30 Nisan 2015 Perşembe

İsmail Şişman

Malum sosyal ağ daha yeni yeni popüler olurken hakkında en çok söylenen cümleyi hatırlıyor musun? 

Yıllar sonra ilk okul arkadaşlarımı buldum. 

Hepiniz buldunuz o arkadaşları, gruplar kurdunuz, etkinlikler planladınız. Yıllar sonra buluştunuz, yıllar öncesini konuştunuz. Hatırlanan herkes oradaydı. Hatırlanan her anı anlatıldı. Hemen hemen her anı. Kimse İsmail'i hatırlamadı. 

İsmail Şişman.

Soy adına tezat olarak, incecikti. Soy adı uzun olsaydı, gene değişen bir şey olmayacaktı. En kısa ikinci öğrenci bile İsmail'den bir kafa kadar uzundu. Okula başladığında  "seneye de giyer" denilerek alınan önlük, beşinci sınıfa geçtiğinde ancak üzerine tam oturuyordu. İsmail Şişman'ı hatırlıyor musunuz? 

Burak? 

O maçı hatırlıyor musun? Hayır hayır, kağıtlardan yaptığınız toplar ya da gazoz şişesi kapakları ile her ders arası, sınıfta oynadığınız maçlardan biri değil. Beden eğitimi dersinde, gerçek bir top ile bahçede oynadığınız bir maç. İsmail'in sizinle birlikte oynadığı ilk ve son maçtı. 

Dördüncü sınıfın son günleriydi. Çoğu öğrenci çoktan tatile girmiş, devamsızlık haklarını kullanıyorlardı. Adam eksik olduğu için mecburen İsmail'den oynamasını istemiştiniz. Takımları sen kurmuştun. Zayıf diye karşıya vermiştin onu. O ise sana cevap verir gibi iki gol atmıştı. O sevindikçe nasıl kinlendiğini hatırlıyor musun? İntikam alır gibi yaptığın sert müdahaleyi? Ayakları yerden kesilmiş, dizlerinin üzerine düşmüştü. Attığı çığlığı da mı hatırlamıyorsun? Nasıl ağladığını? 

Ağlamasını hatırladın değil mi? Bebek diye dalga geçmeye başlamıştın. Birazcık canı acıdı diye ağlıyordu. "Futbol erkek oyunu erkek" demiştin. Üstü başı toz içinde kalmış, pantolonunun diz kısmı yırtılmıştı. İki dizi birden kanıyordu. Sessizce üzerini temizlerken, annem çok üzülecek diye düşünüyordu. Birazda buna ağlıyordu zaten. Eve gittiğinde senin ondan dilemediğin özrü o annesinden diledi. Göz yaşları bir kez daha ıslattı yüzünü. Annesi sıkı sıkı sarıldı İsmail'ine, o da ağladı. 

Yeşim? 

Okulun gider borularının patladığı o günü hatırlıyor musun? Beşinci sınıfın ilk günleriydi. Her taraf bok kokuyordu. Sıcak eylül günü kokuyu dayanılmaz kılmıştı. Okul yönetimi, önce tüm öğrencileri bahçede  toplamıştı. Sonra da evlere çocuklarını almaları için velileri çağırmıştı. Annen en son gelen velilerden olduğu için okul bahçesinde son kalanlardan biri de sendin. Biri de İsmail. Havayı kokluyordu, hatırlıyor musun? Okula biraz daha yaklaşıp, biraz daha kokluyordu. Bok kokusunu içine çekmek ister gibiydi. Nasıl iğrenmiştin ondan hatırladın değil mi? 

O da kokudan iğreniyordu ama buna dayanmaya çalışıyordu. Ne kadar dayanırsa o kadar iyiydi. Ne kadar alışırsa o kadar iyiydi. Eğer bu kokuya dayanırsa, annesi onu öptüğünde iğrenmezdi belki. Çünkü son günlerde annesinin ağzı da çok kötü kokuyordu. Annesi onu öptüğünde İsmail'in midesi bulanıyordu. İğrendiği her halinden belli olunca, annesi onu öpmeyi bırakmıştı. İsmail, bok kokan o okula yürürken aklında annesini öpebilmek vardı. Eğer bu bok kokusuna dayanabilirse, annesinin ağzından gelen o çürük kokusuna hayli hayli dayanırdı. 

Ece? 

Sınıfın en çalışkan öğrencisiydin sen. Öğretmeniniz her soru sorduğunda parmağını havaya kaldıran ilk sen olurdun. Senin bile bilemediğin o soruyu İsmail cevaplamıştı. Hatırlıyor musun? Ne çalışkanlardan biriydi, ne de tembellerden. Derslerde hiç öne çıkmayan, ödevlerini tam yapan o çocuğu hatırlıyor musun? Dersin konusu hastalıklardı. Mikropları, bakterileri öğrenmiştiniz. Öğretmeniniz "mikropların neden olmadığı hastalık nedir" diye sormuştu. Hiç bir fikrin yoktu. Olamazdı da zaten. Sınıftaki diğer çalışkan öğrencilerden biri mutlaka cevabı bilecek diye üzülmüştün. Oysa cevabı bilen İsmail'di. Parmağını bile kaldırmadan, "kanser" diye mırıldanmıştı. Öğretmeniz en ön sıradan gelen mırıltıyı duyup, kim dedi onu diye sormuştu. İsmail o zaman kaldırmıştı parmağını havaya. Bu sefer mırıltı ile değil ama gene o kadar kısık bir ses ile "kanser" demişti. Aferini de almıştı. Senin ya da çalışkanlar grubundan başka birinin bilemediği bu soruyu İsmail'in nasıl bildiğini merak etmiştin ama hiç sormamıştın ona. 

