10 Aralık 2017 Pazar

Derman


Kapat gözlerini, görme!

Sorun görüntüde değil. Karanlık gözlerimi kapatmasam da sarmış beni. Yine de yumuyorum gözlerimi, daha sıkı, şakaklarıma ağrı saplanıncaya kadar. Derman değil, yine de görüyorum. Sesler tarif ediyor yaşananları, kafamın içinde beliriyor imgeler, en kaliteli televizyondan izlesem bu kadar net göremem.

Homurtular, küfürler, isyan eden çığlıklar, ciğerini patlatırcasına bağıran bebek… Babam, annem, kardeşim… Ailem.

On dört yaşımdayım, ne yapabilirim ki? Haftada bir kaç kere, bazen gün aşırı kafamda yaşananları resmetmekten başka ne yapabilirim? Gözlerimi yumuyorum her seferinde, şakalarıma ağrı saplanana kadar. Derman değil, olmayacak da, biliyorum. Ne yapabilirim ki? On dört yaşımdayım.

Kaç sabah yalvardım anneme, gecelerden kalma göz yaşlarını dökerken o. Alma eve dedim, nerede söndürdüyse mumu, orada çıkarsın marazını. Biz gidelim ya da bundan beteri olsa olsa cehennemin dibidir. Geceden göz yaşı kalsa da, kelime kalmamış. Susar, ne beni ne kendisini teselli edebilecek hayaller bile kurmaz.

Hatırlıyorum, gitmiştik birkaç kez. Annem ve ben. Daha kardeşim doğmadan önce. Hep kısa kalmıştı gidişler, çok uzaklaşamadan dönmüştük, baba evime, eziyethaneme. Babamın tövberi, yetmedikleri yerde üstü kapalı tehditleri, haberlerde çıkan cinayetlerin annemin bilinç altına mesajları.

Gün geçmiyor ki bir kadın cinayeti daha işlenmesin sayın seyirciler.

Neleri var, diyenler. En azından babamın dayağı yokmuş. İçip içip evde maraz çıkarması katlanılabilir bir şey sanki. Saat geçse ve hala dışarıdaysa eğer, olacakları bilmenin gerginliği nedir bilmiyorlar. Sanki işkence sadece vücutla alakalı bir kavram. Tedirginlikle geçen dakika sayımına bir de acaba bu sefer gelmeyecek mi, başına bir şey mi geldi yoksa, endişesi. Yatağın içinde, karanlıkta, sessizce, zaman kavramını yitirerek beklemekten büyük işkence mi var? Beklenen de kurtuluş değil, sadece maraz.

Son gidişimiz, diğerlerine nazaran daha uzundu. On yaşında var yoktum. Annem bir temizlik işi bulmuş, kimseye yük olmama felsefesini hayata geçirmişti. Bir süre dedemin evinde, sonra kendi evimizde kalmıştık. Babam, tövbeler ve tehditler kafi gelmediğinde, uzaklaştırma almasına vesile olacak bir ziyaret gerçekleştirmişti evimize. Hiç bitmemesini dilediğim bir, sayılı günlük bir cezaydı. Gün doldu, babam geldi, sensiz olamam cümleleriyle. “Ayırma beni oğlumdan Aysel! Yaşayamam” Mutfakta içilen kahveler, tüm evi dolduran yeminlerle gelen barışılma riski. Kapı dibinde konuşmalarını dinlediğimi hatırlıyorum, bir de bu dönüşün bir daha gidişi olmayacağını hissettiğimi.

