26 Eylül 2014 Cuma

Ayrılık Notu

Bitti.

Senden ayrılıyorum. Yıllar süren birlikteliğimizin sonuna geldik. Artık sana ait olmak istemiyorum. Korkuyor muyum? Biraz korkuyorum. Yokluğun beni farklı biri yapacak. Biliyorum, senden ayrılır ayrılmaz zaman yavaşlayacak, dakikaları değil saniyeleri sayar olacağım.

Ama yokluğundan keyif almayı öğreneceğim. Bir süre sonra, keyif alacak kadar bile yokluğunu hissetmeyeceğim. Senden ayrılmanın ne kadar kolay olduğunu fark ettiğimde dünyalar benim olacak. Asla geri dönmeyeceğim. Ara sıra aklımı kurcalayacaksın, birileri seni hatırlatacak. Günaha davet gibi, tüm çekiciliğinle geleceksin üzerime. En üzgün anlarımda, en mutlu anlarımda, sıkıldığımda, çoştuğumda... Hep bir şekilde kendini anımsatacaksın bana. Sinsi sinsi, sana gelmemi bekleyeceksin. Çok beklersin. Az önce bitti bu iş.

Arkadaşlığın da senin olsun, yoldaşlığın da. En acısı seni dost bilmemdi. Her anımda yanımda olmanı istememdi. Nasılda kandırdın beni yıllarca. Şimdi seni hayatıma soktuğuma o kadar pişmanım ki. Biliyorum, dışarıda senin için can atan binler, yüz binler hatta milyonlar var. Anam babam bile hala senin o büyülü yalanına inanıyorlar. Keşke seni benim gördüğüm gibi görebilseler.

Beyazın senin olsun, kırmızın senin olsun. Sen yandıkça ben bittiyordum. Şimdi ben yanmadan seni bitiriyorum. Güle güle küçük dostum. Yolun açık da olmasın. Dost kalınabilecek bir ayrılık değil bu. 11 yılımı zehir ettin. Hiç bir faydanı görmedim be. ,Ağzımda bıraktığın katran tadı bok tadından beter olsa gerek. Etrafıma verdiğin rahatsızlık, yüksek çıkan sesimden beter olsa gerek. Neler kaçırdım sana gelmek için. Ne acılar çektim tek bir nefes için.

Yok, böyle devam edemez. Bırakıyorum seni. Siktir git lan. İçmeyeceğim artık. Kışt kışt cinler kışt kışt, yallah cinler yallah.

Faydası yok, zararı çok bu zıkkımı bunca yıl kullandıysam bir çeşit aşk olmalı bu. Başka bir açıklaması yok yani. Bıraktım amk. İçmiyorum.

25 Eylül 2014 Perşembe

Anka

Fon müziği olarak Ümit Besen'den Nikah masasını çalabilirsiniz ama hikaye o kadar naif olmayacak.

Tombul bacaklı küçük bir kızken bile bu günün hayalini kurardım. Birazdan, gelin odası adı verilen bu bekleme odasından çıkacağız ve kırmızı halının üzerinde yürüyeceğiz. Bizi birbirimize bir ömür bağlayacak imzaları atacağımız masaya yürüyeceğiz. O masaya oturacağız, nikah memurunun sorusuna "tüm kalbimle evet" diye cevap vereceğiz. İmzaları atacağız ve yeni bir hikayeye birlikte başlayacağız.

Gelin odasında otururken, heyecandan terlemeye başlayan ellerimi sıkı sıkı tutuyor. Gözleri ile gözlerimi okşuyor. "Sakin ol" diyor, "hiç bir sorun çıkmayacak. Ne şimdi, ne de bundan sonraki hayatımızda. Dünyanın bize sunabileceği tüm kötü sürprizlere engel olacağım. Hiç bir şey bize zarar veremeyecek." ;Ellerini ellerimden çekip kafamı tutuyor. Kendisine çekip sıkıca alnımdan öpüyor. Saçlarımı kokluyor, derin derin içine çekerek kokluyor. Vücudunu öne eğip sarılıyor bana. Boynuma öpücükler konduruyor. Ben de aynı karşılığı veriyorum. Geri çekilip tekrar gözlerime bakıyor. Sıcacık gülümsüyor. Hava ısıyı iletiyor, sıcacık bir başka gülümseme de benim dudaklarıma yayılıyor. Gelinliğimin duvağını kapatıyor. Kendi gözlerini de kapatıyor. Sımsıkı yumuyor onları. "Ne yapıyorsun" diye soruyorum, "hayallerimi gözden geçiriyorum" diyor. "Birazdan gerçekleşecek hayallerimi"

Merve kapıyı açıp içeri daldığında bizi sessiz sessiz birbirimizi izlerken buluyor. İçeri girmiş olmasına rağmen kapıyı tıklatıyor, sonra da kapatıyor. "Heyecan var mı heyecan?" diye soruyor. Mert "Sende olduğu kadar yok galiba" diyor gülerek. Üçümüzde gülüyoruz. Merve istese de yüzündeki gülücüğü silemez zaten. "Ayyyy kızzzzıııııımmmm, evleniyorsunuz yaaa" diyor. Kikirdeyerek, büyük adımlarla yanıma geliyor. Elleri kapalı olan duvağıma gidiyor. Bir an  duraksıyor. "Offf çok heyecanlıyım, neredeyse duvağı açacaktım." diyor. Mert'e dönerek  "senin yerinde gözüm olduğunu biliyorsun zaten" diyor. "Eğer gelin de isterse ben hakkımdan feragat ederim." diyor Mert gülümseyerek. "Asla, bugün senle bir evleneyim, Merve'ye sonra sıra gelir" diyorum. "Üfff çok tatlısınız yaaa" diyor Merve. Sesinde kıskançlık yok ama büyük bir imrenme var. Benim için gerçekten mutlu. Bir süre bizi izliyor. Sonra önemli bir şeyi unuttuğunu hatırlayan birinin paniğiyle "ay, beş dakikaya hazır olun demeye geldim ne yapıyorum" diyor. Duvağımın üzerinden beni öpmeye yelteniyor, sonra yaptığının ne kadar saçma olduğunu fark edip geri çekiliyor. Geldiği kadar büyük adımlar ile gidiyor. "Umarım gerdek odasına da girmeye kalkışmaz" diyor Mert şakacı sesiyle. "Umarım" diye karşılık veriyorum kahkahayla birlikte çıkan sesimle.

Beş dakika sonra, çalan orkestranın melodisi eşliğinde kırmızı halının üzerinde yürüyoruz. Halının iki tarafına küller serilmiş durumda. Her adım attığımızda iki metre önümüzde küllerin içine gizlenmiş boru hattının deliklerinden alev fışkırıyor. Gelinliğin alev alma talihsizliğini engellemek için daha önce bu yürüyüşün provasını yapmıştık. Buna rağmen alevlere alıştığımı söylemem. Yukarı doğru çıkan her alev topu heyecandan ateş basmış suratımda patlıyor sanki. Düğünü planlarken Mert'in istediği tek ayrıntı bu alevli oyundu. "Aşkımızın alevini herkes görsün istiyorum" dedi.

Tüm davetliler ayağa kalkmış, gelen gelin ve damadı alkışlıyorlar. En önde annem ve ablam duruyor. Göz yaşlarını tutamıyorlar. Bir an "keşke babamda bunu görebilseydi" diye geçiriyorum aklımdan. Hemen uzaklaştırıyorum onu aklımdan. Bu gece üzücü hiç bir şey gelmeyecek bu akla. Mert'in engelleyemeyeceği kötü şeyleri ben engelleyeceğim. Kolunda yürüdüğüm Mert aklıma geleni sezmiş gibi bir an duraksıyor sanki. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım zaman, onun benim gibi davetlilere değil, yolun kenarına serpilmiş küllere baktığını görüyorum. Gülümsemesi hala dudaklarında ama sanki donmuş gibi. Sadece bir an sürüyor bu yakalanma. Yürümeye devam ediyor, davetlilere gülümsüyor. Bir kaç arkadaşına kafası ile hafif selamlar veriyor. Nedenini anlamadığım bir anlık korkum farkına bile varmadan dağılıyor. Deli gibi alkış tutan arkadaşlarımı görüyorum. Başı tabii ki Merve çekiyor. Allah'ım bular benim en mutlu anlarım. Mutluluktan delirmek istiyorum. O kadar mutlu ve heyecanlıyım ki! Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Her şeyi görüyorum sanki ama zaman kavramı bazen yok oluyor. Çok mu hızlı geçiyor zaman?

İki yıl önce öldürdüm kendimi.

Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Odada oraya buraya uçan sineğin kanat hareketlerini yakalayabiliyorum sanki. Akrep yelkovan kadar, yelkovan saniye çubuğu kadar hızlı dönüyor. Resim atölyemin ortasında bağdaş kurmuş oturuyorum. Ben sağı solu yıkmadan önce de pek derli toplu bir yer değildi burası. Şimdi ise bir istifçi sığınağına benziyor. 


Kullanılmayan eşyalara çöp deriz. Ben kendimi öldürdükten sonra, tüm tuvaller, boyalar, kalemler ve fırçalar çöp olacaklar. 


Yakmalıyım belki burayı. İçinde ben varken yakmalıyım. Bütün semti yakmaya yetecek kadar tiner var elimde. Bitmiş, bitmemiş, asla bitmeyecek tablolarıma dökmeliyim tineri. Yüreğimde yanan ateş ile tutuşturmalıyım her şeyi. Sadece atölyeyi değil, mahalleyi şehri, dünyayı belki de tüm kainatı tutuşturmalıyım. Ateş almalı her şeyi. Kül etmeli. Ancak bundan sonra tekrar doğabiliriz. 


Hayır, ne kainat, ne dünya, ne mahalle, ne ben ne de o hak ediyor yeniden doğmayı. Hayır, ateşi hak etmiyoruz. Ateş ile temizlenmeyi hak etmiyoruz. 