Annesinden biliyordu. Annesinin midesini yok eden, kadını her gün biraz daha güçten düşüren o hastalığı biliyordu. Nedeninin mikroplar olmadığını biliyordu. Tedavisinin çok zor olduğunu. Çaresinin dert kadar acı olduğunu. Radyoterapiyi, kemoterapiyi ve pahalı ilaçları. Kanser yüzünden annesinin halsizleştiğini, ağzının koktuğunu, saçlarının döküldüğünü... Kanserin annesini her gece ağlattığını biliyordu. Babasını banyoda gizli gizli ağlattığını da biliyordu. En güçlü insanları bile çaresiz bıraktığını biliyordu. Bir gün annesini elinden alacağını. Sen bunları bilmiyordun. O ise kanseri onkoloji uzmanından daha iyi biliyordu. 

Murat? 

Eğitsel kollar dağıtıldığı gün okula gelmemiştin de, seni kütüphanecilik koluna yazmışlardı. Sınıfın ufak kitaplığından her öğrenci bir kitap getirmek şartıyla yararlanabiliyordu. Çoğu öğrenci en fazla bir kitap alıp okumuştu. Sadece biri, neredeyse tüm kitapları almıştı. Sana iş çıkarıyor diye uyuz oluyordun ona. Kitap vermek istemiyordun. O öğrenciyi hatırlıyor musun? Neden bu kadar çok kitap aldığını da, sana neden bu kadar iş çıkardığını da merak ederdin. 

İsmail beşinci sınıftayken sınıf kütüphanesinden bir sürü kitap aldı. Çünkü 98'in kışına girerken evlerindeki televizyon bozulmuştu. Babasının tek maaşı hem evi geçindirip, hem karısının ilaçlarını karşılamaya bile yetmiyordu. Yeni bir televizyonun hayalini bile kuramazlardı. Var olanı tamir ettirmeye bile paraları yoktu. Annesi yataktan çıkamaz olmuştu o günlerde. Tek başına tuvalete bile gidemiyordu. Konuşmaya bile mecali olmadığı oluyordu. Ama dinleyebiliyordu. İsmail okuldan dönünce, annesini o gün olan her şeyi en ince detayı ile anlatsa da, sonunda anlatacakları bitiyordu. Ayrıca bir şeyler anlatmak annesinin soru sormasına, soru sorması konuşmasına, konuşması da canının yanmasına neden oluyordu. Kitaplar o zaman geldi İsmail'in aklına. Eğer annesine kitap okursa, hem annesi soru sormak zorunda kalmaz, hem de yatağında yatarken sıkılmazdı. Bir kaç yıl önce annesi ona masal anlatırdı, şimdi ise o annesine kitap okuyordu. Kadın uyuya kalınca sessizce kitap okumaya devam ediyordu İsmail. Çoğu kitabı bir kere değil, bir kaç kere okumuştu bu yüzden. 

Bunları hatırlıyor musunuz? Bir çok olay vardı böyle. Hepinizin hayatına ucundan da olsa dokunmuştu İsmail. Ahmet? Günlük harçlığını az bulur şikayet ederdin de, İsmail'in harçlığını duyunca şikayet etmeyi kesmiştin. Gülsüm? Yediğin cipsten bir tane isterken çok utanmıştı İsmail, sen de buna çok şaşırmıştın. Hakkı? İsmail senden bir kafa kısa diye en kısa diye ona cüce derdin. Bunları hatırlamıyor musunuz? İsmail'i hatırlamıyor musunuz? 

Serap? Sınıfın altın örgülü kızı. En güzel kızı, sen de mi hatırlamıyorsun onu? O bal rengi örgülerinden birini yakalayıp çektiği, canını acıttığı günü de mi hatırlamıyorsun? O günün İsmail'in okuldaki son günü olduğunu da mı hatırlamıyorsun. 

Aslında İsmail'in o ufacık kalbinin annesinden kalan parçası sana aitti. Annesi öldükten sonra yanına gidip "başın sağ olsun" demiştin. Ne yapacağını bilememişti. Beş yıldır ilk defa konuşmuştun onunla. Oysa o gizli gizli seni izlerdi. Uyumadan önce seninle arkadaş olduğunu hayal ederdi. O gün sen onla konuşunca, annesinin öldüğünü bile unutmuştu bir an. Bildiği tek cevabı verdi sana. "Dostlar sağ olsun" dedi. Geri döndün gittin. Hem çok kısa sürdü konuşmanız, hem de sonsuza kadar sürdü. 

Eve gittiğinde annesinin yokluğunu bir daha hissetti. Aşık olmuştu, mutluydu ama anlatacak bir annesi yoktu artık. Dizi kanayınca onunla ağlayacak, öpebilmek için her şeye dayanabileceği, kitaplar okutarak uyutacağı... Yok işte. Artık bir sen vardın. Annesi yoktu, ev cehennemdi. Sen vardın, okul cennetti. 

Doğum gününde sana aldıkları 48 renkli pastel boyaları hatırlıyor musun? Resim dersinde tüm sınıf etrafına toplanmıştı. Her isteyenle paylaşıyordun boyalarını. Senin boyaların senin arkadaşların. Yanında olmayan sadece oydu. Yanına gelmeye o kadar korkuyordu ki. Sen ışıktın. Işığa dokunabilir miydi? Dokunuyordu işte diğerleri. Onun elemanı olmadığı insanlar kümesi. İsmail'in cennetinin yasak meyvesini yiyenler. 

Sen de ne kadar mutluydun. Hatırlıyor musun Serap? Tüm ilgi senin üzerindeydi. İsmail'in sana doğru geldiğini bile görmedin. Aşağıya doğru sertçe çekene kadar bal rengi örgülerinden birini yakaladığını bile fark etmedin. Tüm gücüyle asıldı İsmail. Canın ne kadar yanmıştı? Hatırlıyor musun? 