Barele isabet ettirilemeyen anahtarın çıkardığı o tanıdık metal sesle gelen anlık bir rahatlama olur. En azından bir yerlerde kafasında kırmadılar, kazaya belaya uğramadan eve gelebildi, diye düşünülür. Birazdan ölmediğine pişman edecektir. Bir kaç denemede anahtarı deliğe sokar, kapıyı açar. Sonra sert bir kapı çarpma sesi, uyuyor olsa bile insanı uyandırır. Gürültü çıkarmak içinmiş gibi atılan adımların seslerine duvara toslayan beden sesi eklenir. Önce benim odamın kapısını açar, baskın verir gibi. Yetmez, ışığı da açar. Karanlığa alışmış gözlerim yanar. “Uyumadın mı bok soyu” der. Sallana sallana üzerime gelir, kafasını kafama yaklaştırıp yüzüme tükürme sesi çıkarır. Bunu yaptığında yüzüm nemlenir. Annem hemen gelir yanımıza, beni ondan korumaya. “Rahat bırak çocuğu” diye diye çekiştirir babamı. Abartılı el kol hareketleri yapar babam, “sen doldurdun bunu bana” anneme çıkışır. “Al başına çal oğlunu, bana kendi oğlum yeter”

Birkaç yıl önce, o mutfağın kapısında sadece durup dinlemedim. Babam, “erkek çocuğu babasız büyümesin, bak benim babam erkenden öldü, çok çektim baba hasretini, sen bilemezsin” edebiyatına başladığında, nereden geldiğini anlayamadığım bir cesaretle daldım mutfağa. “İstemem ben baba, anne dönmeyelim bu adamın yanına” diye yaygara kopardım. Annem kolları arasına sardı beni, “baban oğlum o senin konuşma böyle” diye iknaya etmeye çalıştı. Bir an şüphe ettim kendimden, sonra babamın gözlerindeki kini gördüm, her sarhoşluğunda tekrar tekrar göreceğim o kini ilk defa o mutfakta gördüm.

Barıştılar. Bir süre gerçekten içmedi babam, düzenli de bir iş tutturdu, biraz rahat yüzü gördük. Sonra kardeşimin müjdesini aldık. Doğdu, oğlandı, babam havalara uçtu. O kadar ki, içmeden kutlamak olmazdı. Üç yıl önceydi, sadece bir gece içindi, kaliteli bir içkiydi. Tüm şişeyi içti ve sonunda “artık oğlum var” dedi. Beni mutfaktaki o anda sildiğini o zaman anladım.

Babam çıkardığı gürültüden uyanmış olan oğluna doğru gider. Annem de odamın ışığını kapatır, sonra babamın peşinden. Nemli suratımı bile silmeden sımsıkı yumarım gözlerimi. Asıl kapanmasını istediğim kulaklarımken.

Babamım şalap şulap öpme seslerine kardeşimin artan yaygarası eklenir. Babam çocuğu kucaklayıp almak ister, annem engel olmaya çalışır. Yakın temas halinde, annem içki kokusuna karımış ucuz parfümün kokusunu alır. “Yine mi” temalı senfonisine başlar. Kızgınlığın, üzüntünün, bıkmışlığın, isyanın, perişanlığın, aldatılmışlığın her melodilerinde çıkar sesi. Bu sırada bırakmıştır babamı, odanın bir köşesinde hem dövünür, hem de ağlar. Çok ağlar.

Babam umursamaz, ayı yavrusunu severken öldürür misali, oğlunun canını yakar. Bir yerde fark edip çocuğu yatağına geri koyar. Anneme döner. Dövmez, sarılır ama bu sarılma en şiddetli yumruktan daha acıdır. Kendince cilveleşme yöntemi bu babamın. Kolları ile saracak kadınını ve teslim alacak. Annem teslim olmaz. Bu sefer başlar babam, pavyon kadınını anlatmaya, “sen de kadın mısın zaten, kurtulucam senden” tiradına.

Hemen hemen her gece, kaçınılmaz döngü bu.

Bu gece değil.

Şakaklarım ağrıyana kadar yumarım gözlerimi, yine de derman olmaz. Sesler gelir kulaklarıma, imgeler belirir kafamda, görüntü akarken, ben anneme yarın sabah söyleyeceklerimi düşünürüm. Annemin tepkisini hatırlar, olmadı çeker giderim derim. Her seferinde inanarak kendime “gideceğim” derim. O zaman kapar uyku beni, alır götürür.