Sormamız gereken soru kendimizi neden öldürdüğümüz değil. neden yaşamaya devam ettiğimizdir. Canlı olmanın doğası, ölmektir. Aslında her an, hayatta kalmayı seçiyoruz. Doğal olan ölümün kendisidir. Kaçınılmaz olanı ertelemek için artık bir neden görmüyorum. 


Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Ayağa kalkmaya çalışıyorum. Ben farkında olsam da, olmasam da zaman geçiyor. Kan toplanmış bacaklarımın üzerinde doğrulmaya zorlanıyorum. Parçalanmış tuvallerden birini elime alıp kazığa zımbalanmış çarşafını sıyırıyorum. Sonra bir başka çarşafı, bir başkasını daha. Bir birlerine bantlıyorum onları. Kafamı içine alabilecek kadar çarşafı birleştiriyorum. Üzerinde boya olan çarşaflar. Sentetik, hava geçirmeyecek boyalar. Bir poşet gibi geçiriyorum kafama. Boynuma bantlıyorum. Boya kokusu içeride kalan azıcık hava ile ciğerlerime doluyor. Hava bitecek, doğal olan gerçekleşecek. Hayatta kalmaya programlı bedenim aklıma ihanet ediyor, meditasyon nefesine geçiş yapıyor. Sadece süreyi uzatacak beyhude bir çaba bu. Zavallıca, yaşamın kendisi kadar zavallıca! 


Zaman çok çok hızlı ve çok çok yavaş geçiyor. Ölmeyi bekliyorum. Beni bulmasını bekliyorum.


Babam düğünümden 10 yıl önce, ben 16 yaşımdayken intihar etti.

"Yolda yürürken sıkılıp durabilirsin. Bir ipin üzerinde yürüyorsan, sıkılmak aklına bile gelmez." Babamın hayat anlayışı buydu. Borsa simsarlığı yaparak ailesini geçindiriyordu. Seksen öncesinde kaçak kot, sigara ve döviz işi ile uğraşan genç bir adamken girmişti bu yola. "Tahtakale'nin büyüsüne kapılmıştım. O gürültü, sıkışıklık, insanların durmadan bir yere koşturması. Ortada gerçekten görülebilecek hiç bir ürün olmamasına rağmen, tamamen sanal olanı, en görünür gerçekten daha gerçek kılan halleri. O adamlar gerçeğin doğasını çözmüş filozoflar gibiydiler. Gerçek, sadece inandığın, çok inandığın şeydir."

Babam bize bu sözleri söylediği zaman ben sekiz yaşımdaydım, ablam ise on yaşındaydı. Söylediklerini anlayacağımız yaşa gelmemizi bekleyemeyecek kadar heyecanlı biriydi. Annem onun hiç büyümeyecek bir çocuk olduğunu söylerdi. Benim için ise dünyanın en büyümüş adamıydı. Bir kahramandı. Hem çok güçlüydü, hem çok nazik. Beş yaşındaki kızının saç örgüsünün mükemmel olması için mızmızlanmalarına katlanacak kadar sevgi doluydu. Yaz tatillerinin bir bölümünü geçirdikleri otelin havuzunun  kenarında, on iki yaşındaki kızını kendisinden dört yaş büyük iki oğlan ile sigara içerken yakaladığında çıldırmak yerine, bunun neden yanlış olduğunu kızına saatlerce açıklayacak biriydi o. Kızı bir daha asla sigara içmeyecek.

Babam işinde başarılı biriydi. Ekonomi dergilerinde ona "finans uzamanı, borsa büyücüsü, paranın alaylı tanrısı" gibi yakıştırmalar yapılırdı. O ise sadece komisyoncu olduğunu söylerdi. Aylık bir ekonomi dergisindeki röportajında "...kendi param ile borsada bulunsam bundan gram zevk almazdım. Başkasının parasının kontrolü sizde olunca, onun geleceği de sizin kontrolünüz de olur. Ev kirası, kredi kartı borcu, çocuklarının okul taksiti... Yapacağınız tek bir hata, bir aileyi perişan edebilir. Bu perişanlıktan kendi nasibinizi almamanız olanaksızdır. Benim için tek bir aile değil, yüzlerce aile söz konusu. Yüzlerce ailenin geleceği üzerinden para kazanıyorum. Bu, hayata anlam katan bir risktir. Borsa ekranındaki diyagramlara baktığım zaman semboller değil, hayatlar görürüm." diye beyanat vermişti. O kazandığı parayı sadece bir ödül olarak görüyordu. Bu işi yapmasının asıl nedeni para kazanmak değil, onu hayata sıkıca bağlamasıydı. Başka hiç bir işte olamayacağı kadar başarılıydı. Belki de sırf bu yüzden aşıktı işine. Ablamla bana daha küçücük kızlar iken bile, binlerce defa zevk alacağımız işi yapmamızı tembihlerdi. "Para bir şekilde insanın eline geçer, önemli olan hayattan keyif alabilmek" derdi hep.

Gelir durumu bizim kadar iyi olan insanlar ile pek anlaşamadı. Altmışlı yılların varoşlarında doğmuştu o. Ailesinin köyden kente göç eden yüz binlerce aileden hiç bir farkı yoktu. Altı çocuğun en küçüğüydü. Bir ablasını ve bir abisini yetmişlerdeki kardeş kavgasına kurban vermişlerdi. En büyük iki abisi ise babamın tabiriyle "köşe tutanlar"dandı. Kaçakçılık yaptıkları dönemlerde malları getiren bu iki abiydi. Satmak ise babamın işiydi. O dönemlerde kurulan bağlardan asla kopmadı. Yine kendi tabiriyle, çok "sakat adam" tanıyordu. Borsada yükseldikten, ekonomi çevrelerinde saygınlık kazandıktan sonra bile koparmadı o adamlar ile bağlarını. Ama asla onlarla iş yapmadı bir daha. "Bu adamlar beni çok severler. Gücü ise her şeyden çok severler ve para onlar için gücün anahtarıdır. Onların parasını kaybedersem sadece kendi başımı yakmam. Onlarla çalışmamamın ahlaki bir nedeni yok. Sadece ailemi korumak derdindeyim. Eğer anneniz ile evlenmemiş, sizin gibi iki harika kızım olmamış olsaydı, yüzlerce temiz insan ile değil, iki üç tane kirli adamla çalışır  ve çok daha fazla kazanırdım." derdi.

Salonunda kendisini astığı yazlığı iki yıl önce satın almıştı. "Artık yaşlanıyorum, yaz hovardalıkları benim için sona erdi, kök salma vakti geldi." demişti. Henüz otuz sekiz yaşındaydı. Yazlık almak için Gelibolu'nun Saroz kıyılarını tercih etmişti. Daha önce kaldığımız kalabalık otellerden sonra burası onun için sessiz bir cennet gibi olmalıydı. Ablam ve benim içinse sessiz bir mezar gibiydi. En yakın market bile araba ile gidilecek mesafedeydi. Babam daha ilk yılından komşuları ile iyi ilişkiler kurmuştu. Biz ise o kadar şanslı değildik. Etrafımızda bizimle yaşıt hiç insan bulunmuyordu.

İki yıl sonra, hayatımızı değiştiren o yaz ablam liseden arkadaşları ile birlikte tatile gidecek izni alacak yaştaydı. Sadece iki yaş küçük olmama rağmen babam onunla gitmeme  izin vermemişti. Yalnızlıktan gün boyu uzun yürüyüşler yaparken bir kaç kilometre ilerideki sitede yaşıtlarım olduğunu keşfettim. Pek kalabalık bir grup değillerdi ve onlarda birbirleriyle ancak 3 yıldan beri tanışıyorlardı. Aralarından biri benim için uygun yaz aşkı olacak özellikleri taşıyan bir gençti. Hem kendi sitemizde yeterince sıkıldığım için, hem de bu yaz aşkı hoşuma gittiği için zamanımı bu sitede geçirmeye başladım. Geceleri eve dönmekte zorluk yaşadığım zamanlar bu sitede oturan yeni kız arkadaşlarımdan birinde kalmama izin veriliyordu.

Bir gece, yine bu arkadaşlarımdan birinde kalacağımı eve haber verdikten sonra arkadaşlarımla kumsala iniyoruz. Bir kaç bira almış bunları içiyoruz. Yaz aşkım yeni alışmaya başladığı alkole pek dayanıklı biri değil. Ufak dokunuşlarımızı daha büyük dokunuşlara çevirmek için acele etmeye başlıyor. Ben ise daha buna hazır değillim. Bir kaç yıldır taşıdığım memelerime henüz kimse dokunmamıştı. O gece ilk defa bir erkek memelerimi avucuna alıyor. Hem korkuyorum, hem büyük keyif alıyorum. Hata yapıyormuş gibi değil de, acele ediyormuş gibi hissediyorum. Daha ileri gitmek istemesinden korkuyorum. Dudaklarımız, dillerimiz birbirinden hiç ayrılmıyor. Elleri memelerimin üzerinde dolanıyor. Aynı eller bununla yetinmeye niyetli değiller. Önce pantolonumun üzerinden kalçalarımı ellemeye başlıyor. Sonra pantolonun çok dar olan bel bölgesinden ellerini sokmaya çalışıyor. Dar pantolonun onu engellemesini umuyorum. Umudum boş çıkıyor, ellerini popoma ulaştırmayı başarıyor. Kalbim deli gibi atıyor. Ona yavaş ol demek istiyorum ama bir yandan içimden bir şeyler devam etmek istiyor. Pantolonun bel kısmı bileğinin üstünden onu rahatsız ediyor olsa gerek. Daha rahat hareket edebilmek için, belki de daha da ileriye gidebilmek için pantolonumun düğmesini açmak istiyor. İşte o zaman kendimde onu durduracak gücü buluyorum.

