme Çünkü Ben Herkese Söyledim, Gani Müjdenin doksanlı yılların sonunda sanırsam Milliyet'te yazdığı köşe yazılarını topladığı bir kitaptı. Bol politik göndermeli, bol eğlenceli bir kitap. Bu kitabı birkaç kere okudum, her seferinde de eğlendim. 

Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi, hatırlayan liseli değildir. Melisa P.'nin biz ergenlere armağanıydı. Aslında sadece iki üç seks sahnesi içeriyordu galiba ama o dönemde bize oldukça iç gıcıklayıcı geldiğini kimse inkar edemez. Lise sıralarının altı, sayfaları birbirine yapışmış, Yüz Fırça Darbeleri ile doluydu o zamanlar. 

Yüreğim Seni Sevdi, Canan Tan denen bir hatunun sadece ilk birkaç sayfasını okumaya tahammül edebildiğim bir kitabı. Aslında arkadaşımın bunu görmediğine eminim ama hazır konu yaklaşmışken ne kadar boktan olduğundan bahsedeyim dedim. 

Çanakkale Mahşeri, adından emin olmasam da savaşı ve dramını üç Mekteb-i Sultani talebesi üzerinden anlatan muhteşem bir eser. 

Petrol Fırtınası, yine yazarını unuttuğum bir eser... 20. yy'ın büyük savaşlarının aslında Royal Duck - Shell ve Standar Oil firmalarının arasında yaşananlar olduğunu anlatan komplo teorisi kitabı. Okurken baya ilgimi çekmişti ama inanın neyi neye bağlıyordu, ne tür kanıtlar kanıtlar sunuyordu hiç hatırlamıyorum. Lise yıllarımdı galiba okuduğumda. Yani Rakafelır ailesini internete düşmeden önce tanımanın onuru bana ait sevgili neslim. 

Kocan Kadar Konuş - Diriliş, bunu bilirsiniz, filmini falan yaptılar, tüm kezbanlar kendilerinden bir şeyler buldu. Sana bana kağıt israfı, birilerine ev araba parası kitaplardan. 

Genel çerçeveyi çizdim herhalde. Mevsimlik arkadaş derken yazlıktan demek istiyordum. Yani insan yazlıkta neden hafif siklet dışına çıkar ki? Elbet vardır okumaya uygun yazlık ortamı olan. Bizimki hiç öyle olmadı be arkadaşım. Bir gurup erkek öğlen kalkar ve sabaha karşı uyuyana kadar yapacak erkekçe/çocukça işler mutlaka bulurlar. 

He bir kere sahil de okumaya çalıştım, ağır siklet... Dosto'muzun Karamazov Kardeşler'i kafamı yukarıdan yakan güneşle, aşağıdan kavuran kumlar arasında beynimi eritti. Daha sonra kitabı tekrar elime alabilmem için dört beş ay, belki daha fazla zaman geçmesi gerekti. Toplamda bir yıla yayarak okudum galiba kitabı. 

Yazlıktan çıkmadan araya bir anımı sıkıştırayım bari. Uçurtma Avcısı'nı da orada okudum. Kitap bir arkadaşımın ablasınındı. Olay da bu arkadaşın evinde geçiyor zaten. Ben aralarda okuya okuya baya ilerledim, sardı da namussuz, okutuyor kendini. Okumuş olan bilir, sonlara doğru benim diyen Yeşilçam Filmi'nden acıklı bir hal alıyor. Dramın zirve yaptığı noktalardan birini okurken, arkadaşın evin salonda ter kokusu ten kokusu haline gelmiş üç erkek divanlara uzanmıştık. Ben tutama kendini, sal göz yaşlarını... Öyle böyle değil, anıra anıra ağladım adamların karşısında. Ne olduğuna da anlam veremedi tabii hayvanlar. Bakın, orada ağlamak yerine ikisinden birine tekme tokat saldırsam daha az şaşırır ve daha anlamlı bulurlardı. Öyle bir ortamdan bahsediyorum. Neyse bu da böyle bir anım. 

Biraz uzun oldu ama girişi tamamladık. 

Derdim bazı insanların okuma eylemine gereğinden fazla anlam yüklemesi. Elinde kitap gördüğü her insanı alim zannetmesi ya da daha beteri, üç beş kitap okuyanın kendini alim zannetmesi. Diğerine anında cahil demesi. 

Kendi adıma, ben alim falan değilim. Eh biraz bilgili olduğum konular var. Eyvallah ama sorsanız, edindiğim bilginin yarısını bile kitaplardan değildir. Benim hafızam saçma sapan şeyleri kaydediyor. Aklımda konular arasında bağlantı kurabiliyor. Bu, bu kadar. Tabii kaynak olarak kitaplar önemli ama tek kaynak da kitap olamaz. Nasıl ki bilgide tekel olmazsa, bilgi edinmede de tekel yöntem olmaz. 

Reklamlar bitti.

Üç beş kitap okuduğu için kendini göklere çıkaran o kadar fazla insan var ki. Şu kısacık ömründe hangi kitapları okudun da her şey hakkında her şeyi öğrendim kafasını yaşıyorsun? Ya liseden bir eleman vardı. Üniye geçtiğimizde bir halı saha maçında karşılaştık. Ben bilmiyordum, siyasi olmuş bu. Tabii o koşuşturmacada üniversite falan da kazanamamış, boşta. Neyse benim tarih okuduğumu öğrenince üç cümle muhabbet etmeden "tarih okuyormuş, ben senden iyi biliyorum tarihi, okuyacaksanız adam gibi okuyun resmi tarihi tekrarlamayın" zırvasına başladı. Evet, bu elaman okur tiplerdendi de, benimle bir muhabbeti yoktu.Yani sidik yarışını kendi kafasında tamamlayıp kazanırken, kafasındaki imajımın benimle alakası yoktu. Bakın böyle bir saçmalığı yapan boş teneke dediğimiz tip değil. Cidden okumuş etmiş adam. Elinden kitap düşmez. Okur okur da ne okuyor ki? Kendi siyasi görüşüne yakın ne varsa onu. Tek yönlü beslenme gibi. Atıyorum en besleyici besin roka olsun, ömür boyu roka yersek sağlıklı bir vücut olur mu? Yediğin rokalar dünyanın en besleyici rokaları olsa da, nafile, vücut iflas eder. Tek tür okuma da düşünceye aynısını yapar. Anlattığım olayın üzerinden on yıl geçti, bu arkadaş ya yolundan dönmüştür ya da ideolojisine asker olmuştur.