Öğretmeniniz daha ne olduğunu anlamadan, sınıftan kaçıp gitmişti İsmail. Öğretmeniniz de onun ardından fırlamıştı. Ağlıyordun. Çok mu yanmıştı canın Serap? Az önce boyalarını kullanan arkadaşların hala yanındaydı. Burak sana ağlayan bebek demedi. En yakın arkadaşın Ece seni tuvalete, yüzünü yıkamaya götürmüştü. 

O sırada öğretmeninizde İsmail'i yakalamıştı. Hemen bir tokat yapıştırmıştı yüzüne. Gerek yoktu aslında çünkü İsmail zaten ağlıyordu. Canı zaten yanıyordu. Aşkta erkek oyunu mu be Burak? Aşkta da ağlamak yasak mı? Öğretmeniniz ne olduğunu bile anlamıyordu. Çocuk, yani İsmail konuşmuyor, sadece sessizce ağlıyordu. Sınıfa gelip senden özür dilemesi istenince kaçmaya çalışıyordu. Çareyi babasını çağırmakta buldular. Müdürün odasında, hiç bir soruya cevap vermeden sessizce ağladı babası gelene kadar. Canı yanıyordu. Bir daha okula gelmedi. 

Sonra ne oldu ben de bilmiyorum. Bildiğim şey altın bukleli Serap'ım, İsmail'in canı o gün senden daha çok yandı. İsmail'in pek çok şeye yanmıştı ama hiç biri buna benzemiyordu. Bilerek ya da bilmeyerek fark etmez, onun canını yakmıştın. Senin de canın yansın istedi. Onun ki gibi yanmayacak olsa da, senin de canın biraz yansın istedi. Çaresizce çekti saçını, bir an sonra pişman olmuştu bile. 

Benim İsmail ile ilgili bildiklerim, hatırladıklarım bu kadar? Siz İsmail'inizi hatırlıyor musunuz? 

29 Nisan 2015 Çarşamba

Nereye gidiyor bu gençlik?

Telefon çalınca "bu şimdi neden arıyor" acaba diye düşünmüştüm. Aslında arayan çok yakın arkadaşım, doğduğumdan beri falan tanıyorum adamı. Beni genelde yazın arar bu adam, ben de onu yazın ararım. Yazlıktan arkadaş olduğumuz için sadece yazın görüşmek gibi gizli bir prensibimiz var. 

"Akşam Gaga konseri var, gelir misin?" diye soruyor. Kendisi organizasyon işlerinde. Alakam olmayan etkinliklere beni davet edip, istediklerime etmeme gibi de çok güzel bir özelliği var. "Yok la ne işim var" diye teşekkür ettim bu ilgisine. Telefonu kapatınca, "la aslında gitse miydim?" diye geçti aklımdan. Sonra konserin görüntülerini, daha doğrusu konsere gidenlerin görüntülerini görünce "be ne amk, iyi ki gitmemişim" dedim. 

Tabii ki "nereye gidiyor bu gençlik" demedim. Yüz yıllardır sorulur o soru. Kuşak çatışması 20.yy'da çıkmadı. Hem zaten çatışacak kadar da kuşak yok o gençler ile aramda. Hatta görüntü olarak pek çoğundan gencim. Ayrıca her kuşakta böyle deliler olur. Şu fotoğrafta gördüğünüzü içten içe kınadım evet ama gidip kafasını patlatmak da istemedim. 

Az önce (evet bu saatte) bir arkadaş ile konuşuyordum. Şebnem Ferah konseri ile ilgili bir anımı anlattım. 16 yaşımda çılgın bir gençtim (evet geri zekalıydım) Rock'n Coke festivaline gitmişim o dönem ki en yakın arkadaşımla birlikte. (evet o da geri zekalıydı) Bunun nereden olduğunu bilemdiğim bir grup arkadaşı ile takılıyoruz. Sarışın bir kız vardı. (evet geri zekalıydı) Neden hatırlamıyorum, ben bunun çadırına girmiştim (Evet, cidden hatırlamıyorum) Bu arkadaş iki günlük festivale bir bavul eşya ile gelmiş. Eşyalarda biri de kısacık bir etek. Artık ne oldu, nasıl oldu hiç hatırlamıyorum, o eteği ben giymiştim. Kıçımdaki dondan daha kısa bir etek. Peki mallık bitti mi? Biter mi? Bitmez (Hürrem sesiyle, bitmeeğğzzz) Etek giymem yetmemiş gibi, arkadaşların omuza çıkıp "Şebneeeğğğğm, Şebneğğğğm diye bağrınmıştım şarkı arasında. Artık kadın beni mi gördü, yoksa denk mi geldi bilmem "arkadaşlar beni sevdiğinizi biliyorum, ben de sizi seviyorum ama saçmalamayın" gibisinden bir şeyler demişti. 

Yani kınadığım bu adam ile aramdaki tek fark o dönemler herkesin elinde bir ayfon olmaması olabilir. Şimdi içinizden ya da dışınızdan "ay rezil herif, geri zekalı" falan dediğinizi duyar gibiyim. Demeyin. Kendi gençliğinizi düşünün. Böyle olmasa da hepimiz o yaşlarda über saçmaladık. Eğer saçmalamadıysanız üzülürüm. Saçmalamaya azami hoş görü gösterilen o yaşlarda saçmalamak gerekliydi. Giydiğim kısa eteğin hayatıma hiç bir olumsuz katkısı olmadı. Kimse hatırlamıyordur bile. Ama bana anlatacak anı oldu. 