Sabah olur, babam gizli bir mahcubiyetle oturur kahvaltı sofrasına. Bazen daha erken kalkar, markete gideyim diye ister, bazen o tren kaçar, yol parası der, bazen işsizdir, kahve de iki çay içeyim der, bir şeyler yapar ama ne yapar eder, alır annemden para. Bana okul harçlığı, kardeşime mama parası olarak ayrılan para bu. Annemin hanesine yazılmış bir yenilgi daha, bize de aç kalınacak bir gündür.

Bu gece değil.

Kalktım yataktan. On dört yaşımdayım daha… Kurtuluş arıyorum. Kendimi, annemi, kardeşimi kurtarmalıyım. Ailemi, fazlalığından kurtarmalıyım. Çıkıyorum odandan sessizce, dış kapıya yöneliyorum. Gideceğim, on dört yaşımda evden kaçacağım. Üç gün dayanamam sokakta, biliyorum. En iyi ihtimal, polis bulur beni, geri getirir eve, bir süre, sayısı belli olmayan sayılı gün kadar huzur gelir eve. Sonra daha beter olur. Belki ölürüm, annemin canına tak der, kardeşimin babasız da olsa, zor da olsa büyüyeceğini anlar. Onu kurtarabilmek için kurtulur babamdan.

Dış kapıyı açıyorum ama korkuyorum. Adım atacak cesareti bulamıyorum kendimde. Oysa o gün, o mutfağa dalabilmiştim. Bir adıma bakar, bir anlık cesarete bakar her şey. Yenilgi haneme bir sayı daha yazıyorum. Kapıyı kapatıp sessizce odama gidiyorum, yatağa yatıyorum. “Belki anneme bu gece yaşadıklarımı anlatır, babamdan ayrılmazsan kendimi öldürürüm derim yarın” diye düşünürken, uyku beni alıryor.

Bu sabah aynı değil. Ölüm fikri kafamın içini kemiriyor, kemirdikçe evriliyor. Okuldan eve dönerken, çantam normalde olduğundan daha ağır. Yol kenarında buldum, eve kadar taşıdım.

Babam gece evdeydi, ertesi gece de, sonraki gece de. Eve erken geldi, kardeşimle oyun oynadı, bana ilgisiz ama sıradan bir baba gibi davrandı, erkenden uyudu. Tam bir ay, olaysız geçti. Her gece uykuya dalmadan önce, yatağımın altındaki dermanımı düşünerek uyudum. Her gece planımı gözden geçirdim. Her gece, bu gece de o gece değil, belki hiç gelmez diye kendimi avuttum. İçmediği her gece biraz daha az düşünür oldum. Neredeyse unuttum.
Ve sonunda babam saatlice eve gelmedi. Vakti geldiğinde odama çekildim. Yatağa girmeden, kapı eşiğinde bekledim. Zaman neredeyse durdu. Yavaş yavaş aktı ve sonunda annem ışıkları kapatıp, uykusuz gecesine devam etmek için yatağına gitti. Bekledim. Yeterince beklediğimi düşününce, yatağımın altına uzandım. En dip köşede olanı aldım. Daha da yavaş, daha da sessizce odamın kapısını açtım. Sonra dış kapıyı açtım. Adım atacak cesareti bulmakta zorlanmadım. Merdivenlerden aşağı inmedim, birkaç basamak yukarı çıkıp duvar dibine sotelendim.