Okurun başka bir türü daha varmış, bunu yeni keşfettim. Zaten biraz da bu keşif yüzünden yazıyorum bu yazıyı. Kitaplıksevici okur dedim ben. Bu arkadaşlarla Facebook gurubunda tanıştım. Bunlar gösteriş için okuyanlar. Ne bulsalar okurlar yeter ki sürükleyici olsun. Yukarıdaki tip gibi kendisine ve çevresine zarar vermez ama o hava atma çabasında o kadar acınası bir hal var ki, ay kıyamam ben ona yaa... Pek naif bir tür bu. Yüzüne desek ki gösteriş yapıyorsun, hemen ağlamaya başlar. Kadını da erkeği de böyle bunların. Tabii ki aralarında biraz daha şahin olanlar var. Kahrolsun okumayanlar, okumak dünyayı kurtaracak falan gibi slogan atarlar. Bilmiyorlar ki dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirenlerin tamamı okumuş etmiş insanlar. Hatta fazlaca okumuş etmiş. Anlatamazsın ama benim kitaplıksevicime. Okumak bir ışıktır kalplere falan der. 

Bakmayın böyle maneviyat insanı gibi bahsettiğime. Yeri geldiğinden maddiyatçının kralıdır. Hele ki kitaplığı konusunda çok hassastır. Paylaşamaz kitaplarını. Çocuklarım onlar benim falan der. Aslında kitaplıktan eksilen bir kitap onun okuduğu kitap adetini bir eksik gösterecektir. Sorun budur ama tabii ki kabullenmez. E-kitap falan korkulu rüyasıdır. Korsana karşı olduğundan değil, onu sergilemesi zor olduğundan. Gerçi ekran görüntüsü alıp okuduğu e-kitapları gösterinini de gördüm ama neyse... 

Bir de bu tip senin benim gibi divanda göt devirip okumaz. Mutlaka manzaraya karşı okur. Okuduğunu anlamakta katalizör çünkü o manzara. Kitap sek giden bir nesne de değildir, mümkünse kahveyle okunur. Yoksa çay da makbul ama kola falan zinhar olmaz. En kötü ihtimal meyve suyu, o da sık olmaması kaydıyla. Tabii fotoğraflarda görünene göre konuşuyorum ben. 

Fotoğraf demişken, altı çizilmiş cümle atmadan olmaz. O cümle de aşkı tanımlamalı, hasreti, kavuşamamayı, hayal kırıklığını... Arada sırada siyasi ya dini bir söz de gelebilir. Mevlana bu alanda reytingi yüksek bir abimiz. Bunu ben de yapmıştım, inkar etmenin anlamı yok. Yazılmış en iyi kitap olan Yüzüklerin Efendisi'nden Gandalf'ın ölüm cezasıyla ilgili o muhteşem düşüncesini. O cümleye kadar idam cezasını hak bulurdum ben, hayatımdaki yeri bu yüzden büyüktür. Reklam bitt...

Yaşlısı da genci de bol bu türün. Çoluk çocuk sahibi olanlarının en fazla istediği şey çocuklarına da kitap sevgisi aşılatmak... Hani oğlunu kızını zorla kuran kursuna yollayanlar var ya, hah işte onların değişik bir versiyonu bunlar. Atadan toruna nesil olmak istiyorlar. Dedim genci de var, çocuk olanı da var. On üç yaşındayım bana ne okumamı önerirsiniz ya da bu benim yaşıma uygun mu diye soruyorlar. Şimdi gizli tehlike durumu var burada. Sanıyorsunuz ki kitaplarla ilgili. Yok anacım, kitap okuyor görünmekle ilgili bu çocuklar. Yoksa neden sorsun benim yaşıma uygun mu? Sorduğu kitap da atıyorum Jack London'ın Beyaz Diş'i. Aç oku, baktın anlamıyorsun uygun değildir. Yok ama öyle yaparsa okuyan genç imajını yakalayamaz çakal ergenim. Naif kitap sever de anlatıyor, şöyle uygun böyle uygun değil. Ya siktir git bilgisayar oyunu oyna, olmadı sokakta top oyna. Tolstoy sen okuyorum havası at diye yazmadı evladım o kitabı. Her yaşın da kendine göre bir şeyi var. Eksiltme hayatı.

Ha yeri gelmişken, maruz kaldığım, kaldığımız bir istismarı da buradan dile getireyim. Suç ve Ceza. Yok, kitaba bok atacak kadar sıyırmadım kafayı. Muhteşem bir eser, beş yılda bir tekrar okunmalı. Okunmalı ama ilk okuma için lise çağı biraz erken değil mi? Lisede bu kitap zorla okutulanlar parmak kaldırsın. (İşaret parmağını, orta değil) Arkadaş, on beş yaşındayım lan, ne anlarım ben o kitaptan? Vicdanımı sızlatacak hangi suçu işledim veya işleyeyazdım da Raski'nin kafasını yakalayayım? Ben neden sıradan bir katille ordu komutanı arasında ne fark diye kafa yorayım? On beş lan bu kafa. Zaten yarısı da bel altına inmiş sıra altındaki fırça darbesi kitabının hayalini kuruyor. Neyse klasiklerin çoğuna on sekiz yaş sınırı falan gelmeli. Zorla okutan hocalar hakkında yasal işlem yapılmalı. (Hocam okuyorsanız yanlış anlamayın, sizi hala saygıyla anarım. Okuttuğunuz diğer kitaplardan da gayet memnunum ama yetişkin halimle kitabı bir daha okuduğumda ilk okuyuşumun sadece zaman kaybı olduğunu keşfettim. Tekrardan saygılar.[İnşallah okumaz yaa])