Bir de yaşlandıkça "nereye gidiyor bu gençler" demeyin. İspanyol paça pantolon giymiş, saçları Tarık Akan gibi yapmış, koca koca altın kolyeler takan babanızın söylemesi kadar saçma olacak. 

(Bu tangalı abimizi de hatırlasak bile sokakta görsek tanımayız.)

25 Nisan 2015 Cumartesi

Geç Kalan

"Bir büyücü asla geç kalmaz Forodo Bagins. Erken de gelmez. O tam gelmesi gerektiği zaman da gelir." Tabii ben Gandalf olmadığım için ara sıra erken gelebilirim ama asla geç kalmam. Kalmazdım yani. 

Uçağın, otobüsün vaktini kaçıran insanlar benim için en  az Gandalf kadar fantastikler. Saat belli, gidilecek yok belli, çoğu zaman ortalama hız belli iken nasıl olur da geç kalıyor bu insanlar diye çok düşünmüşümdür. Eğer saydığım faktörleri bilmiyorsan, tahmininden erken çıkarsın yola. E kimseyi erken geldi diye cezalandırmıyorlar. Otogarda, hava alanında oturur bir yere kitap, gazete, dergi falan okursun eğer erken gittiysen. 

Bir kaç yıl önce, kuzenim uçağını kaçırdığını söylediğinde çok gülmüştüm. Evde kendi kendine oturup bir şeyler ile uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamamış, uçağı kaçırmış. Neyle dalga geçtiysem başıma gelir. Bu konu da istisna olmadı. Bir kaç ay sonra ben de uçağımı kaçırdım.

Kız arkadaşımı ziyaret için Fransa topraklarına gitmiştim. Paris'in biraz kuzeyinde Amiens diye bir şehir var. ( İsme gel, Am-iyens Am-yiyens yani Am-yiyenler) Benim biletler haliyle Paris-İstanbul. Giderken sorun olmadı, kız arkadaşım geldi beni Paris'ten aldı. Dönerken o benimle Paris'e gelmedi. Ben de "bulurum yaa yolumu, ne olabilir ki?" kafasıyla çıktım yola. Tedbirli insan olduğum için, hesaplarıma göre olmam gerekenden iki saat kadar önce hava limanında oluyordum. 

Neyse efenim, Gare du Nord diye bir istasyondan, Orly hava alanına gitmem gerekiyordu. Ne olabilir ki? Bir kaç kişiye yolu sormak için yanaştım, kimse bir tarafına takmadı. Her biri az sonra dünyayı kurtaracağı için aceleyle işlerine güçlerine yetişiyorlardı. Geç kalmamak önemli tabii. Ben çabalarken, yaşını başını almış siyahi bir amcam yanıma yanaştı. Onda İngilizce, bende Fransızca olmadığı için derdimi beden dili ile anlattım. "Orly"  dedim, maymun maymun hareketler ile hava limanı, uçak tarifi yaptım. Artık Orly diyen ağzımı mı anlamadı, yoksa maymun maymun hareketlerimi ırkçılık mı sandı bilemem, beni başka bir hava alanına yolladı. 

Bindim Trene gidiyorum. Gidiyorum da, hafiften de kıllanıyorum. Son durakta uçak işareti var ve Charles de Gaulle gibi bir şey yazıyor. Ne olabilir ki? Fransızca okuya bilen arkadaşlar ünlü Fransız generali ve devlet adamı "Şarl de Gol"ün adını tanımışlardır. Bu isimde bir hava olduğunu bilenler, benim yanlış yöne gittiğimin farkında olabilirler. Ben ne adı okuyabildim, ne yanlış yere gittiğimi anlayabildim. Yol biraz uzun gelince azcık kıllandım tabii de, "ya geldiğimde yarime kavuşmanın heyecanı ile farkına varmamışımdır ben" diye düşündüm.

Varmam gerekenden iki saat önce varmıştım ama yanlış hava limanına. Fransız yardım severliği sayesinde bunu fark etmem biraz zaman aldı tabii. Gene de doğru hava limanına varma şansım vardı. Tabii çok kıymetli Avrupalılar o gün işleri yavaşlatma grevi yapmasalardı. Tren her durakta on dakika falan bekleyince kaçırdım tabii uçağı. 

Şimdi düşününce fena mı oldu? Yoo, çünkü beni bırakmak için Paris'e gelmeyen sevgilim, biraz da benim istememle sabahlamak için Paris'e geldi. Hava limanında sabahlamış olduk. Daha doğrusu ben sabaha kar oturdum, o da benim yanımda uyudu. Eğer ilişki devam etseydi torunlarımıza anlatacağımız bir anı olurdu. Gerçi torunum olursa ben gene anlatırım bu anıyı. 

Tabii şimdi böyle yazıyorum da, o zaman ben "senin yüzüğğğğndeğğğğnn" diye çok suçladım kızı. Yeri, dili bilmeyen insan tek başına gönderilir mi? 

Daha da başıma gelmez sanıyordum ki, bu yazıyı yazmama vesile olan bir şeyi fark ettim. Yengem. Abimin karısı, pek pek çok çok ama çooooook değerli yeğenimin anası. Ara sıra biz bununla beraber köye gidiyoruz. Daha doğrusu köye gitmeye çalışıyoruz. Şimdiye kadar beş altı kere denedik, hiç birinde otobüse saatinde yetişemedik. Bu geç kalmaları da işaret olarak göremediğimizden olsa gerek, beraber Kıbrıs'a gitmeye kalktık. Lan köye gidemiyoruz, Kıbrıs'a nasıl gidelim ama değil mi? 