Uzun uzun korkmamı, sadece dokunmak istediğini, daha fazla ileri girmeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Bir kere onu durdurduktan sonra cesaretim yerine gelmiş, daha fazlasına izin vermeyeceğim. O heyecan dolu anlar geçtikten sonra daha sağlıklı düşünmeye başlıyorum. Bu çocuğa aşık falan değilim. Sadece bir yaz aşkı ve öpüşüp koklaşmaktan daha ileriye gitmemeli. Bana dokunmasına izin vermem bile çok fazlaydı. Memelerimi popomu ellemişti.

Ben de onu ellemek istemiş miydim? İstemiştim. Daha önce bir erkeğin oyuncağını hiç canlı olarak görmemiştim. Sadece bir kere, okul arkadaşım Merve ile abisinin bilgisayarındaki filmlerde görmüştük. Bir erkekle bir kadının, o sihirli sandığımız birleşmesi aslında ne kadar basitti. Az önce o basitliği mi istedim? Babam ne düşünürdü benim için? Burada kız arkadaşlarım ile zaman geçirdiğimi sanan babam, bir erkeğin memelerimi, popomu ellediğini bilse, benim de onun erkeklik organını ellemek istemiş olduğumu bilse ne derdi?

Ben bunları düşünürken yaz aşkım hala beni ikna etmeye çalışıyor, Bir yandan da boynumdan öpmeye çalışıyor. Tek derdi oynaşmak olan bu çocuktan bir anda tiksiniyorum. Belki de kendime olan tiksintimi ona yansıtıyorum. Hızlıca itiyorum onu ve ayağa fırlıyorum. İç ve dış çamaşırlarımı düzeltip kumları silkeliyorum. Çocuk arkamdan gelmeye, beni durmaya zorlayınca  suratına bir tokat atıyorum. Karşılık vermesinden korktuğum için hızlı hızlı yürümeye başlıyorum. O ise arkamdan küfürler ediyor, Bir daha buraya gelmememi, kimsenin benim gibi bir kaşar ile konuşmayacağını haykırıyor. Diğerleri bu küfürleri duydular mı, duydularsa ne düşündüler hiç umurumda değil. Kumsaldan ayrılıp kendimi yola vurup, eve doğru yürümeye başlıyorum. Yayan olarak bir saatlik yolu yürüyorum. Bir yandan da ağlıyorum. Sinirlerim hiç bu kadar gerilmemişti. Bir an önce eve varmak, yatağıma yatmak ve uyumak istiyorum. Yarın babamla konuşup buradan gitmek istediğimi söyleyeceğim. Eğer yeterince ısrar edersem beni kıramayacağını biliyorum.

Eve vardığımda kendimi verandadaki salıncaklı kanepeye atıyorum. Evin ışıkları yanmadığına göre bizimkiler uyumuş olmalı. Kapı kilitli ve benim açacak anahtarım yok. Salıncaklı kanepemizin örtüsünü kendime yorgan yapıyorum. Yattığım yerden evin içerisine baktığım zaman babamın salonun ortasında dikildiğini görüyorum ya da gördüğümü sanıyorum. Oturur pozisyona geçip bir kere daha bu geceki ufak sevişme maceramdan iz kalmış mı diye üzerimi kontrol ediyorum. Ağzımın ne kadar bira koktuğunu anlamaya çalışıyorum. Kalkıp kapının canını tıklatıyorum. Babam hiç bir tepki vermiyor. Bir daha, daha güçlü vuruyorum, sonra daha güçlü. Zili çalıyorum. Eski model zil zırrrrr diye çalıyor, babam tepki vermiyor. Annem uyanıp alt kata inene ve salonun ışığını açana kadar, babamın neden tepki vermediğini anlamıyorum. İçimde büyüyen korkuyu, her şeyi anlamış olan bilincimi fark edemiyorum.

Zaman çok hızlı ve çok yavaş.

Annem ışığı açtığında babamın kendisini asmış olduğunu fark ediyorum. Çığlık mı atıyorum? Atabiliyor muyum? Gırtlağımın parçalanır gibi olduğunu hissediyorum ama hiç bir ses duymuyorum. Ne ambulansı fark ediyorum, ne bana yapılan sakinleştirici iğneyi. Cenaze boyunca bir zombiden farkım yok. Sanki her şey çok çok dışarıda ve ben sadece başkasının rüyasında izleyici olarak oradayım. İnanmıyorum, inanmak istemiyorum.

Babam yanılıyor, gerçek sadece inandığımız şeyler değildir.

On sekizinci yaş günümden bir gün önce, babam beni çiftlik evimizden İstanbul'a yanına getirtip karşısına dikiyor. Her daim sinek kaydı tıraş olmuş yüzü, her daim olduğu gibi ifadesiz. Gözleri her daim olduğu gibi donuk donuk bakıyor. Üzerinde her daim olduğu gibi gri renkli bir takım elbise var. Tam karşısında "hazır ol" da duran bir er gibiyim. Bir general ile emir subayı arasında, benimle babam arasında olduğundan daha fazla sevgi ve muhabbet vardır. 

Çalışma masasının arkasındaki rahat koltuğunda oturuyor. Ben ise oturabileceğim iki koltuk daha olmasına rağmen ayakta duruyorum. Kendisinin yeterli gördüğü bir süre boyunca ayakta tutuyor beni. Soğuk bakışlarıyla uzun uzun süzüyor. Sonunda, sadece gözleri ile oturmam gereken koltuğu işaret ediyor. Beni buraya çağırmasının bir nedeni olmalı ve artık bunu öğrenebileceğimi düşünüyorum. "Bir kaza gibi görünmeli" diyor yavaşça. Çoğu zaman olduğu gibi konuya ortadan giriyor. Sanki ben başını zaten bilmeliymişim gibi, bilmediğim için salakmışım gibi. "Ne kaza gibi olmalı" diye sormak istemiyorum. Nasıl olsa ne demek istediğini anlamadığımı biliyor. Aslında benimle konuşmuyor bile olmayabilir, belki de sadece sesli düşünmüştür. 


"Yarın yasalar önünde reşit bir birey olacaksın. Tebrik ederim. Arık sorumluluk alma vaktin de geldi. Sen, 'benim varisim'sin ve bundan sonra buna göre yaşayacaksın. Okul arkadaşların ile saçma partiler sona erdi demek oluyor bu. Uygun bir eş bulmak için adayları değerlendirme vakti geldi demek bu. Yasal ve yasal olmayan her işi öğrenme vakti geldi demek bu. Ama önce yapman gerek bir şey var. Bir kaza gibi görünmeli. Kardeşini yarın öldürmelisin. Sonra da şu saçından sakalından kurtulmalısın"


Kardeşimin istenmeyen çocuk olduğunu bana her zaman hatırlatırdı ama bu kadar istenmediğini hiç düşünmemiştim. "Bunu yapmayacağım" diye cevap veriyorum. Sesimi olabildiğince güçlü tutmaya çalışıyorum. Karşımdaki başkası olsa, milyonlara ölüm emri verecek bir lider kadar güçlü bir sesim olabilirdi. Onun karşısında ise buna yaklaşamıyorum bile. 


"Attan düşebilir, av tüfeğini temizlerken tüfek patlayabilir." diye devam ediyor. Az önce ne söylediğimin gerçekten hiç bir önemi yok. İtiraz ederek hiç bir yere varamayacağım ortada. Kardeşim, ne kadar zaman sonra doğduğunun önemi yok, o benim ufak kardeşim. Kendi babası tarafından az önce ölüm fermanı bana verilen kardeşim. 


"Alkol koması" diyorum. Bu sefer sesimi kontrol etmeye çalışmadan söylüyorum bunu. Babamın ki kadar hissiz çıkmasını diliyorum sadece. "Vücudunu sağlam görmek istiyorum. İçinde bir can olmasa bile."


"Gereksiz bir duygusallık bu ama dediğin gibi olsun" diyor. "Yarın yapacaksın bunu. Ertelemek yok. Vazgeçmeye kalkarsan kardeşin sadece bir kaç gün ve senin elinden gelecek olandan çok daha acılı bir ölüm kazanır." Bir süre duraksıyor. Sanki tereddüt ediyor. Onu ilk defa bir konuda tereddüt eder görüyorum. "Bunu anlamalısın" diye devam ediyor. Çok ufak bir yorgunluk mu var sesin de? Acı mı hissetti? Bunun imkansız olduğunu bilsem de, bir an acı hissetti sanıyorum. "Onun doğması bir hataydı. Hayatın kötü bir sürprizi olarak geldi o. Belki de doğar doğmaz öldürmeliydim onu." diyor. Derin bir nefes alıyor, belki de devam etmek için güç topluyor. "Ondan nefret ettiğimi sanma, o benim oğlum, benim bir parçam. Ancak hayatta insanın çocuğundan daha önemli şeyler var. O uğruna hayatımı harcadığım her şey için bir tehdit, o senin için bir tehdit. Senden gelecek olanlar için bir tehdit." 


İlk defa duygu kırıntıları görüyorum babamda. Bir oyun mu bu? Beni mi deniyor? Öyle olduğundan emin olsam bile, içine dalmak isteyeceğim bir magma havuzu olurdu bu. "Öldürmek zorunda değilsi..değilim. Ayarlamalar yapılır, ölmüş gibi gösterilir. Mirasından çıkarılır. Bunu yapacak gücün var." diyorum. Çok mu umutluyum? Fazla mı heyecanlandım? Babam artık bir şeyler acı çektiğini saklamıyor. "Olmaz" diyor, kendisinden daha önce hiç duymadığım, titreyen bir ses ile. "Düzmece Mustafalar her zaman olur. Bizim kadar güçlü olan birileri bu sırra mutlaka ulaşır. Durum, şimdi olduğundan bile daha beter olur. Birileri onun öfkesini kullanır. Sana karşı kullanırlar. Seni kardeşin ile vururlar. Hayır, anlamıyorsun. Bu yapılmak zorunda." diyor. Sesi ağzından çıkan her kelime ile duygusuzlaşıyor. 