Ve tabii ne kadar naif ve şeker olsalar da okumayana duydukları tiksinti fabrika ayarlarında var. Anne babasının okuma yazması yok belki ama onlar hariç tabii. Böcek ezer gibi ezmek isterler onları. Bu istekleri çakma aydın tayfadan kapılan bir hastalıktır. Onlar başka yazının konusu olurlar. Hadi böcek gibi ezmek istemeseler de, okumayan o insanlarla aynı havayı bile solumak istemezler. Benim canım kitaplıksevicim farkında değil ki bu ülkede kitap okumak cidden lüks. Çoğu ülkede lüks. Haftada altı gün, on iki saat mesaiyle çalışan insanların ülkesi burası. Senin ayrıcalıklı kıçın koltuk görebilir ama çoğunluk otobüste bile ayakta. Bunları yüzüne vur, sana metrobüste sıkışık ortamda kitap okuyan kızın fotoğrafını gösterir. Yedirir kafayı.

Böyle olmayın. Kitaplar bilgi edinme araçlarıdır. Olmadı güzel vakit geçirme ve eğlenme araçları. Amaç asla değildir. Hava atma aracı olunca da çirkin duruyorlar. Ve anlamsızca da yüceltmeyin. Kutsal olanları çok sınırlı sayıda. Yeni kutsallara da ihtiyaç yok, hali hazırda fazlalık var. Açın bir belgesel, film falan izleyin, oradan da alabileceğiniz çok şey var. Hatta sokaktaki kediyi izleyip bir şeyler öğrenmek mümkün. Ben sokakta  izlediği kediden yola çıkıp hikaye yazdım daha ne olsun!

Hadi hadi vazgeçtim, havasını da atın. Hatta ortamlarda sivrilin falan. Hepsi kabulüm ama ne olur sırf üç beş kelam okudum diye insan-ı kamil oldum sanmayın. Okumakla oluyor o. Deyişte ki gibi, aramakla bulunmaz ama bulanlar sadece arayanlardır. Anladın sen onu. (Okumakla olmaz ama olduran sadece okuyanlardır. Güvenemedim anlayacağına, dini uhrevi bir şeyden bahsediyorum sanacaksın diye endişe ettim. İnsan-ı kamil falan da dedik ya, kesin tasavvufa bağladım sonunda sana çıkar. Neyse okuduysan çık kasmasın.)

7 Ağustos 2018 Salı

Ve İyi Adamlar Kötülüğü Doğduğu Yere Gömdüler

Çok doğru bir deyiş vardır. "Tarihi kazananlar yazar"

Çok ender de olsa kaybedene hakkı verilir. Mesela Hannibal Barca hak ettiği övgüyü geç de olsa almıştır. Tam olarak almıştır diyemiyorum çünkü Roma'ya karşı haklı bir savaş vermiş bu adamı hala kana susamış barbar olarak tanıtan kitaplar ve belgeseller mevcut. Trajikomik dedikleri tam olarak bu olsa gerek. Üçüncü Fön Savaşı'nın sonunda taş üstünde taş bırakmadıkları Kartaca'ya barbar diyen Roma'nın sözcüleri bugün hala aynı kafadan devam ediyorlar. Kazandıkları sürece de iyi adam olacaklar. Yalnız kendi medeniyetleri için değil, etkiledikleri her birey için de... 

Anlatmak  istediğim de bu. Her kazananı iyi adam olarak görmememiz gerektiği. Sonuçta hayat dandik bir Holivut filmi değil. 

Daha önce yazmıştım, tekrarlayayım. Çekilen tarih belgesellerinin yarısı, İkinci Dünya Savaşı üzerinedir. Bu belgesellerin ağırlık noktasın da Naziler ve ikon haline gelmiş liderleri Hitler vardır. İstisnasız tümü, Hitler ve Nazi Almanyası'nın ne kadar şeytani bir imparatorluk olduğu hakkındadır. Eğer kazansalardı, üstün ırkları dışında dünyada yaşayan insan kalmayacaktı. Ancak tanrının* isteği, beşerin azmiyle batının hür insanları, iyiliğin şövalyeleri bu şeytan imparatorluğunu yerin dibine geçirdi. Senin, benim, Arap'ın, Çerkez'in, Hintli'nin, hepimizin hayatlarını kurtardılar. 

Bunu diyenler, bir kıta üzerindeki tüm insanları katledip oraya yerleşen beyaz adamın torunları. 

Uzun bir yazı olacak sanıyordum ama iki örnekle ne demek istediğimi anlattım. Devamında asil şövalyelerimize biraz kin kusacağım. İsteyen okumaya devam etsin. 

İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesi için Almanya'nın diz çökmesi yeterli olacaktı. Aslında Sovyet işgali başarısız olunca Almanya için savaş bitmişti. Ancak varlığını Versay'a verilen tepkiye borçlu olan Nazi yönetimi benzeri bir anlaşmaya yanaşamazdı. İngiltere, Birleşik Devletler ve Rusya (Sovyet falan hikaye, Rusya, Rusya'dır) daha azıyla yetinemezdi. (Savaş sonunda parçalanmış bir Almanya ortaya çıktı.) ABD kendisine saldıran Japonya ile olan savaşından çok Almanya'yla olan savaşa odaklandı. Nihayetinde dediğim gibi, Almanya diz çökmeden savaş bitmeyecekti. 