Aslında o zaten gidecekti, bebek var diye benim de gitmem gerekti. Bileti ondan sonra aldım, tam yarım saat öncesine. Neyse, beraber gideriz hava alanına dedik. Normalde ben hava alanına metro ile giden insanım. Gene öyle yapacaktım ama annem "bebeği metroya mı bindirecen, tutun taksi gidin, kızdırmayın beni hülloooğğğğ" çekince mecbur kabul ettim. Bizim buradan hava alanı yarım saat falan sürüyor normalde. Tabii yengemle benim yola çıkmamız "normal" olanı "anormal" yapmaya yetecek bir lanet. Trafik daha evin önünde sıkıştı, benim uçak kaçınca açıldı. 

Fena mı oldu? Yok. Çünkü pek pek  çok çok ve çooook değerli yeğenimin uçağa bine bilmesi için babasından noter onaylı bir belge mi ne gerekliymiş. Ben uçağı kaçırmasam ben gideceğim, yeğen geride kalacaktı. Durduk yere Kıbrıs'a gitmiş olacaktım. Daha beteri, durduk yere uçağa binmiş olacaktım. (uçak fobim yok. benim durum başka) 

Sonuç olarak bir daha yengem ile bire yere gitmemeye yemin ettim. En azından evden beraber çıkmamaya. Nereye gidilecekse orada buluşmaya. Sonuçları ne kadar hayırlı olsa da, hayırsız da olsa, bir şeylere yetişememek benim en büyük fobim galiba. 

Not: 25.04.2015 sabah saatlerinde motorundan ateşler çıkmaya başlayınca gerisin geriye acil iniş yapan uçağın arızasının nedeni ben olabilirim. Kem gözlerim ile bunu başarmış olabilirim. O derece nefret ediyorum bir şeyleri kaçırmaktan.

18 Nisan 2015 Cumartesi

Deney

Deneyimizin konusu, bebeklerin müzik türlerine verdiği tepki. Sizin de evde kolaylıkla yapabileceğiniz bir deney. Tek ihtiyacınız, biraz bor, biraz sur, biraz nitrogliserin falan. Şaka tabii. Tek değişkenli bu deney için ihtiyacınız olan şeyler, bir yaşın altında bir bebek ve youtube.  

Hazırlık aşaması. 

Geldi gene amca denen amaçsız
1-Bebek anne tarafından emzirilir, karnı doyurulur. 

2-Faturası ödenmiş cep telefonundan "youtube" açılır. 

Deney. 

1- Önce "klasik müzik" eserleri dinletilir. Bebeğin tepkiler gözlemlenir. 

Bebeğin gözleri açıldı. Önce "ne oluyor lan burada" bakışları ile deneyi gerçekleştiren amcaya dik dik bakıldı. Sonra gözleri tavana dikerek "derin derin bir şeyleri çok çok düşünüyorum" pozlarına girildi. Yüz kaslarında  belli belirsiz kasılmalar gözlemlendi. Sonra klasik müziğe ait olmayan bir notada, yüksek bir ses duyuldu. Sesin kaynağı telefon değil, sevimli bebeğimizdi. Bebek klasik müziğe sıçtı. 

2- Avrupa Klasik Müziğinden, Türk Klasik Müziğine geçildi. (Bildiğiniz Mehter Takımı) Müzikteki keskin geçişe bebeğin ilk tepkisi, tepkisizlik oldu. Zamanla yeni müziğe uyum göstermeye başladı. Evde yankılanan koca koca adam seslerine korku benzeri tepkiler gözlemlenmedi. Bunun yerine kaşlarının olması gereken yerlerdeki kaslar yukarı doğru kalkarak iki hilal şekli meydana getirdiler. Alt dudağı bükülerek üçüncü hilali tamamladı. Bebek kasılmaya, kızarmaya başladı. Bayrak için rengini uydurduğu sanılsa da, mehtere ait olmayan bir ses çıkararak asıl amacını belli etti. Bebek mehterin de içine sıçtı. 

3- Üçüncü ve son aşamada, bebeğe Trakya Oyun Havaları dinletildi. İlk notaları duyduğunda gene tepkisiz kalması beklenen bebek, zurnanın ilk deliğinden gelen sesle birlikte harekete geçti. Önce kollarının anlamsızca sallamaya başladı. Sonra ayakları ile tepinme benzeri tepkiler verdi. Yüzünde "lan amca olacak dallama, ilk defa adam gibi bir şeyler açtın, ses ver ses" tepkileri belirdi. Müziğin bitimiyle sakinleşen bebek, "gene açsana" diyemediği suratı ile isteğini belli etti. Farklı farklı Trakya müziklerine boğulan bebek kankası gelin olmuş kızlar gibi dur durak olmadan dans etmeye çalışarak babaya mesaj gönderdi. Bu arada Trakya müziğine de farklı notalarda katkıda bulunmayı ihmal etmedi. 

Deney için ayrılan müzikler sona erdiğinde, denek bebeğin ısrarı ile benzer şarkı ve türküler ile deneye devam edildi. Sıra Kibariye'den "Kara Gözlü Çingenem"e geldiğinde deney kontrolden çıktı. Deneyi gerçekleştiren amca (ki kendisinin köyde katıldığı düğünlerde tek faaliyeti bir köşede alkol tüketmektir.) denek bebeği, bebeğin babasının kollarına vererek kalkıp oynamaya başladı. Henüz bir aylık olan bebekten bile daha saçma figürler ile oynadığını fark edince bilmem kaçıncı kez dans etmeye tövbe etti. Telefonunun çekiçle kırdıktan sonra koşarak deney mekanını terk etti. 

Sonuçlar. 

1 Trakya havaları beşikten mezara oynatır. 

2- Oynamasını bilemeyen oynamasın arkadaş. 

3- Karnı doyan bebek müzik farkı gözetmeksizin bezini doldurabiliyor. 