Anlıyorum ki, kardeşimi kurtarmanın hiç bir yolu yok. Düzmece Mustafaları biliyorum. Doğu Roma'nın Osmanlı Devleti'ne karşı silah olarak kullandığı sahte şehzadeler. Tahtta hak talep edip yandaş bulurlar ve iç karışıklık çıkarırlar. Devlet için en büyük tehlike, bir önceki padişahın tahta çıkamayan oğulları olmuştur her zaman. Ailemin kendi ismiyle anılan bir devleti yok, ancak kendi ismi ile anılan bir 'imparatorluğu' var. Yasal ve yasal olmayan her iş kolunda varız. Zengin sandığınız insanların çalıştırdığı kişi sayısı kadar şirketin sahibiyiz. Pek çoğu aslında hiç olmayan paravan şirketler. 


Ailem gücünün parçalanmaması için nesillerdir sadece tek bir resmi erkek çocuğu sahibi oluyor. Böylelikle miras bölünmemiş oluyor. Kendisinden başka güçlü aileye müsaade etmeyen Osmanlı yönetimi döneminde kurdukları vakıflar ile miraslarını aktardılar. Asla merkezi otorite ile alenen çatışmadılar. Her işlerini başkalarına yaptırdılar. Paralı askerlere devletin verdiğinden daha çok para verdiler. Levantlar ile gizli ortaklıklar kurdular. Para kaptırdıkları Yahudi bankerler üzerine Yeniçerileri yolladılar. Sahte peygamberle ile isyan çıkartıp imtiyaz aldılar. Ayan isyanlarında son anda Sultan II. Mahmut'un yanında yer aldılar, kendilerine rakip olabilecek herkesi ortadan kaldırdılar. Savaş sonrası milli güçlere en fazla silahı gönderen benim ailem oldu. Milli duygular ile yapmadılar bunu, kendilerine daha güçlü rakipler istemedikleri için yaptılar. Ailem Osmanlı olmadan önce 'Romalı'ydı. İstanbul'un fethinde imparatoru sırtından bıçakladılar.


Babam kardeşini öldürmelisin derken sırtında böyle bir geçmişin yükünü taşıyor. Duygusallığa kapılıp her şeyi berbat eden torun olmak istemiyor. "Bizi biz yapan gücümüzü her şeyin üzerinde tutmamış olmuştur." diyor. "Kardeş katlini Mehmet'in kulağına fısıldayanlar bizleriz. Şimdi kendimiz bundan ayrılamayız" diyor.

Çaresiz kaldığınızda birini öldürebilirsiniz. Herhangi birini...


Babama bunu yapacağımı söylüyorum. Kendi öz kardeşimi, aynı rahimden çıktığım kişiyi öldüreceğimi söylüyorum. "Sen de bunu göreceksin" diyorum. "Benimle birlikte bu gece o çiftliğe gelecek kendi oğlunun ölümünü göreceksin. Onu zehirleyen diğer oğlunu göreceksin. Hayatı sona ererken oğlunun gözlerine bakacaksın ve ona 'buna mecburduk' diyeceksin. Tıpkı bana söylediğin gibi ona da söyleyeceksin. Neden öldüğünü bilecek. Yoksa iki oğlunu da kaybedersin ve yeniden evlenip yeniden bir erkek çocuk yapman gerekir." Hayatımda ilk defa babamdan bir şey istiyorum. Onu bir şey yapmaya zorlamaya çalışıyorum. Uzun uzun, konuşmadan bakıyor bana. Tek bir zayıflık gösteremem, karşısında olabildiğimce kararlı görünmeye çalışıyorum. Oysa en ufak bir darbede atomlarıma ayrılacak kadar gerginim. 


Sadece olur diyor. Her zamanki kadar soğuk bakıyor. Yerinden kalkıyor, "hadi gidelim" diyor. Onunla birlikte kalıyorum ama onunla gitmiyorum. Müsaade isteyip banyoya, elimi yüzümü yıkamaya  gidiyorum. Yıllar önce saklanan şeylerin orada olmasını umuyorum. Küvet ile duvar arasında olmalı. Örümcek ağlarının gerisinde kalmış olmalı. Elimi kolumu o boşluğa sokuyorum. Parmaklarım jelatin ile temas ediyor. Bütün vücudum titriyor. 


Garaja vardığımda babam arabanın içinde beni bekliyor. Kurşun geçirmez camları olan, her arazide yol alabilecek tank gibi bir cip bu. Her an ölüm korkusu ile yaşayan birinin ya da sonradan görme bir mankenini kullanacağı cinsten bir cip. Gideceğimiz çiftlik İstanbul'un Karadeniz kıyılarının batı taraflarında. Evimizden oraya gitmek normal insanlar için bir saatlik yol. Bizim için o kadar sürmeyeceğini biliyorum. Bir can almama bir saatten az bir zaman var. 


Yol boyunca babam ile hiç konuşmuyoruz. Bakmıyorum bile ona. Trafik lambalarını saymak bile şu an onunla konuşmaktan daha yararlı olur bana. Bir an önce bitmeli acelesi ile değil, her zaman hızlı kullandığı için bu kadar hızlı kullanıyor arabayı. Otoyol sona erdiğinde, çiftlik yoluna girdiğimizde bile hala hızını düşürmüş değil. Bu çiftlik yolunu biz yaptırdık. Bizimle çalışan yada bize çalışan insanlar dışında bu yolu pek kullanan olmaz. Çevrede ne bir köy var, ne de başka bir çiftlik. Yol yıllar içerisinde yenilene yenilene zemin ile arasında kat farkı oluşmuş bir yol. En az iki metre olduğunu umuyorum. İki kenarı da orman ile çevrili. Ailem kadar eski olmasa da, eski ve sağlam gövdeli ağaçlar. 


Elimi cebime atıp, evden çıkmadan önce banyodan aldığım şeyi çıkarıyorum. On iki yaşındayken kardeşimin "bir denemek için" aldığı ve biraz tükettiği sigara paketi bu. Nereye sakladığını biliyordum. Ona "sigara insanı öldürür" demiştim. İçerisinde kalmış iki daldan birini alıp ağzıma götürüyorum. Bana bakmamasına rağmen babam sanki ne yaptığımı görüyor. Suratı buruşuyor. Bir gecede iki duygu göstergesi, onun için bir rekor olsa gerek. Sigarayı yaktığım gibi bana dönüyor. "Bu salaklığı uzun süre yapmana izin veremem." diyor. Kafasının içinde ise ne zaman başlamış olabileceğimi tahmin etmeye çalışıyor olmalı. "Sigara öldürür" diyorum. "Tek bir tanesi ise hayat kurtarabilir"


Ben sigaradan ilk nefesi çekerken o suratıma bakıp beni okumaya çalışıyor. Ne demek istediğim hakkında hiç bir fikri yok ama bir şeylerin geldiğini seziyor. Kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum. Sigaradan çektiğim dumanı suratına üflüyorum, elimdeki sigarayı ayaklarının altına atıyorum. Rampa aşağı inseniz bile bu silindir alevli nesne ulaşılması en zor yere yuvarlanmayı başarabilir. Babam gözünü yoldan, daha tehlikelisi benden ayırıp, sigaraya bakıyor. 


Zaman çok hızlı ve çok yavaş.


Sol elimle tek hamlede emniyet kemerini çözüyorum. Sağ elim ile direksiyonu kavrayıp tüm gücümle kendime çekiyorum. Tank gibi cip, tüm ağırlığı ile yoldan savruluyor. Tekerler yerden kesiliyor ve bir ağaca çarpıp ağacı gövdesinden kırarak durabiliyor. Hava yastıklarına hava dolarken onlara doğru savruluyoruz. Emniyet kemeri kafamı o yumuşak hava yastığına sert bir şekilde çarpmamı engelliyor. Babam için aynısı geçerli değil. 


Ön takımları tamamen dağılmış araçtan indiğimde hala sersem gibiyim. Yürürken zigzaglar çiziyorum. Babamın oturduğu tarafa yürüyorum. Kapıyı açıyorum. Babam kendine gelmeye başlamış bile. Bu darbenin onu öldüremeyeceğini bilmeliydim. Sigaranın dumanının kokusu burnuma doluyor. Yanmaya başlamış döşemenin yanık kokusu ile birlikte. Babamın bilinci tam olarak yerine gelmeden arabanın anahtarını alıyorum. Gidip bagajı açıyorum ve yedek benzin dolu bidonu alıyorum. Babamın gözleri açılmış. O donuk bakışları ile ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Kulağına eğiliyorum "tek bir çocuğun yaşayacak ama bu ben olmayacağım" diyorum. Kafasını bana çevirmeye çalışıyor, konuşmaya çalışıyor, beni durdurmaya çalışıyor. Belki de ilk defa çaresizliği tadıyor. Onunda insan olduğunu anlıyorum. Senin gibi değil belki ama, o bile insan. O bile çaresiz kalabiliyor. 


Ölüm karşısında her canlı çaresizdir.


Bidonun ağzını açıp tersi bir şekilde babamın kucağına bırakıyorum. Koltuktan, pantolonundan sızacak benzin yanmakta olan döşemeye yada sigaraya ulaşacak ve babam yanacak. Kardeşimin hayatı için onunkini feda ediyorum. İlk defa bir babam olduğunu hissediyorum. Yürüyerek uzaklaşıyorum oradan, kayıplara karışıyorum. Beni bulabilecek tek kişi kardeşim. Onun dışında herkes için bir "kayıp" oluyorum. Bir ölü, bulunamayan bir ceset.


Onu bir büfenin kasasının arkasında gördüm ilk defa. Bir anda afalladığımız anlar vardır. İlk görüşte aşk gibi. O anda hissettiklerimi ancak böyle ifade edebilirim. Ömrüm boyunca gördüğüm belkide en özel şeydi ve basit bir büfenin kasasının arkasında öyle sıradan bir şey gibi duruyordu. Güneş balçıkla sıvanmıştı ama görmesini bilen gözler onu görebilirdi. Gözlerimi ayırmadan ne kadar süre ona baktım inanın bilemiyorum. Kasa görevlisinin ve diğer çalışanların bana bakıp gülmeye başladıklarını fark etmiyorum bile. Parayı uzatmamı bekleyen adam kim bilir kaçıncı defa "hanım efendi" dedi ki, sonunda uzanıp koluma dokunmak zorunda kalıyor. Bir rüyadan uyanmış gibiyim. Adamın yüzüne "ne oluyor" der gibi bakıyor olmalıyım. Tekrar ödemem gereken ücreti söylüyor. Gülsün mü, sinirlensin mi, bilemez halde adam.