Korkunç şeytan imparatorluğu dize getirilmiş savaş sona ermek üzereyken, kazananlar ne kazandıklarını görmek için Yalta'da bir araya geldiler. Yeni dünya düzeni iki kutuplu olacaktı. Daha savaş sona ermeden, bu kutupların çatışması başladı. Biri diğerine göz dağı vermek için dünyanın en korkunç insanlık suçunu işledi. 

Japon ana adalarının işgali gerçekleşmeden savaş bitmez görüşü kabul edildi. Savaşın bu tarafına batıda işi bitmiş olan Ruslar da destek verecekti. Gerek kalmadı. 6 ağustos günü, Yalta'da sözü edilen o bomba Hiroşima'da patladı. Tamamı sivil olan şehrin üzerinde, bildiğimiz en büyük doğa gücü, nükleer enerji serbest bırakıldı. Yaşlı, genç, bebek, kadın, erkek, doktor, amele, ev kadını, ot, leylak, erguvan, kedi, köpek, sinek...  Yaşayan, yaşamayan her şeyi bir anda yaktı. Yakamadığını sakatladı, doğmamış bebeğin genetiğini sikti attı. Hallaç pamuğu gibi insanlığı salladı attı.

Ve bunu şeytani imparatorluğa diz çöktüren asil şövalyeler yaptı. Bir sonraki şeytana göz dağı vermek için. Yeterince izleyememiş olabilirler dedi, 8 ağustos günü Nagazaki'de kustu pisliğini. 

Peki bir soru. Eğer Berlin Savunması müttefikler için daha zorlu olsaydı, kayıpları tahammül sınırlarına dayansaydı, o bombalar Berlin üzerinde, Avrupa Kıtası'nda patlar mıydı? 

Televizyona çıkmış diyor ki, atom bombası savaşları bitiren silah oldu, büyük güçler bir daha birbiriyle savaşa giremedi. Lafa bak, çay demle. O günden beri savaşlar daha da acımasız oldular. Birbirlerine girmek yerine, kendi gözlerinden iti ite kırdırmaya başladılar. Var mı aramızda Suriye'de yaşananların ABD - Rusya Savaşı olduğunu bilmeyen? Dün Afganistan'da(Rusya işgal ettiğinde), öncesinde Vietnam'da aslında birbirleriyle savaştıklarını bilmeyen var mı?

Atom bombası savaş falan bitirmedi. İnsanlığa kendi sonunu nasıl getireceğini gösterdi. Aslında, İsrafil'in kim olduğunu. Hem de ilahi bir emir beklemeden, kendi iradesiyle sura üfleyen bir İsrafil. Ölüm meleği değil de, toplu katliam meleği... Durun ama... İkinci Dünya Savaşını özgür dünya kazandı. 

Diğer kutbu savunmaya kalkmayın sakın. Kırk beş-altı yıllarında Almanya'nın doğu topraklarında doğan birilerini bulup baban kim diye sorsunlar. Almanlar ne onların topraklarında ne yaptıysa, aynısını Alman topraklarında yaptılar. Emektar, cefakar Sovyet askerleri (Kızıl ordu sadece Ruslardan oluşmadığından bu sefer Sovyet dedim) sefanın dibine vurdular. Hiç Amerikan yalanı falan demeyin bizzat Stalin "yapacak tabii benim askerim" dedi. 

Elaleme konuşmak kolay da, biz de Altay dağlarından Viyana kapılarına karanfil dağıtarak gitmedik. Elbet tarihin bir yerlerinden insanlık suçu işledik. Şimdi yazarım bir ikisini, konu çok farklı yerlere gider.  Sütten çıkma ak kaşık değiliz, bunu bilelim. Aksi doğaya ters olurdu zaten. 

Gözünüzü seveyim, Hitler aşığı falan olmayın, saçma sapan gamalı haçları dövme yaptırmayın ama savaşı iyi adamların kazanmadığını bilin. İyi adamlar neredeyse hiç savaşmadılar. Hanibal gibi, ya savaşarak ya da savaşmadan ölecekleri duruma gelmeden kılıçlarını çekmediler. Ve atom bombaları yapmadılar. Savaşı kötü adamların daha güçlüsü kazandı. 

5 Ağustos 2018 Pazar

Kankacılık

Yıllar önce bir blog yazmayı denediğimde ilk yazım "kankacılık" dediğim kamram üzerine olmuştu. Geçen yıllarda neredeyse bütün fikirlerim evrildi ya da değişti ama kankacılıkla ilgili fikirlerimde zerre değişiklik olmadı. Dünya hayatındaki en büyük belanın bu kankacılık olduğuna inanmaya devam ediyorum. 

Kankacılık dediğim en basit anlatışla "sen beim arkamı kolla, ben de senin arkanı kollayayım" anlayışıdır. Hayatımızın her dönenimde karşımıza çıkan bir şey.

İlkokulu düşünün mesela. Bir sınıf başkanı var. Öğretmenden sonra gelen kişi, büyük sorumluluklar taşıyor. Örneğin ders boş geçiyorsa, başkanın sınıfta asayiş ve huzuru sağlamak ve sürdürmek gibi çok çok önemli sorumlulukları var. Enstrüman bakımındansa kısıtlı olanaklara sahip. Yüksek sesle konuşmak, ayağa kalkıp sınıfta dolaşmak, arkadaşına kalem fırlatmak gibi huzur kaçırıcı eylemlerde bulunan arkadaşlarını kulağından tutup müdüre götüremez. Ne bileyim, hakaret edip onurunu kıramaz ya da kafasını sıranın üzerinde top gibi sektiremez. Elindeki tek güç huzur bozan bu öğrencileri tahtaya not edip, eylemin şiddetine ve devamlılığına göre yazılı ismin yanına çarpı koymaktan ibaret. Öğretmen, yani asıl güç sahibi geldiğin de belki hesap sorabilir. 