Not: Yapılan bu hiç gizli olmayan deneyi bilimsel bulmayanlar açıp yarım saat şu parçayı dinlesinler. 

12 Nisan 2015 Pazar

Çünkü ben hep belgesel...

Televizyonda  haber bültenlerini izleyip insanlıktan yeteri kadar nefret etmeyi başardıysanız, tebrik ederim. Artık belgesel dünyasına dalıp hayvan aleminden de nefret etmenin vakti gelmiştir. "Dünya dönmüyor, dönseydi havada duran uçak Çin'ne giderdi" diyen yobazdan mideniz mi bulandı? "Uzay aslında boş değil, bir sürü atom altı parçacık ile dolu. Sadece dün aklıma gelen bir teori bu ama durum bu" diyen bilimci kankamıza bir göz atma vaktiniz geldi. Türkiye'de yaşanan acımasız cinayetler yüzünden utanç içinde misiniz? Bir de ABD'ye bakma vakti. Sürekli RTE'ye mi maruz kalıyorsunuz. Belgesel dünyasında Hitler var. 

Belgeselciler için tarihin %90'ı İkinci Dünya Savaşı. Savaşın %90'ı Naziler, Nazilerin %90'ı da Adolf Hitler. Ya bu adam kazara savaşı kazansaydı  hakkında bu kadar belgeseli yapılmazdı. Nazilerin karanlık dünyasından tutun, Hitler'in donunun rengine kadar her şeyin belgeseli yapılmış. En son Hitler'in iktidarsız olduğunu söyleyen bir tanesine denk geldim. Adam "batılılar beni ele geçirirse kafese koyar maymun gibi sergilerler" gibi bir şey demişti. Belki cesedi sergileyemediler ama bu yaptıkları da pek farklı değil. He bu kadar belgesel yaptılar, farklı bir şey dediler mi? Yok. Şöyle karizmaydı, böyle başa geldi, bla bla ve Yahudileri kesti. Lan bir kere de sadece söz arasında değil, dolu dolu cümleler ile ÇİNGENELERE DE SOY KIRIM YAPTI deyin be. Dünyanın her yerinde olsalar da paraları ve lobileri olmadığı için... neyse yaa, başka yazıya anlatırım ben bunu size.

Tarih'in geri kalan konuları da biraz Roma, biraz Orta Çağ'da ibaret. Bu zamanlardan da pek popüler konular ayıklanmış. Gladyatörler, engizisyon falan gibi. Pek çok sinema filminde daha fazla "geçerli bilgi kırıntısı" bulmanız mümkün. Hele BBC bir kaç serisinde kendine tarih yazmış desem yeri. Örneğin son izlediğim BBC belgeselinde Atilla'yı ve Cengiz Han'ı bir kombin yapmışlar, Hun İmparatoru diye kakalıyorlardı. Konudan uzak olsam belki yerdim de, bu konuda olmadı. Yedirdiklerine de geleceğiz.



Belgesellerin en popüler konusu tabii ki vahşi doğa belgeselleri. Büyük kediler de bu şovların yıldızları. Çok fazla izlerseniz, erkek aslanlara inat feminist olabilirsiniz. Benim bile isyan edesim, yeter bu dişi aslanların çilesi diyesim geldi. Erkek aslan olacak koca götlüler avlanmaz, dişileri avlanır. Bunlar tüm gün Serengeti güneşinden korundukları bir ağaç gölgesinde göt büyütürler. (bknz: aslan yattığı yerden belli olur) Dişiler yakaladıkları avı getirdiğin zaman da, bu hırbolar afiyetle sıcak eti mideye indirirler. En sosyal kediler aslanlar olsa da, dişi aslanlar arasında henüz feminist akımlar gelişememiş. Örgütlü mücadele olmayınca hepsi erkek aslanın boyunduruğunda yaşamaya mahkum kalmışlar. Köle gibi çalıştırdığı yetmezmiş gibi, kafasına göre dişilerin erkek yavrularını, ergenliklerine gelince "kovdum ula köyden seni" diye yoluyor.

Tabii doğanın en pis erkekleri aslanlar değil. Yok, yok hemen kendi cinsimiz aklınıza gelmesin. Doğada bizden beter erkekler var. En beter erkekler deniz ayılarında. Tecavüz deseniz bunlarda, cinayet deseniz bunlarda. Ya çiftleştikleri eşlerinin yarısını falan ezerek öldürüyorlar. Ayrıca dönemi geldiğinde durmadan çiftleşiyorlar. Çoluk çocuk dinlemeden tuttuğunu hallediyor. Tavşan falan hikaye, bu ayılar hiç durmadan... Bildiğiniz pornografik yayına çeviriyorlar belgeseli. Proje çocuk yetiştireceğim ayaklarına çocuklara belgesel falan izletmeyin, bu ayılara denk gelirse yetiştirdiğiniz çocuk katliam projesi olabilir.

Sadece erkek hayvanlarda sorun varmış gibi oldu da, tabii ki öyle değil. Çocuklarını yiyen analar mı istersiniz, çiftleştiği erkeğinin tüm enerjisini sömüren mi? Garibim kara dulun adı çıkmış, insanlar bir onu biliyor da, eşini yiyen kadınlar say say bitmez. Böceği de yiyor, kuşu da, memelisi de. Çır çır böceğinin dişisi dır dır böceği mesela. O da erkek düşmanı. Medealar sarmış dört bir yanımızı.

Vahşi doğanın yeterince vahşi olması yetmezmiş gibi belgeselciler de buna destek vermeye devam ediyorlar tabii. Ya ben hiç Hayvan pornosu izlememiştim, taaa ki belgesellere sarana kadar. Üç belgeselden birinde mutlaka "şehvetine yenik düşen hayvan" teması işleniyor. Hayır bunlar bizim gibi 7/24 olaya hazır hayvanlar da değiller. Belirli zamanları var çiftleşmek için. Belgeseller de ise sürekli icraat halindeler maşallah. Porno yayına kayan bir de "suç belgeselleri" kanalı var. Ona da birazdan geleceğim.