Parayı ödedikten sonra tabloyu işaret edip, onu nereden aldıklarını soruyorum. Adamın neden bahsettiğimi anlaması için arkasını dönüp tabloya bakması gerekiyor. "Haaa, o mu?" diye soruyor sanki çok basit bir şeyden bahseder gibi. "Geçenlerde evsiz bir serseri yemek karşılığında bıraktı onu diyor. Parası yokmuş, karşılığında bunu verdi. Almak istemedim ama gurur yaptı herhalde, zorla bıraktı gitti." diyor. "Çok beğendiysen hediyemiz olsun abla. Sardırayım mı çocuğa?" diye soruyor, sanki adana dürümden bahseder gibi. "Veren adamı tanıyor musunuz" diye soruyorum. "Yok. Tanımam etmem" diyor. Bu sırada ödeme yapmak isteyen başka müşteriler bizi bekledikleri için bir an önce benden kurtulmak istiyor. Garsonlardan birine tabloyu bana vermesini işaret ediyor. Benden kurtulmaya çalışıyor.

Yemekleri sardıkları kağıda sarıp bantlar ile tutturduğu tabloyu bana uzatan çocuk "güzel bir resim değil mi abla" diyor. "Ben de çok beğeniyordum. Ustadan istedim ama bana vermedi. Sonra bunu bırakan adamı yolda gördüm. Başka bir resim varsa bana vermesini istedim ama benimle konuşmadı. Sonra kapımın önüne böyle bir tablo bırakılmıştı. O da bunun kadar güzeldi"diye ekliyor. "Sendeki tabloyu görebilir miyim" diye soruyorum hemen. "Evde abla o" diyor. "Yakında oturuyorum, gidersen annem evdedir gösterir sana".

Adresi alıp hemen taksiye biniyorum. Normalde kadın başıma, özellikle bu kıyafetler ile gidebileceğim bir muhit değil. Evin önüne vardığımızda taksiciye beni beklerse daha fazla ödeme yapacağımı, işimin uzun olmadığını söylüyorum. Adam kabul ediyor ve arabadan iniyorum. Apartmana girene kadar sokakta ne kadar erkek varsa bakışlarını üzerimde hissediyorum. Beş yaşında sokakta oynayan sümüklü çocuklar bile bana bakıyor olmalı.

Garsonun annesine neden geldiğimi söylüyorum. Tabloyu bana gösterip gösteremeyeceğini soruyorum. Kadın içeri girip tabloyu getiriyor ve " al bunu git kızım diyor. Ne mendebur şeyse ne zaman görsem tüylerim diken diken oluyor. Bizim çocukta böyle şeylere meraklı, ödüm patlıyor bir gün ben ressam olacağım diye tutturacak diye. Sen al git bunu, şeytan işi bunlar" diyor. Kadına bunu yapamayacağımı söylüyorum. Aslında deli gibi istiyorum bu tabloyu da almayı. Şeytan da "al git be kızım" demiyor değil. Bu sırada ısrar ile çalan kornayı duyuyorum. Taksici olmalı. Kadına teşekkür edip aşağıya iniyorum.

Taksinin etrafı güpegündüz sarılmış vaziyette. Taksici bir yandan etrafını saran 12-17 yaşındaki çocukları dağıtmaya çalışırken diğer yandan kornaya basıp beni çağırmaya çalışıyor. Arabada ne bulsa yağmayacak olan bu çocuklardan biri taksiden biraz uzakta az önce arka koltuktan yağmaladığı tabloya bakıyor. Sarıldığı paketten çıkarılmış tablo gün ortasında ikinci bir güneş gibi parlıyor ama kimsenin bunu gördüğü yok. Aklım başımdan gittiği gibi tabloyu inceleyen çocuğa doğru gidiyorum. En fazla 14 yaşında olmalı, onu  polis çağırmakla falan tehdit edebilirim. Belki de edemem. Buralara polis kim bilir en son ne zaman uğradı. Yanına varana kadar beni fark etmiyor. Ona tabloyu hemen bana vermesini yoksa polis çağıracağımı söylüyorum. Suratıma bakıp "neden veriyim ki, ben sokakta buldum bunu" diyor. O kadar rahat söylüyor ki bu yalanı inanasım geliyor. Bu sırada taksinin kapılarını kilitlemiş taksici yanımıza geliyor. Arkasında bir sürü halinde çocuklar ile. "Abla bırak resmi falan vermezler artık onu sana" diyor. Ölürüm de bırakmam. Çocuğa tablo için 50tl vereceğimi söylüyorum. Çocuk hemen kabul ediyor. Arkadaşları da para istiyorlar. "50tl'yi aranızda paylaşın" diyorum. "Daha fazla param olmadığını" söylüyorum.

Sessizce aralarında anlaşıp kısa günü karı 50tl'ye razı oluyorlar. Taksiciyle beraber kendimizi taksiye atıp kaçmak için acele acele yürüyoruz. Her an fikirlerini değiştirip farklı bir şeyler deneyebilirler. Tam taksinin kapısını açtığımda, çocuklardan birinin daha çok tablo satın alıp almak istemediğimi sorduğunu duyuyorum. Bu çağrı cehennemin dibinden gelse dönüp değerlendirebilirim. "Nasıl tablolar" diye soruyorum. "Bunun gibi abla, bunu yapan adamı biliyorum ben" diyor. Cennetin kuşları mı şıkıdı az önce? Çocuğa taksiye atlamasını beni oraya götürmesini söylüyorum. Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında biniyor taksiye.

Takside çocuğu sorguya çekiyorum. Nereden biliyor adamı, bunu onun yaptığını nereden biliyor gibi. Her soruya tutarlı cevaplar veriyor. Çocuk bizim garsonun kardeşi. Kapısının önüne tablo bırakan adamın "ne ayak" olduğunu merak edip, yakınlarda ama bu kadar tehlikeli olmayan mahalleye kadar takip etmiş. Adam tek edilmiş bir apartmanın bodrum dairesinde kalıyormuş. Adamın zararsız olduğunu anlamasına rağmen abisine tablonun "ne iş" olduğunu sormuş. Abisi de anlatmış.

Çocuk bunları anlatırken bahsettiği apartmanın önüne varıyoruz. Bir önceki kadar tekinsiz bir yer değil. Meydana daha yakın. Çocuğa iyi bir bahşiş veriyorum. Taksiciye ücretin iki katını ödüyorum. Çocuğun bahsettiği apartmana girip bodrum katına iniyorum. Kapı ardına kadar açık. Tıklatmama rağmen içeriden bir cevap gelmiyor. Girmemem gerektiğini bildiğim halde içeriye giriyorum. Yarım kalmış, tamamlanmış, yeni başlanmış tablolar etrafa yayılmış vaziyette. Resim gereçleri her tarafa yayılmış. Açık bırakılmış tinerin kokusu boya kokularına karışmış. Odanın kapıya uzak tarafında bir yatak var. Burada kalıyor olmalı. Tüm mal resim malzemeleri birinci sınıf. Çoğu Türkiye'de satılmayan boyalar, fırçalar, tuval çarşafları...

Etrafa yayılmış tablolara bakıyorum. Bazılarının yanında elimde az önce büfeden aşık olarak aldığım tablo basit kalıyor. Büyülenmenin dibini görmek böyle bir şey olsa gerek. Ben hayran hayran etrafa bakınırken o içeri girmiş beni izliyor. Konuşana kadar onu fark etmiyorum bile. Belki gördüm belki görmedim. Bu atölyenin bir parçası gibi.

"Büfeci parasını mı istiyor" diye soruyor. Bir anda korkup yerimden zıplıyorum. Bir gün içerisinde ikinci defa gündüz düşümden uyandırılıyorum sanki. Neden bahsettiğini anlamıyorum önce. Sonra hala elimde tuttuğum tabloya bakıp son üç saatimi hatırlıyorum. Sanki son üç saat tozlu bir tarih kitabının arasındaymış gibi hissediyorum. Benim cevap vermemi beklemeden elindeki bir kaç parça eşyayı odanın bir köşesine bırakıyor. Tüm bu dağınıklık içerisinde sanki bir düzeni varmış gibi hissediyorum.

Hiç de evsiz bir serseriye benzemiyor. Gerçi büfecinin onu evsiz sanmasına şaşmamak gerek. Onun gözlerinden bu adam evsizin biri olarak görülebilir. Yüzünden hiç bir ifade okunmuyor. Çok soğuk, çok donuk... Oysa tablolarında her duyguyu hissettiriyor. Bir ara bu tabloları yapanın o olmadığını düşünüyorum ama oda içerisindeki rahat hareketleri bu düşünceyi kafamdan siliyor.

Ona kendimi tanıtıyorum. Resim galerisi sahibi olduğumu çalışmalarından bir sergi açabileceğimi söylüyorum. Uygun bir komisyon alacağımı söylüyorum. Onu zengin edebileceğimi söylüyorum. "Evet, şu duvarda bir plazma televizyona çok ihtiyacım vardı" diye karşılık veriyor ifadesiz bir şekilde. Beni anlayıp anlamadığını merak ediyorum. Bir deli ile mi karşı karşıyayım acaba? Az önce anlattıklarımı tekrar tane tane anlatıyorum. Dinlemiyor bile. "Söyleyecekleriniz bu kadarsa gitmenizi rica ediyorum" diyor. Nazik tutumunun altında bir "kabasakal" gizlediğini hissediyorum. Her şeyi başa alamaya kalktığımda "teklifin ile ilgilenmiyorum "diyor. Nezaketi sadece iki cümle sürdü. Tam da tahmin ettiğim gibi.