Bu etkisiz gücün kullanımında bile arkadaşını kayırmayı görebilirsiniz. Yakın arkadaşın eylemi gözden kaçabilir ya da tahtaya çizilecek çarpılarda indirime gidilir. Sınıfta bir zıpçıktı yoksa, bu durum normal görülür ve kimse rahatsız olmaz. Bazense o zıpçıktı isyan eder. Genellikle kişisel bir meseledir. Kayrılan o yakın arkadaşla belki de başkanın kendisiyle husumeti vardır.  Ya başkana, ya öğretmene gördüğü bu adaletsiz tutumu şikayet eder. Başkan sahip olduğu sanal otoriteyi zıpçıktının isminin yanına eklediği çarpılarla gösterir. Gücün asıl sahibi öğretmen, çok büyük ihtimalle yokluğunda sınıfa hakim olan başkana sahip çıkar, zıpçıktının itirazlarını duymazdan gelir ya da daha beterini yapıp kendince adalet arayan bu zıpçıktının kulağını falan çeker.

Suçun en büyüğünün otoriteyi sorgulamak olduğunu daha ilkokul sıralarında buna benzer örneklerle öğreniriz. Otoritenin sanallığı, haklı dayanağı, adaleti falan fasa fiso. Bir otorite varsa, o sorgulanmamalıdır. Yazımızın konusu otorite kavramı değil, onun varlığı ön kabulümüz. Üzerinde durmayacağız. 

Adam kayırma, torpil o kadar yaygın ki, hayatın gerçeği olmuş durumda. Bir örnek daha vereceğim. AKP seçmeni ve parti-içinde-ufak-çaplı-bir-iş-başkanı olan bir öğretmen, başından geçen park cezası olayını anlattı. Trafik polisi kuralı uygulamış, ufak bir toleransla kural esnetmeye gitmemiş. Bu ülkede kurallar o kadar sık esnetiliyor ki, insan kural uygulandığında haksızlığa uğradığını düşünüyor. Tabii polisin bu arkadaşın kim olduğundan haberi yok. Arkadaş hemen partiden biraz-daha-büyük-bir-şeyin-başkanı olan tanıdığını aramış, ricacı olmuş. Uğradığını düşündüğü haksızlığın giderilmesi için... Altı üstü bir park cezasıydı herhalde.

Sonuç ne olmuş hatırlamıyorum, dinlememiş olabilirim. Anlatanın sözünü kesip yaptığının ne vicdanda, ne adalette, ne inandığını iddia ettiği dinde, günde beş vakit ibadet ettiği Allah'ın nazarında yeri olduğu konusunda konuşmaya başladım. Destek de gördüm. Ancak adam yaptığını o kadar doğal buluyordu ki, ne desek suçunu kabul etmedi. Zaten bu durum, bu kanıksamadır, suçtan daha vahim olan.

Hepimiz biliyoruz ya da bilmeliyiz. Bunun A partisi, B partisi, C partisi olayı olmadığını. Başka bir partiden aracısı olsa onu devreye sokardı. Parti de değil, Polis ve kendisini bağlayan herhangi bir otorite bulsa, devreye onu sokacaktı. İster ADD olsun, ister Bülbül Yuvasında Sevenler Derneği... Neredeyse hepimiz, eğer fırsatımız varsa, torpilin, kayrılmanın peşine düşer ve "bu işler böyle oluyor" deyip yaptığımızda hata görmeyiz.

İlkokuldaki o duygusal çıkarı olanı kayırma durumu, hayatın içinde madii manevi çıkarı olanı kayırmaya evriliyor. Siyasi partiden, tarikatten, dernekten, locadan, vakıftan, aileden, sülaleden, kabileden... Hiç fark etmez, benden olanı korumaya geliyor iş.

Alırken benden olandan almaya, satarken kim olduğunu gözetmeksizin satmaya dayalıdır. Böylelikle bizin toplamı sürekli artacaktır. Ve bizim aramızda, bizi kollayacaklar olmalıdır. Kas gücüyle, kafa gücüyle, herhangi bir güçle ama mutlaka bir çeşit güçle asker olma durumu. Biz öyle önüne gelenle büyüyemez. Kalitenin liderlik ettiği bir biz oluşturulur. Aksi taktirde bizden eser kalmaz. Ancak kan yoluya bize dahil olma durumu da var işte. O zaman, doğal hakkıyla bizden olana bizin gücüyle bir yer bulunur. Bir yere oturtulur. Zamanla biz, benlerden oluşamayacak kadar büyür. O zaman hakiki biz ya da çekirdek bizler oluşur. Süreçler baştan başlar. 

Böyle anlatınca fazla soyut ve kafa karıştırıcı oldu. Biraz daha somutlaştırayım. Bilmemnereli bir adam, dini öncekilerden biraz daha farklı yorumlar ve zamanla mürit toplar. Ortaya BİLMEMNE tarikatı çıkar. Tarikat büyür, mevki sahibi insanları etkilemeye başlar. Bok İşleri Bakanı dahi bu tarikatın mürididir. Bakanlığını yol arkadaşlarından insanlarla doldurur. Yüksek mevkilerdeki müsteşarlar hep BİLEMENE tarikatı mensubudur. Yükselmek isteyenler bunu görür, gider şeyhe bağlanır. Zaman geçer, bakanlığın kaynağı tarikat mensuplarını besleyemez hale gelir. Nicelik artmıştır. O zaman şeyhine bağlı biri BİLMEMNE tarikati içinde yeni bir yorumla ortaya çıkar. Hala tarikata bağlıdır ama ufak bir görüş ayrılı vardır. Karşıtı hemen ortaya çıkar. Ufak bir görüş ayrılığından iki kol türer. Bkanlık BİLEMEMNE tarikatı, BİLİRİM koluna mensup kişilere kalır. Bu kol genişler, Çiş İşleri Bakanlığı'nda yuvalanır. Tabii ki atamalarda öncelik BİLİRİM koluna mensup kişilerdedir. Ancak nicelik yetmediğinde, atama dışarıdan değil, tarikatın diğer kolundan yapılır. Bu aşamalarda gerçekten liyakat sahibi olanların neredeyse tamamı dışlanır. zıpçıktılık edense en iyi ihtimalle sürgün yer. İşten çıkarıldığı hatta öldürüldüğü durumlarda mevcuttur. 