Peki bu hayvanlı belgesellerden hiç mi bir şey öğrenmedim. Hiç mi bir hayvanı sevmedim. Sevdim elbet. Hayvanlar aleminin serserisine kaptırdım gönlümü. Ne aslanlar, ne kurtlar, ne filler, ne gergedanlar. Hiç biri, bir bal porsuğu etmez arkadaşlarım. Ya bir hayvan düşünün ki, damlasından azı sizi anında öldürecek yılan zehirlerine bağışıklı olsun. Arı sokmalarını hissetmesin. Aslanları osuruğu ile yola getirsin. Tüm bunları yaparken de "cool" görünümünden bir parça kaybetmesin. Karizmasına karizma katsın. Hani şu sokak başlarını bekleyen gençlerimiz var ya, işte onlar maymunla değil, bal porsuğu ile aynı atadan geliyorlar. Bu kadar umursamaz, bu kadar boş vermiş olup hayatta kalmanın başka bir açıklaması olamaz. Yazı bitince bir kaç porsuk videosu izleyin. Anlatılmaz izlenir hayvanlar gerçekten.

Kıssadan da hisse alalım hemen. Arkadaşlar, biz bir sürü kanun, kural falan ile yaşamaya çalışıyoruz da, doğada gerçekten tek bir kural işliyor. Güçlü olan güçsüzü yiyor. İnsan dediğimiz de evrimde bir kaç basamak yukarıda olan bir memeli sadece. Fazla kasmayalım. Ne kural koyarsak koyalım, doğanın bu kanunu işleyecek gibi.



Gelelim cinayetlere. Daha doğrusu suç belgesellerine. Geceleri en fazla izlediğim bunlar oluyor. Genel olarak sevişiyorlar. Sonra da biri birini öldürüyor. Olay bu yani. Eğer zenginlerse, kadın adamı öldürüyor. Orta halliler ise, adam kadını.

Ya Doğu Asya'dan gelin satın almayı ben şaka sanıyordum mesela. Sen belki hiç duymadın böyle bir şey. Ciddi ciddi gazete ilanı ile gelin alıyor orta direk şişko Amerikalı abilerimiz. Sonra kadın adamdan kurtulmaya çalışırken, ahan da namus cinayeti. Sırf bu konu üzerine program var.

Dediğim gibi, hemen hemen her cinayetten önce bir kaç sevişme var. Bir bilinç altı mesajı olarak sevişirsen katil ya da ceset olursun demeye mi çalışıyorlardır nedir. Bir de, canlandırmada tüm adamlar sikspek, kadınlar mermer karın oluyor. Sonra Gerçek Kesit tadında röportajlar devreye giriyor. Aaaaa az önce mermer karınlı ablanın canlandırdığı kadın bildiğimiz erik modelmiş. Ya canlandırmalarda herkes çok güzel, gerçekler ise bambaşka.

Tabii ki sadece cinayet belgeseli yok. Dolandırıcılık, teşhircilik, garip saplantıları olan insanlar gibi belgeseller de var. Tabii ki bu programlarda da insanlar sevişiyor. Bizde yan kesici göt cebinden cüzdan aşırır ya, bunlar da doğrudan götü aşırıyor. Tam "aha bu sefer kimse sevişmeyecek sanıyorum, ana konu ile alakasız birileri sevişiyor. Ya benim 3 ay bedava erotik kanal paketim vardı. Yemin ederim bir kere açma gereksinimi duymadım. Bu suç kanallarında ki ve hayvan kanallarındaki cinsellik yetti de arttı bile.

Çocuklarınıza bu belgesel kanalını da izletmeyin dememe gerek yok herhalde. Gerçi, siz de izlemeyin bence. Geçenlerde 13 yaşında bir kız çocuğu ile internette kandırdıktan sonra onu kaçırıp 3gün boyunca bodrumunda zincirleyen bir sayko vardı. Seks kölesi yaptım seni falan diye eylemlerinden daha sinir bozucu konuşuyordu.  Adam yakalandı, 12 yıl falan gibi bir ceza aldı. bu saçmalıklar bir biz de olmuyor yani.



Ve en sevdiklerime geldik. Bilim belgeselleri. Önce uzaylı olanlardan başlayalım. Bir hafta içinde, Venüs meteoroloji kuruluna atanacak kadar bilgi sahibi olmanız mümkün. Nerede asit yağmuru var, 400 derece üzerinde nasıl bir canlı hayatta kalabilir falan. Galileo artık sizin için tarihi bir şahsiyet değil, Jüpiter uydularında gezinen bir araç haline gelir. Gök gürledi, fırtına oldu, insanlar şikayet mi ediyor? Güneş fırtınalarından bahsedip ortamın içine edebilirsiniz. Zaten sizin için Güneş artık hayatın ve enerjinin kaynağı değil, sivilceli bir ergen olabilir. Sürekli lekeleri patlıyor. Dünya'ya manyetik fırtınalar yolluyor falan. Aklın mı karışıyor? Dur daha bu ne ki?

Şimdi şu hadron çarpıştıran alet var ya, aslında o yok. Yaaa, bildiğiniz belgeselci uydurması o. Yoksa yıllardır farklı farklı bir sürü deney yapılan ve bir tane bile pratik sonuca ulaşamayan alete milyarlarca dolar yatırıldığına mı inanıyorsunuz. Ben 17 yaşımdaydım, bunlar Higgs arıyordu. Geldim 26 yaşıma, hala arıyorlar. Tüm sonuçlar teorik. Teorik Higgs yetmedi, daha bir sürü atom altı parçacık çıkardılar başımıza. Pek tabii hepsi teorik. Bu gerçek olabilir mi yaa?