"Eğer bir şeyi yapmak istiyorsan sonuna kadar git. Aslında çoğu insan başarısız olmaz, sadece vazgeçerler. Umudun ne kadar kırılırsa kırılsın, vazgeçme. Her zaman bir yolu vardır." derdi babam. Karşımdaki deha, deli karşımı adamın kabalaşması bile olumlu. En azından benim farkımda. Benden rahatsız olması, beni umursadığını gösterir. Oysa az önce hiç umursamıyordu. Git demesine rağmen bulduğum bir sandığı çekip odanın ortasına oturuyorum. Suratıma bakıp "ne yapıyorsun" diye soruyor. "Oturuyorum" diyorum, onun duygusuz sesini taklit etmeye çalışarak. Ufak bir gülümsemenin izi geçiyor dudaklarından. Sonra şövalesinin arkasına geçip çalışmaya başlıyor. Konuşmadan, saatlerce oturuyorum o sandığın üzerinde. Ben yokmuşum gibi davranıyor. Yeterince orada bulunduğumu düşününce kalkıp "ben gidiyorum" deyip gidiyorum.

Ertesi sabah düne nazaran daha etkileyici olduğunu düşündüğüm kıyafetler giyiyorum. Diz üstü bir etek, yeteri kadar dekoltesi olan bir bluz giyiyorum. Boynuma renkli bir fular doluyorum. Saçlarımı boynumu açık bırakacak şekilde topluyorum. Kokular sürüyorum, hafif bir makyaj yapıyorum. Belki bir dünya güzeli değilim ama fark edilmeyecek bir kadın da değilim. Zafere giden yolda, her avantajı kullanmalı insan. Babam yıllarca o şirin ve güven veren hallerini kullanmıştı. Benim de güzelliğimi kullanmamda bir sakınca görmezdi herhalde.

Önce galeriye gidiyorum. Bir kaç hafta boyunca, en iyi ve büyük ihtimal tek müşterisi babası olacak şımarık bir kızın sergisi olacak. Adam kızı kendini iyi hissetsin diye her tanıdığına tablo aldırıyor ve parasını gizli gizli kendisi ödüyor. Bir tür tatil bu benim için ve zamanlaması harika. Çalışanlarım ben olmadan bir kaç hafta boyunca burayı sorunsuz idare edebilirler. Acil bir şey olmadıkça beni aramamalarını, gün sonlarında gelip rapor alacağımı söylüyorum. Çok zorda kalmadıkça beni aramamalarını tekrarlıyorum.

Sabah ile öğlen arası, sadece bedenin değil, beynin de uyandığı vakitte gidiyorum onun atölyesine. Beni görünce şaşırmıyor. Daha doğrusu tepki vermiyor. Dün oturduğum sandık hala bıraktığım yerde duruyor. Hiç bir şey söylemeden oturuyorum oraya. Bir süre beni izliyor, sonra şövalenin arkasına geçiyor. Öğlenden sonraya kadar hiç bir şey söylemeden çalışıyor. Ara sıra bana baktığı için benim portremi yaptığı hissine kapılıyorum. Öğleden sonra hiç bir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Biraz bekledikten sonra çalışmasına bakmak için kalıyorum. Boş tuvalin üzerine sadece "git buradan" yazmış. Bir anda hevesim kırılıyor. Gidip tekrar sandığın üzerine oturuyorum. Başaramayacağım hissi tüm zihnimi karartıyor. Neden sonra o geri dönüyor. Elindeki poşetlerden birini bana veriyor. Poşetin içinde yiyecek içecek bir şeyler var. Bir et yemeği bir salata ve sulu yemek bir arada. "Ne seversin bilemedim" diyor sessizce. Ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. "Ne bulsam yermişim gibi hissediyorum şu an" diye karşılık veriyorum. O gülücüğe benzeyen iz tekrar geçiyor dudaklarından. Akşama doğru gitmek için kalktığım zaman cesaretimi toplayıp adını soruyorum. "Ali" diyor kısık bir sesle.

İstediğim şey için inatçı olmayı babamdan öğrendim. Günlerce o atölyeye gittim, o sandığın üzerine oturdum. Ara sıra Ali'yle konuşmaya çalışsam da genelde karşılık bulamadım. Ona bir daha galeri ve sergiden bahsetmedim. Sadece hayatında, o atölyede bir parça olmaya çalıştım. Oradaki varlığımı bir "Turuva Atı" haline getirmeye çalıştım.

Bir kaç hafta sonra, artık kaç gün olduğunu saymayı bıraktığım sırada rutinini bozuyor. Yanıma gelip elini uzatıyor ve onun elini tutuyorum. İlk defa fiziksel bir temasımız oluyor. Beni şövalenin arkasına götürüyor ve yaptığı tabloyu gösteriyor. Benim portremi. Günlerdir giydiğim tüm kıyafetlerin, yüzümün ve bedenimin yansıttığı her duygunun olduğu bir portre. Hatta benden fazlası olan bir portre. Onun  gözünden beni anlatan, bir zamanlar ve şimdi olduğum ve gelecekte olabileceğim her şeyi taşıyan bir portre. Babamı görüyorum orada, kendisini astığı ipi, çalıştığım insanları, liseden arkadaşlarımı, ilk seviştiğim adamı, nefret ettiğim emekli albay komşumu. Haftalarca aklımdan geçenler, dışarı yansıttığım her şey var.

Kafamı çevirip Ali'ye bakıyorum. Tablosunu değil beni izliyor. Donuk gözlerinde ufakta olsa bir sevgi görüyorum. Yıllardır kesilmemiş saçların ve sakalların ardında yumuşak bir yüz görüyorum. Yavaşça yaklaştırıyorum dudaklarımı dudaklarına. Karşı koymuyor ama, bana yaklaşmıyor da. Dudaklarımız buluştuğunda sanki bir yangını öptüğümü hissediyorum. Sıcacık. Tüm görüntüsüne, bakışlarına tezat oluşturacak şekilde sıcacık. Sanki bir insanı değil, aşkın sembolü olmuş bir heykeli öper gibi hissediyorum. Boynuna sarılıp duruyorum öylece. Saatlerce böyle durabilirim ve sonra sadece bir ancık sarıldığıma yemin edebilirim. Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Onun da bana sarıldığını sonradan fark ediyorum. Tekrar yöneliyorum dudaklarına, bu sefer o da beni öpüyor. Hala sıcak, hala bir insandan fazlası.

İş yapma isteğim ve inadım aşk için Truva atı oluyor.

Bir yıl kadar sürüyor ilişkimiz. Buna ilişki derseniz tabii. Sadece o atölyede, ben oraya gittiğim zamanlarda buluşuyoruz. Bazı günler sadece susuyor, bazı günler ise günlerdir yemek yememiş birinin yemek yemesi misali durmadan konuşuyor. Nadiren sırandan insanlar gibi diyalog kuruyoruz. Bana apartmanı gezdiriyor. Her farklı bir kütüphane sanki. Tüm daireler kitaplar, tablolar, heykeller ile dolu. Ona bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğumda boş ver diyor. Her şeyden bahsediyor da bir tek kendisinden bahsetmeyi sevmiyor. Bilmek istemezsin diyor. "Seni tanımak istiyorum" diyorum. "Tanıdığından fazla tanımak istemezsin" diye karşılık veriyor.

En harika anlarımız sevişmelerimiz oluyor. Sanki sadece bedenlerimiz değil ruhlarımızda sevişiyor. Her dokunuşa hikayeler yazılmalı ve tüm aşıklara bu hikayeler okutulmalı. Bülbüller güllere öpücüklerimizi anlatınca güllerin dikenleri dökülmeli. Yeni doğan her bebeğe aşkımızdan ilham ile bir isim verilmeli. Sevişmelerimizde akan ter tüplere konuşup en pahalı parfüm olarak satılmalı. Hiç bir aşık korkudan bizim aşkımızı dile getirememeli. Herkes kıskanmalı, herkes imrenli. Mezardaki ölüler bile bize şarkılar söylemeli.

Çocukluğumdan beri aşık olmanın her derdin üstesinden geleceğini sandım. Ne kadar yanıldığımı Ali ile öğreniyorum. İnsanın aşık olduğu kişi ile hayatını birlikte yaşayabileceği kişinin aynı olmaması bu hayatın en büyük dramı. Başlarda beni büyüleyen her şey, onu benden uzaklaştırmaya başlıyor. O sessiz olduğu günlere dayanamıyorum. Birlikte tatile gidemeyecek olmamız fikri her geçen gün bana işkence ediyor. Ona bunları anlatıyorum ve bana sadece "buraya gelmek zorunda değilsin" diye karşılık veriyor. Haklı olduğu şu ki, o hiç bana gelmedi. Ben hep ona gittim ve bu ilişkiyi ben istedim. Beni sevip sevmediğini soruyorum defalarca. "Seviyorum" diyor. "Benim için bir şey yap bir kere olsun dışarıda bir yemek yiyelim bari" diyorum. Sadece suspus oluyor. Sinir krizlerine giriyorum yanında. Kendimi parçalıyorum. Bana sarılıyor ama tek kelime etmiyor. Böyle sevgi olmaz diye isyan ediyorum. "Bu nasıl sevgi" diye soruyorum. "Bilmiyorum" diyor. "Neden ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama seni seviyorum. Belki de bu bilinmezlik için seviyorum. Bildiğim tek şey, bunun öğretilen bir sevgi olmadığı" diyor. Doğrudan bir cümle bu. Doğrudan ve düşüncesizce. Dürüst ama acı.

O gün yanından ayrılırken "bir daha gelmeyeceğim yanına" diyorum. Bunun boş bir tehdit olmadığını ikimizde biliyoruz. Sadece bana bakıyor. Onu ilk gördüğüm andaki kadar duygusuz. Oradan çıkıyorum ve yurt dışına bir uçak bileti alıyorum. Babam öldükten sonra hiç ağlamadığım kadar ağlıyorum ama asla geri dönmüyorum. Ömrüm boyunca onu bir daha görmeyeceğime eminim.