Ara bir bilgi vereyim. Bugün FETÖ diye andığımız yapı, Nakşibendi Tarikatı'nın, Nurcular Kolu'nun, Feytullahçılar Kolu'dur. 2007-2014 arasında bu tarikata mensup olamayanlara neler çektirildiğini, devlet gücü kullanılarak neler çektirildiğini hatırlayın. Bizden'nin, Daha Bizdeni'nin, Daha da Bizden'i olanlar neler yapabildiler. 

Olaya sadece dini tarikat sorunu olarak bakarsanız, hiç bakmayandan daha çok yanılırsınız. Masonlar farklı mıdır? Düşünce dernekleri, bilim cemiyetleri, terör örgütleri farklı mıdır? Her biri farklı ülkülerle yola çıkar, farklı gelişimler gösterir, farklı kurum ve alanlarda örgütlenir ancak sonunda hepsi aynı bokun, aynı renginin, farklı tonları haline gelirler. İstisnasız her biri kendi ticaretini, kendi sermayesini yaratır.

Aslında kankacılığın en dar hali aile, en geniş hali insanlığın kendisidir. Gerçi oraya, insanlığın ortak noktasına daha tam varamadık, millet de diyebiliriz en geniş haline. Etkinin bu sırayla artmasını beklersin ama ara form olan örgütsel kankacılık öyle bir yapıdadır ki, bazen ailenin önüne geçer. İç savaş halini alan durumlarda cidden kardeş kardeşi vurur. Ülkü birliğinden, inanç birliğinden, çıkar birliğinden doğan bu yapılar öyle bir hal alır ki, doğal yapıyı bile paramparça eder, ailenden önce gelirler. 

İnsan aşık olduğu kişinin siyasal görüşünü sorgular mı? Buna kapmlaşma etkisi falan diyen de oluyor da alakası yok. Sorun kişinin karşı taraftan olması değil, benim tarafımdan olmaması. Zira apolitik (bugünlerde kaldıysa onlardan) biri de bu süzgeçten geçemiyor. Bitaraf olurken bertaraf oluyor.

Olay sadece kollama, arka çıkma, bireysel ilişkilere hastalıklı saplantılarla şekil verme değil.

Bu görüşüm neredeyse hiç karşılık bulmadığı için yazıp yazmamakta kararsızım aslında. Yalanım yok, çok oturmadı bu fikir. Ancak doğruluğundan şüphe duysam da, hislerim bu yönde. Televizyonu açın, ünlü birilerini göreceksiniz. Klasmanında en öne çıkan sunucular, oyuncular, şarkıcılar.. Başarılı oldukları kafamıza kakılan insanlar... Her biri ya kendisi, ya da yakın bir aile ferdi kankacı bir yapıya ya sıkı sıkı ya da gevşek bağlarla bağlı. Eğer destekleyeniniz yoksa, sanat, gösteri, edebiyat vb. dünyalarda bir yere gelebilmeniz çok zor.

Her köşe başı bu yapılarca tutulmuş gibi geliyor bazen. 

İstanbul Yaş Sebze Meyve Hali Siirli olmayan komisyonculara kucak açmıyor. Mardinli olmayan midyeci yok. Gümbet gece hayatı, eroin ticareti, Karadenizli müteahhitler, eşcinsel modacılar... Belli kollara hakim belli bölge insanları. Ortada gözle görülür bir örgütlenme yok ama doğal olmayan bir şeyler olduğu da ortada.

Dünyayı yöneten gizli örgütleri düşünmekte kullandığımız enerjiyi iş kollarında neden bazı memleketler ön plana çıkar sorusunu düşünmeye harcasak bir arpa boyu yol alabiliriz. Dünün dünyasında bunun bir anlamı vardı. Usta çırak ilişkisi, ustanın çırağını kendisinden olandan seçmesi... İş kolu tekele alınırdı. Bugün bu tekellerin temeli ne? On kişi birleşip İstiklal Caddesinde midye satma işine girin, anlarsınız. 

İster Fetö ol, ister P2 Mason Locası, sonun gelir. Bazen çok kanlı gelir. Vaka-i Hayriye' ya da Yahudi Soykırımı* gibi... Ortadan kalkma nedeni asla verdiği zarar olmaz. Yerini almak isteyen başka bir yapının kurbanı olursun. Asıl kurbanlarsa yeni gelenin kurbanları olmaya devam ederler. 

Tüm bu kankacılıktan kurtulmadan dünya hayatında  huzur bulamayız. Bunu yapmak için hepimiz zıpçıktı olmalıyız. O sınıf başkanına haksızlık yapıyorsun diyen arkadaşımızın arkasında durmalıyız. Öğretmen ne ceza verirse versin, haktan dönmemeli, en önemlisi haksızlığı kanıksamamalıyız. Bizimizin tek temeli adalet olmalı. Hukuk değil, adalet. Tek bir torpilli arama, tek bir adam kayıran anlaşma... Tüm toplumun dengesini sarsacak suç olarak görülmeli ve merhametsizce, belki de gaddarca cezalandırılmalı. Ölümden, işkenceden bahsetmiyorum. Toplumdan soyutlamak, ifşa etmek yeterince gaddarca olacaktır.