Bir de, cidden anlamak istediğimden başka bir şeyle ilgilenmeden tam odaklanarak izliyorum bu tür belgeselleri. Başlarda her şey kolay oluyor. Fizikçi profesörlerimiz tane tane "bak bu böyle, bu da böyle" diye anlatmaya başlıyorlar. Anlar gibi oluyorum. Sonra bir başkası çıkıyor, "yok amk öyle değil o" diyor. Aklım karışmaya başlıyor. Sonra üçüncü gelip tek kelime bile yaşayan dilleri kullanmadan bir şeyler anlatıyor. Orada kopuyorum. "Gereksiz tevazu aptallıktır" derler. Ben ki internet kafede çeşit çeşit oyun oynayarak birincilikle üniversite kazanmış adamım. (bitiremem çok farklı konu) Yani zeki biriyim. Şıp diye anlarım. Bu belgeselleri izlerken bildiğiniz salya akıtan geri zekalılara dönüyorum. Bir yerden sonra tek kelime anlamıyorum. (lisede fiziğim 4'tü benim. Bakmayın sözel alan seçtiğime, o takıntılı olmamdan kaynaklıydı.)

Fizik profesörleri hakkında da bir çift lafım var. Ya seri katil tipleri var, ya seksi profesör. Ortası yok. Sana bana benzeyenini görmedim daha. Katil tipliler röportajları çalışma mekanlarında yapıyorlar. Diğer seksi şeyler ise spor yaparken poz verip röportaj yapıyorlar. Bu ikinci türden kuşkulanıyorum arkadaş. Sen hem  atom altı parçacık ile uğraş, hem manken gibi fizik sahibi ol. Nasıl oluyor bu iş? (Zamanı verimli kullanmak diyenin ağzına vururum. Yok vurmam, zaman aslında yok diye kafasını ütülerim. Boşuna izlemiyorum ben bu belgeselleri.)

Fizik falan tam anlamasam da, aslında her şey teorik de olsa, kendi içinde tutarlı ve mantıklı şeyler. Bilim de en az Suudi şeyhler kadar saçmalaya biliyor. Geçen şu belgeselde zombiler gerçek  olabilir mi diye bölüm yaptılar. Çeşitli virüslerin, mantarların ve parazitlerin evrimleşmesi ile mümkün olabilirmiş.  Ya sen yayınlanırken efsane olan bir kaç belgesel serisinden birisin, neden böyle şeyler yapıyorsun? Sen deyince korkuyorum ben. (Bunu çoluğa çocuğa izletin isterseniz. Gerçi hiç bir şey anlamaz. Siz izleyin en iyisi)

Bilim belgesellerinde en tırt olanlar, tabii ki "hepimiz ölebiliriz" temalı olanlar. Yukarı da zombi saldırısı diyen bölüm bile bunlardan daha mantıklıydı. Konuları şöyle oluyor "ya dünyadaki tüm volkanlar aynı anda patlarsa? ya dünya kendi etrafında dönmeyi bırakırsa, ya güneş sönerse? ya eşek oğlan doğurursa?" Doksanlı yıllarda asparagas gazeteler vardı. Sakallı bebekler doğar, ahan da kıyamet alameti, öleceğiz derlerdi. Aha bunlar da o kafada. Tek farkları dini değil, bilimi alet ediyorlar reytinge. Dünyadan kaçma planları sunuyorlar diyeyim, siz anlayın gerisini.

Bir de tabii ki gerçek felaketlerin belgeselleri var. Depremler, kasırgalar, hortumlar, seller vb. Bunlara bir kulp bulamayacağım. Pek çoğu, çok çok çok emek isteyen zor yapımlar. İbreti buradan alalım, doğa karşısında karıncalar kadar çaresiz yaratıklarız.

Geldik sonuncu  türe. Hayat belgeselleri. Bazen bir şehri, bazen bir hayatı anlatırlar. Bazen kafa açıcı programlar yaparlar, bazen kafa yediren sihirbazlık numaraları gösterirler. Genel olarak izlenebilir programlar. Özellikle biz bu konuda, şehir falan tanıtma da yani iyiyiz. İz Tv'yi canı gönülden destekliyorum. Ödenekleri artsa ülkenin reklamı olacak kadar iyi işler yaparlar. Bir de, NetGeo'da akıl oyunları diye bir program var, onu çok beğeniyorum. İnside Turkish Airlines'ı nedense bir göz atıyorum.

Bitirmeden, iki kanala sitemimi ileteyim. Belki bir mucize olur da duyarlar sesimi.

Ey Histori Çenıl, Allah senin de, kamyoncularının da, modern rehincilerinin de, amerikan koleksiyoncularının da belasını versin. Adınız batsın, iki yakanız bir araya gelmesin. Evlerinize ateşler değil, Vezüv Yanardağı'nın volkanları yağsın inşallah. Ulan hep aynı hep aynı programlar. Bu ne? Adam mı s.kiyorsunuz siz? Adam gibi belgeseller yayınlayın amk.

Eyyy BBC, birader sizin merkez kutuplar da falan mı? Ya şu penguenleri, fokları, özellikle de kutup ayılarını bir rahat bırakın yaaa. Az biraz sıcak iklimlere inin. Tamam tarih konusunda olmayınca kaliteli iş yapıyorsunuz ama konuyu genişletin be. Hep kutuplardasınız? Tapusunu mu aldınız nedir? O garip garip kabilelerde bir ay falan yaşayan adama ağırlık verin. Öpüyorum.