Onu ilk gördüğüm an bir yıkımın geldiğini biliyordum. 

Birinin hayatına öylece giremezsiniz. 


Girip onu seviyor gibi yapamazsınız. 


Seviyor gibi yapıp tüm hayatını değiştirmesini bekleyemezsiniz. Sevdiğiniz kimseden değişmesini isteyemezsiniz. 


Çünkü bazen varlığınız hayatın anlamı oluverir. Ne siz fark edersiniz bunu, ne karşınızdaki. Gittiğiniz o anda  hayat biter. 


Bazı yokluklar, varlıktan daha güçlüdür. 


Sahip olmadığınızı kaybedemezsiniz. Tek bir kayıp tüm diğerlerini yanında getirir. Yaşamı seçmek için geride hiç bir şey kalmaz. Canlı doğaya teslim olur. Gelip ölümün onu alması bekler. 


Canı veren alır. 


Ben bir ölüydüm. Gelip bana can verdi, sonra o canı alıp gitti. Geriye sadece ölüm kaldı. Bana kalan hayatın renkleri değil, ölümün kızılıydı.


Nikah masasına oturduğumuzda ikimizinde yüzünde güller açıyor. Mutluluğun özenle yetiştirdiği güller. Daha büyük bir mutluluk ise benim karnımda yetişiyor. Baş dönmeleri bir hafta önce başladı. Düğün hazırlığından yorgun düştüğümü sandım. Sonra bulantılar geldi. Adetim gecikti. Kaş ile göz arasında test yaptım. Hemen Mert'e bu mutlu haberi vermek istedim önce ama sonra bundan iyi bir düğün hediyesi bulamayacağımı fark ettim.

Biz seninle sadece aynı rahmi paylaşmadık kardeşim. Aynı zamanda paylaştık. Sadece beş dakika önce geldim bu dünyaya senden. Beş dakika neredeyse ölümüne neden olacaktı.

Merve şahit koltuğundaki yerini almak için gelirken Mert'in o tanıdık yüzüne bakıyorum. Bir şekilde hep tanıyordum sanki bu yüzü. Onunla Ali'den sonra gittiğim yurt dışı tatilinden hemen sonra tanıştım. İlk gördüğüm anda bile tanıdıktı bir şekilde. Ali'yi atlatmama üç aylık koca bir gezi yetmemişti. Hala her gün aklımdaydı. O günlerde sıradan bir müşteri olarak geldi galeriye. Bana olan ilgisini hiç saklamadı. Nezaketi, hoş sözleri ve asla fazla ısrarcı olmayan tavırları ile tavladı beni. Ali'yi atlatmama yardım etti. Birken işlere zaman anlayış gösterdi. Arkadaşlarım ile arkadaş oldu. Her kızın beyaz atlı prensi olabilecek bir erkekti. Sonunda, bir buçuk yıl sonra, yolumuzun burada tam olarak birleşmesini istedi. Ve şimdi bu masadayız. Yeni hikayenin ilk sayfasını yazacağımız yerde.

Tek rahim, aynı zaman ve tek yumurta. Biz biriz kardeşim. Senin eline Fizan'da kıymık batsa, acısı bana ulaşır. Nerede olursam olayım acısı bana ulaşır ve seni bulurum. Senin için yapamayacağım şey yok kardeşim. Benim küçük kardeşim.

Bir heykel gibi vücudu. Tanrıların arattığı ilk halini koruyor hala. Göğüsünde, tam kalbinin olduğu yerde alevli bir kuşun dövmesi. Küllerinden doğan bir anka kuşu. Muhteşem çizilmiş bir sanat eseri gibi. Vücudu gibi bir sanat eseri. Ne anlama geldiğini soruyorum. "Hayat değişimdir, küllerinden doğmaktır. Farklı bir vücutla ama aynı ruh ile. Tek bir ruh ile" diyor.

Ne kadar havasız kaldığımı bilmiyorum. Beni ölmek üzereyken bulan kardeşim oluyor. Bilinçsiz bir beden buluyor. Hayatta kalmama karar veren o oluyor. Havasızlık kalan beynimin hasarı kalıcı. Hala düşünebiliyorum ancak bedenim hissiz. Bir kaç kelime konuşmayı başarmam bile aylar alıyor. Asla normal birinin konuşabildiği kadar konuşamayacağım. Ziyanı yok. Sadece sağ kolumu ağır ağır hareket ettirebiliyorum. Bu kadarı da kafi. Kardeşimin kalbinin üzerine bir anka kuşu çiziyorum. Bu benim son resmim. "İki beden, tek ruh" diyorum.

O kadar heyecanlıyım ki, neyin ters gittiğinin bile farkında değilim. Bir sorun olduğunu Merve'nin garip garip suratıma bakmasından anlıyorum. Masada şahitler için ayrılmış sandalyelerden birinde oturuyor. Sorun şu ki, yanında kimse oturmuyor. Aylarca süren uğraş ama kocanın şahidinin kim olduğunu sormak bile aklına gelmesin. Mert'e dönüp "şahidin?" diye soruyorum. "Geliyor" diye cevap verip az önce yürüdüğümüz kırmızı halıyı, alevli yolu işaret ediyor. Takım elbiseli bir adam tekerlekli sandalyedeki birini bize doğru getiriyor. Arkasında aynı takımdan giyen üç adam daha var. Alevler biz geçerken olduğu gibi top halinde yukarı çıkıyorlar.

İşte buradayız kardeşim. Planın son aşamasında. Son sayfada.

Tekerlekli sandalyede oturanın kim olduğumu fark ettiğimde kafama bir balyoz darbesi inmiş gibi oluyorum. Bu o, Ali. Ne olduğunu anlamak için Mert'e bakıyorum ama o buralarda değilmiş gibi gelenlere bakıyor. Merve benim Mert'e baktığım ifadeyle bana bakıyor. Masaya yaklaşıyorlar. Tüm misafirler gelenlere bakıyor olmalı. Ne olduğunu anlayan kimse yok gibi. Bileğimde bir metal soğukluğu hissediyorum sanki. Kafası sol tarafına düşmüş olan Ali masaya getiriliyor. Tekrar Mert'e dönüyorum. Nikah memuru olduğunu sandığım adamın önündeki mikrofonu alıyor. "Sayın davetliler, kardeşim Ali ile tanışın" diyor.

İkizim ve ruhum.

Ayağa fırlamak istediğimde az önce belli belirsiz hissettiğim metal soğunun ne olduğunu anlıyorum. Sandalyeme kelepçelenmiş haldeyim. Üç adamdan biri sandalyeyi tutuyor. Bir diğeri Merve'nin omuzlarına bastırıyor. Diğer ikisi tabancalarını masaya doğru koşmaya yeltenen anneme, ablama ve bir kaç arkadaşıma çevirip durmalarını emrediyor. Ben, Merve, annem, ablam ve tüm diğer davetliler donuyoruz. O anda içinden yanıcı madde akan boruların tüm masaların altına döşenmiş olduğunu anlıyorum. Sadece bir kaç saniyede tüm davetliler sırılsıklam yapacak kadar yanıcı sıvı havaya fırlıyor. Bir saniye sonra da ufak bir kıvılcım.

Ateşherşeyiyutacakveherkeskalbimdeyananıtadacakhepimizbirolacağız.

Çığlık atıyor muyum? Her şey çok hızlı ve çok yavaş.

Her şey çok hızlı ve çok yavaş.

Alev topu halinde üzerimiz koşanlar takım elbiselilerce tek kurşunda yere seriliyor. Mert ayağa kalkmış ve bana iki sert tokat atıyor. Fiziksel acı beni içinde olduğum şoktan çıkarıyor. "Tüm dünyanı onu yaktığın gibi yakacağıma yemin ettim" diyor. "Bak ona. ona ne yaptığına bak" diyor. "Kardeşime, ruhuma ne yaptığına bak."

Onun hayatı için babamı, tanrı gibi bir adamı yakmıştım. Bana can verip sonra bu canı alıp giden tanrı olsa, onu bile yakardı. 

Ali'ye, ondan geri kalanlara bakıyorum. Bunun sorumlusu ben miydim? Bu katliamın, bu vahşetin sorumlusu ben miydim? Bacaklarına örtülü olan battaniyeyi zorla bir kenara atıyor. Hissiz bacaklarının arasından arabalarda yedek benzin taşımak için kullanılan litrelik, kırmızı bir bidon çıkarıyor. Zor zor hareket ettirdiği sağ kolu ile bidonun kapağını açıyor. Son gücü ile bidonu kaldırıp kafasından aşağıya boşaltıyor. İnsanların çığlıkları dinmedi. Onlara dönüp bakamıyorum bile. Gözlerim Ali'ye çakılıp kalıyor. Yanından kaçıp kurtulmaya çalışan Merve'yi bile zar zor fark ediyorum.

Bir anda sanki tüm bu olanları geri alabilecekmiş gibi Mert'e dönüyorum. Sinek kaydı suratı ifadesiz. Sakalsız bir Ali. Yalvarır gözler ile bakıyorum ona. Babam gibi olması lazımdı onun. Babam gibi kibar, düşünceli, sabırlı sevgi dolu...

Babam gibiyiz sevgili kardeşim, nefret dolu bencil ve güçlü.

İfadesiz bir suratla, üzerine benzin döken kardeşini izliyor. Tekrar Ali'ye dönüyorum. Merve korku dolu gözlerle bakıyor tüm yaşananlara. Yanmakta olan davetliler hala çığlık atıyorlar. Ali'nin elindeki bidon son damlasına kadar boşalıyor. Yan yatık vaziyetteki kafasındaki gözlerini bana dikiliyor.

Ve ateş her şeyi alacak. Bizi tekrar şekillendirecek.

Ali'ye doğru uçan bir kıvılcım görmedim. Zaman çok hızlı ve çok yavaş. Havadaki nemi görecek kadar duruyor zaman. Ona doğru uçan bir kıvılcım yok. Gözleri gözlerim ile buluşuyor ve alev tüm vücuduna yayılıyor.