*Geobbles antisemitizmde en önde koşan parti üyesiydi. Erken dönem propagandaları Hitler'e bile aşırı gelmiştir. Yahudi karşıtlığının temelindeyse yazar olmak istemesi vardı. Kitapları basılmıyordu, bu yüzden yayıncılık sektörünü elinde tuttuğuna inandığı Yahudilere düşman oldu. Partiye katılma nedeni de buydu. 

ek: Aslında yazı bitti de, ekleme yapmak istediğim bir şey var. Herkes Kuran'ın ilk emrinin oku olduğunu öğrendi. Okumuşların alayını gavur sayan, okumanın gavurlaştırdığını iddia eden yobaz amcamız bile yeri gelince -öhöm tabii ilk emir okumak ama ne okumak?- gibi bir saçmalama çekebiliyor artık. Peki, Kuran'ın olmasa da, peygamberin son emri ne? Okuyacak her çeşit şey var tabii, neyi okuyacağın net belirtilmemiş ya, herkes bir şekilde uyabiliyor. Peki Veda Hutbesi'nin teması ne? Ne istiyor peygamber son olarak? Neye geri dönmeyin diyor ve ümmeti cenazesini kaldırmadan son emre nanik çekiyor? 

13 Nisan 2018 Cuma

Lakırtıdan öte, Zırvadan beri

“Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır.” 

Çıplak gözleriyle gökyüzündeki yıldızlara bakan ilk insanlar da, yörüngeye yerleştirdikleri uzay teleskoplarıyla evreni inceleyen bilim adamları da aynı sonuca vardılar. Evrenin günleri sayılıydı. Belki bizim anladığımız anlamda günler, yıllar, yüzyıllar sonra değil ama yeterince uzun bir zaman geçtikten sonra evrenimiz de ışık olmayacak. 

Evrenin sonunun nasıl geleceğiyle ilgili farklı teoriler var. Çekim kuvveti tüm maddeyi tek bir kara delikte toplayabilir. Genişleme hızı artarak büyük yırtığı meydana getirir ve molekülleri bir arada tutan bağlar kopabilir. Ya da genişleme hızlanmasa da, sonsuza kadar devam ederek en yakın ışık kaynağını bile görünemeyecek kadar uzaklara taşıyabilir. Nasıl olacağını kesin olarak bilemiyoruz ama sonun devamında ne olacağını biliyoruz. 

Karanlık. 


Bunu aklınızda tutun, evrenin sonundaki gibi olamasa da, biz de yazımızın sonunda karanlığa döneceğiz. 

Çok uzak gelecekten, yakın geçmişe dönelim. İki bin dört yüz yıl önce, Yunan filozof Platon Mağara Alegorisi’ni ortaya atmıştır. Örneğine göre bazı insanlar bir mağarada zincirli haldedirler. Görüş alanları duvarların ötesine kapalıdır. Mağaranın girişinden içeriye ışık süzülür, duvarlarda gölgeler dans eder. Zincirli insanlar gördükleri gölge oyunlarını gerçeklik sanmaktadırlar. Günün birinde, duvar izleyenlerden biri zincirlerini kırar ve mağaranın dışına çıkar. Farklı bir gerçeklikle karşılaşır. Önceden bildiğini yalanlayan bir gerçeklik. Mağaraya döner, arkadaşlarına gördüklerinden, gerçeklerden bahseder. Kimse inanmaz ona. Kimse duvardaki gölge oyunlardan öte bir gerçeklik olduğuna inanmaz. 

Platon bu örnekten yola çıkarak iki faklı dünya olduğunu, bedenin nesneler dünyasına, zihninse bunun ötesine ait olduğunu açıklamaya çalışır ama bizim için gerçekliğin sorgulanabilmesi açısından bu örnek yeterlidir. 

Biz çevreyi nasıl algılarız? Dokunarak, koklayarak, işiterek, tadarak ve görerek. Evet duyularımızdan bahsediyorum. Beş duyu organından beyine giden sinyaller bizim gerçeklik algılımız oluşturur. 

Peki duyularımıza ne kadar güvenebiliriz?

Bir televizyon programında görmüştüm, gözleri bağlanmış yarışmacılar önlerindeki nesnelere dokunarak, dokunduklarının ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyorlardı. Fare ölüsünü, yumuşak güzel bir pelüş oyuncaktan ayırmak gerçekten zor olurdu. Sadece duyarak dijital kayıtla, gerçek kuş sesini ayırt edebileceğini iddia eden var mı? Peki, yiyecekler dışında tadını alarak nesneleri tanımlayan biri var mı? Aramızda eğitimli bir tazı olmadığına göre koklayarak çevresini tanımlayacak  kimsenin olmadığını var sayıyorum. 

Geriye kaldı, görme duyumuz. Gözlerimizi diğer duyu organlarının toplamından bile daha fazla kullanıyoruz. Dilimize de yansınmıştır bu. “Görmeden inanmam” deriz. Bir kuşun fotoğrafıyla, kuşun kendisini karıştırmayız. Ya da ölü bir fareyi pelüş oyuncak olarak algılamayız. İnsanları birbirinden ayırt etmede koklamadan çok daha fazla işe yarar. Demek istediğimi anladınız. Evet, görme duyumuzun yanıldığı durumlar da vardır. Bazı ilizyonlar, kandırmaya yönelik hazırlanmış tuzaklar... Günlük hayatta bize bir şey ifade etmeyen algı oyunlarından ötesi değillerdir.

Görme, kesinlikle en güvenilir duyumuzdur. Bu yüzden en büyük yanılgımızın kaynağı olmaya adaydır. Buraya da tekrar döneceğiz ama şimdi çok daha somut bir örneği incelemenin zamanı geldi. 

Tarihin en ünlü bestecilerinden biri, Ludwig von Beethoven’dır. Kendisi müzikle ilgili olmayanlarca sağır olmasıyla bilinir. 


İşitme engeli doğuştan değildi. Otuzlu yaşlarının başında başladı ve görece ağır ilerledi. Beethoven işitme duyusunu  kaybederken, müziğine devam ediyordu. Zirve noktası sayılan 9. Senfoni’ye başladığında bizim bildiğimiz anlamıyla tamamen sağırdı. Bizim bildiğimiz anlamda diyorum çünkü dişlerinin arasına aldığı metal bir alet sayesinde enstrümandan gelen titreşimleri hissedip, bir anlamda çıkan sesi duyabiliyordu. Beethoven sağırdı ama çevresine sağırdı. Kendisine değil. 