Alev alan kardeşine doğru gidiyor Mert. Elini kardeşinin yanan omuzlarına koyuyor. "Küllerinden yeniden doğ kardeşim, yüreğimdeki yerine doğ." Benzin bulaşmış eli yanıyor. Ne Ali çığlık atıyor ne de Mert. Yanan elini kalbine göğsünün olduğu yere bastırıyor. İpek gömleği alev alıyor. Yanmakta olan davetliler çığlık atıyor, korkudan deliye dönmüş Merve çığlık atıyor. Mert ile Ali ise ölüm kadar sessiz, Yanmalarına rağmen ölüm kadar soğuklar. Mert üzerinde yanan gömleği parçalayarak çıkarıyor. Dövmesinin olduğu yerin etrafındaki deri kömür gibi yanmış. Dövme ise biraz bile bozulmamış.

Adamlarına kafası ile işin bittiğini belirtiyor. Tüm bu faciada kılları kıpırdamamış adamlar onun arkasından  gidiyorlar. Serbest kalan Merve bana sarılıp çığlıklar atıyor. Ben ise sadece az on dakika önce dünyanın en mutlu insanı olarak yürüdüğüm yoldan geri yürüyen Mert'i izliyorum. Bir an duraksıyor. Adamlarından birine bir şey söylüyor. Emri alan adam geri dönüp Merve'nin kafasına yakın mesafeden tek el kurşun sıkıyor. Merve'nin vücudu can çekişir halde kucağıma yığılıyor. Mert önden adamları arkadan çekip gidiyorlar.

Merve'nin kucağımdaki yerinden kayan cansız bedenine bakıyorum. Ölmelerine rağmen yanmakta olan davetlilere, ablama anneme bakıyorum. Hala yanan Ali'ye bakıyorum. Hissizim, onlar kadar hissiz. Tek bir şey hissediyorum, benden geriye tek bir his parçası kalıyor.

Karnımda, rahimimde yanan bir ateşin hissi.

19 Eylül 2014 Cuma

Şarap

Dur, hemen bize ne lan senin şarap olayından deme, bir dinle. "Bastığın yerleri toprak diyerek 'de' geçme" der gibi  gibi oldu sanki. 

Neyse

Temsili değil
Marka bu arkadaşlar, aman uzak durun
ben çektim siz çekmeyin
Liseye yeni başlamışım, Beril diye bir arkadaşım vardı. Bir teneffüs zamanı bunla bahçe turlarken konu nereden geldi bilmiyorum, bu "ben Paris'e gitmeyi çok istiyorum" gibi bir şeyler dedi. Paris'i övdü. İlk Paris övgüsünü böyle duydum ben. Sonra çok duydum, hep de kıl oldum. Fransa'ya da Fransız'a da Paris'e de kıl oldum hep. Oldum ama hep Fransız Şarabı'nı merak ettim. Yıllar sonra eski kız arkadaşım  gitti Fransa'ya, "ne istersin" diye sordu, "şarap" dedim. Almadı, bavulu doluymuş, beş tanesi bir yurodan anahtarlık aldı, bir kaç arkadaşına ve bana dağıttı. Anahtarlıkta Eyfel vardı, Eyfel'e über kıl oldum.

Kız arkadaşım, eski olan, Fransa'ya tekrar gitti, bu sefer altı ay falan sürecekti. Mecburen gitmek zorunda kaldım. Altı ay yokluğa dayanamazdım yani. Nasip işte, hayatta gitmem etmem demeyeceksin, gidiyor insan. Mana ile Louvre ve Disney görmüş oldum, fena da olmadı. Ne fenası lan, Disney olayı hayatımın en güzel günüydü benim herhalde. Eyfel'e gitmedim. Yıllar geçmişti ama ben Eyfele hala kıl oluyordum. 

Bir de meraktan kurtuldum, şarabı içtim. E yani, şarap işte dedim. Pek bir fark yoktu. Dönerken de 2006'dan kalma bir şişe aldım. Evlenirsek falan içeriz diye almıştım. Sonra biz kızla ayrıldık falan, buraları okuyanlar bilir, "drama queen" olmuştum, sonra şarap kaldı. 

Dedim ki, özel bir yerde içmek gerek. Evlenirken olmaz artık, karım içmez o şarabı. Mezun olunca falan içerim dedim, mezun olamadım. Şu olursa içerim bu olursa içerim diyorum, hem yıllanırda diyorum. Hep bir ileri tarihe atıyorum, daha çok yıllansın daha güzel olur falan diye. 

Bildiğin dert ettim ben bunu, ne zaman, kiminle içsem diye. Bir kaç kere kuzenim sarhoş kafayla dalmak istedi, namusumu korur gibi korudum şişeyi. Lan yıllanmış Fransız şarabı bu, sarhoşa meze edilir mi? 

En son dedim ki, yeğen doğsun, öyle içeriz. Bir kaç ay kalmıştı yani. Bu kararı verdiğim gece ne yaptım? Şarabı sarhoş mezesi yaptım. Sulanan kuzenle değil, bir diğer kuzenle içtim. Çocuk sulanmadı da, ben zorla açtım. 

Lan bir şarap bu kadar kötü olur. Uzman değilim, müthiş bir damak tadım yok ama sığır da değilim lan. Bildiğin sirkeymiş. 8 yıllık şarap lan bu. Biraz mı güzel olmaz? Lanet ettim hakkında kurduğum planlara. Ben bunu cidden özel bir günde açsaydım, tattıktan sonra şişeyi havaya atar ortalama bir G. D. Anadolu düğününde sıkılandan daha çok kurşun sıkardım üstüne. Fabrikasının temeline bomba koyardım. Üzümlerinin üretildiği bağa işerdim. 

Hata gene ben de amk. Lan Migros gibi marketten aldığın şarap yıllanır mı amk? Seksen yıl bekletsen beş para etmez o şarap. Üzümden değil sentetik bir şeylerden yapmışlar sanki. Acıyorum onu yan yatırıp da beklettiğim yıllara ya. Şerefsiz adamlar. 

Kalanını dün gece içeyim dedim, cidden sarhoş olmadan içilecek gibi bir tat değil. Üzerine kola döküp içtim. Köpek öldüren muamelesi çektim lan. Hak etti ama. Köpek öldürene stajyer bile olamaz o şarap. 

Yazının temasını anlamayanlar için özet geçiyorum, "kahrolsun Fransa, yaşasın tam bağımsız özgür Afrika" 

3 Eylül 2014 Çarşamba

Güzellik

Bilmiyorum ne kadarınız duydu ama bir firmanın bulut sistemi korsanlarca delindi. Pek çok insanla birlikte, bir kaç manken ve oyuncunun özel fotoğrafları da internet ortamına sızdırıldı. Önce derin dediğimiz kesimlerde yayılan fotoğraflar kısa sürede kıyıya vurdu. Yani senin benim, annemizin babamızın kullandığı internet ağına geldi. 

Gazetelerin, ajansların internet siteleri haberi birinci sayfadan gördüler. Görüntüleri merak etmemek, görmemek benim gibi meraklı insanlar için imkansız hale geldi. Gazeteler ya da ajanslar neden böyle haber yapar ki? Jannifer Lawrance'ın çırılçıplak görüntülerinde nasıl bir kamu yararı görüyorlar acaba? Şahsen çıplaklığından çok o bayık bakışları ile nasıl Oscar aldığını merak ediyorum ben. Son derece basit bir filmde basit oyunculuğu ile nasıl Oscar verdiler la bu kadına? Kate Upton'ın kocaman memeleri ile de pek ilgili değilim. Çekici de bulmadım. Lawrance'ın kıçını dışarı çıkarım verdiği pozlarda pek albenili gelmedi.

Güzellik anlayışım öyle çok derin falan değil. Hatta gayet basit. Mesela Ann Hathaway çok güzel bence. Ama çıplak fiziğinden çok yüzünü ve bakışlarını güzel buluyorum. Bir söz var ya güzelliğinle övünme bir sivilce yeter falan, bence tek bir sivilce güzelliği bozmaz. İnsanın yüzüne güzelliği veren şey hatları ya da pürüzsüz teni değil, bakışlarıdır. Burnu yamuk  kaşları ortada birleşen birinin bunu söylemesi gayet normal tabii. Biraz düşün ama, o çok beğendiğin vücut bundan yüz yıl önce hastalıklı görünüyordu insanlara. Ya da üç haftada alınacak 10 kilo o çok beğendiğin fiziği hiç beğenmediğin bir hale sokabilir. Kaş göz de sivilce ile olmasa bile botoksla falan dağılıyor. Meg Ryan örneği var ortada (bence hala çok güzel ama). Ama beğenilen bakışları, mimikleri, duruşları bozmak çok zor. O yüzden "güzel" diye bozulması zor şeylere bakıyorum.

Ha böyle bakış falan konuştum da, bakmadım mı internete düşen o fotoğraflara? Arşivledim bile! Neden? Neden Şeker Kız Candy'i gizli izliyorsam o yüzden yaptım. Kafalardaki erkek imajına uymayan bir şey yaptığınızda "şey misin lan sen" soruları kaçınılmaz oluyor. En yakın iki arkadaşım "Şeker Kız Candy" izliyorum diye akıllarınca dalga geçiyorlar benimle. Anlatamıyorsun ki, o bir dram, küçük kızlar için yapılmış bir çizgi film değil. Aynı şekilde anlatamam neden Kate Upton'ın memeleri ilgini çekmiyor.

İkinci bir şey de geride kalma hissi. Herkes o fotoğrafları konuşurken ben konudan bir haber olsam canım sıkılırdı. İlla bileceğim neymiş o. Aynı şey daha önce çıkan kasetler ile falan da ilgili. Bize ne lan Baykal'ın seks hayatından? Ali Kırca'nın uçuk pozisyonlarından? İzlemesen "aaaaa nasıl izlemedin hacı onu" diyerek hemen biri telefonundan çıkarıp açıyor. kaçış yok yani pek.