9. Senfoni’nin muhteşemliği yılların deneyiminden mi kaynaklanıyordu yoksa sağırlıktan mı? Bu sorunun kesin bir cevabını veremeyiz. Zaten mühim de değil. Bu sorunun soruluyor olabilmesi bile bizi bir noktaya getirmek için yeterli. Az önce soyut olarak anlatmaya çalıştığımız, “duyulara güvenemeyiz” önermesinin tarihe geçmiş bir örneği gibidir Beethoven. 

“Sağır” olarak tanımladığımız birinin tarihin en önemli bestelerinden birine imza atması, en az Platon’un Mağara Alegorisi kadar gerçekliğimizi sarsacak bir olaydır. Zaten sanat tam olarak bu değil mi? Zihinsel dünyadan, fiziksel dünyaya düşen bir parça. Bazen meteor kadar sert ve yıkıcı, bazen kar tanesi gibi yumuşak ve örtücü. 

Bir hikaye okumuştum, olay Antik Yunan Medeniyeti’nde, belki de biraz daha öncesinde geçiyordu. Şehrin hakiminin kızı, sıradan bir askere aşık olmuş. Ayın en parlak halini aldığı gecelerde, şehrin dışında bir tepede buluşur, aşklarını yaşarlarmış. Zaman geçmiş, savaş gelmiş. Askerlerin yola çıkmasından önceki gece, ayın en parlak olduğu geceymiş. Kız buluşmaya elinde katranla gelmiş. Askerin ay ışığıyla kayaya vuran gölgesini elindeki katranla kaplamış, bir nevi gölgeyi boyamış. Askerin gelemeyeceği gecelerde, bu boyalı kayaya bakarak askeri orada hissedebilecekmiş. Gerçekliği kırmak için, boyamayla yapılmış bir araç. Bildiğimiz anlamıyla, ilk resim. 

Saray ahalisi kızın gölgeye aşkını görmüş, onu daha gerçekçi kılabilmek için, gölgesi kayaya aynı şekilde vuracak bir heyken dilmişler. Gerçekliği daha da kırmak için araç daha. Bildiğimiz anlamıyla heykelcilik. 

Hikayede anlatıların yaşanmış olması pek muhtemel değil. Böyle anlatınca gerçekmiş gibi oluyor değil mi? Edebiyatın gerçeği kırmak için kullanımı?

Gerçekliği kırmak dediğimiz, bir başka gerçekliğin iz düşümü olamaz mı? Evrenimizin sonunun ne zaman ve nasıl geleceğini bilmediğimizi yazının başında bahsettim. Aynı şey başlangıç için de geçerli. Büyük patlamadan önce ne vardı? Mutlak tekillik mi? Peki ondan önce? Zaman ileri doğru olduğu kadar, geriye doğru da sonsuzdur. 

Sonu olmayanın, başlangıcı da yoktur. 

Belki bildiğimiz evrenden önce, defalarca farklı evren deneyimleri yaşandı. Gerçeklik de her deneyimde değişti. İz düşümü dediğimiz, farklı evrenlerin gerçekliğidir. Belki de, hali hazırda var olan paralel evrenlerden düşen parçalar? Konuyu daha da karmaşıklaştırmaya, gelişmiş fiziğin diliyle konuşmaya gerek yok. Söylemek istediklerimi anlamışsınızdır.

Gerçek olduğundan emin olmaya en yakın olduğumuz şey karanlıktır. Başladığımız yere döndük, karanlığa… Peki mutlak karanlığı nerede aramalıyız. Bir ağma ışığı algılayamaz. Bu yüzden onun için her şeyin karanlık olduğunu varsayabiliriz. Beethoven’ın duyamayacağını varsaydığımızda yanıldığımız gibi yanılırız. 

Ters giden tıbbı müdahale sonrası görme yetisini kaybeden bir İngiliz, hayatta en fazla görmek istediği şeyin karanlık olduğunu söylemiş. Yanlış anlamadınız. Hastanın raporuna göre bildiğimiz anlamıyla ışığı algılaması imkansız. Yine de kendisi karanlıkta olmadığını, devamlı dans eden renklerin gözünün önünden gitmediğini söylüyor. Renkler devinim içinde birbirlerine dönüşüyor, şekiller oluşturup dağılıyor, Tekrar farklı bir hikayeyle var olmaya başlıyorlar. 

Bunu siz de yapabilirsiniz. Yorgan altına girip gözlerinizi sıkı sıkı kapatın. Işığın can vermediği renkler gözünüzün önünde dans etmeye başlayacaklar. 

Gerçekliği tanımlamak için en güvenilir duyumuzun görmek olduğundan bahsetmiştik. Bunun en büyük yanılgımız olabileceğinden de. Işığın olmadığı, duyunun çalışmadığı yerde, mağaranın duvarını görüyor olabilir miyiz? 

1969 yılında, kırk yıllık görme engelinin ardından yapılan operasyonla gözleri açılan Maksut Aydoğdu “hayallerimde insanlar, dünya daha güzeldi. Gördüklerimi beğenmedim” demiş. Kendi gerçekliğinden ortak olana düşmek gibi…

Ludwig von Beethoven “bize sağır” olarak bestelenmiş en güzel eserlerden birine imza attı. Peki, gözleri bize kör olan birinin yapacağı resim? Diğer duyu organlarının yardımını kullanarak yapılan, bizim gerçekliğimizin taklidi olacak bir eserden bahsetmiyorum. Kendi gördüklerini resmedebilmesinden bahsediyorum. Başka kimsenin bilmediği, hepimize yabancı, gerçekliğe bizim hiç olamayacağımız kadar yakın. Işığın değil, karanlığın kalbinden çıkan renkler. Hepimizi içine çekecek, etkisini hücrelerimize zerk edecek bir eser. 

Bir gün yapılabilir mi?