Endişeyle değil, heyecanla bekledim babamı. Ne kadar geçti farkında değildim, neredeyse uyku beni ele geçirecekti sadece onun farkındaydım. Hatta biraz daldım, teslimiyete çeyrek kala, katımızdaki lamba yandı. Neredeyse bir korku çığlığının eşlik edeceği irkilmeyle kendime geldim. Dermanımı sıkı sıkı tutup kalktım. Sırtımı içine girmek ister gibi duvara yasladım. Nefes dahi almadan, tanıdık, gürültülü adımları dinledim. Yaklaşmalarını bekledim. Lamba zaman aşımına uğrayıp söndü. Bir homurtu duydum. Yakındı. Sonra o metal ses geldi. Dikkat kesildim, karanlığın içindeki insan şeklindeki karaltıya odaklandım. Karanlıkta bir iki kere şansını denedi. Tam ben de kendi şansımı deneyecekken, ban doğru döndü. Şoklanmış gibi kala kaldım. Elini göremediğim bir yere uzattı. Vavienden tık sesi ve lambadan ışık geldi. Göz göze geldik, şoklanma sırası ondaydı.

Sadece on dört yaşımdaydım. O ise hem şaşkın hem de sarhoştu. Dermanı mı, yani yol kenarında bulduğum en sert ve büyük taşı kafasına geçirdim. Tok bir çarpma sesi çıktı. Babam  ah bile diyemedi, biraz inlediyse de ben duymadım. Düşmedi, bayılmadı ama ne olduğunu anlayamayacak kadar sersemledi. İki eliyle acıyan kafasını tutmaya çalıştı. Bir an duraksadım. İkinci darbeden önce, hasmımın çaresizliği merhamet duydum. Vurduğum yer kanamaya başlamıştı. Görmek istemedim. Gözlerimi kapadım. Şakakla… Dermansız gecelerin içime ektiği kin filiz verdi, ikinci darbeyi gözlerim kapalıyken indirdim kafasına. Ayaklarımın dibine serildi bedeni. Gözlerimi açıp eserime baktım. Hiçbir şey hissetmiyordum. Ne korku, ne acı, ne merhamet, ne korku ne de pişmanlık…

Eğilip hala ellerinde tuttuğu anahtarı aldım. Evin kapısını sessizce açtım. Bedeni merdivenlerden aşağı yuvarlayıp eve girdim. Kapıyı yavaşça kapattım ve hemen odama girdim. Taşı aldığım yere, yatağımın altındaki en dip köşeye koydum. Annemin odasına gittim, uyandırıp “apartmandan sesler geldi, babam merdivenlerden düştü” diyecektim. Annemi gözleri açık buldum. Sözleri söyledim, kalkıp bakmaya gitti. Gözlerinden ne olduğunu bilip bilmediğini okuyamadım.

Bu konuda asla konuşmadık.

15 Eylül 2017 Cuma

Gamgee

Sadece Yüzüklerin Efendisi üzerine bir blog açsam, şu ana kadar burada yazdıklarımdan çok daha fazlasını yazabilirdim. Öyle bir eser ki, beş kere okudum ve her seferinde daha önce hiç düşünmediğim şeyleri düşündürdü. Hayranlığımı iyi anlamanız için bir örnek vereyim, ilk defa "ben hikaye kitabı yazabilirim" dediğimde yazdığım iki hikayenin adını bu kitaptan almıştım. (Dört Gözle Beklenen Davet, Geçmişin Gölgesi)

Aslında bir süredir Frodo'nun Fırtına Tepesi'nde Morgul bıçağıyla aldığı yara ve bıçaklanma olayının her sene-i devriyesinde yaranın Frodo'yu hasta etmesiyle ilgili bir şeyler yazacaktım. Erteleye erteleye yazamadım. Kısmet bu geceye dedim, şimdi de karamsar bir şeyler yazmayı canım istemiyor. Başka zamana kalsın. Şimdi size çok dikkat çekmeyen ama fark edildikten sonra insanın içine temel elementi umut olan bir güneş doğuran ayrıntıyı yazacağım. (ne kadar da ben olmayan bir giriş oldu bu)

He kitabı okumayanlara bir uyarı, OKUYUN. 

Şimdi biliyorsunuz Ayrık Vadi'den dokuz kişi, yüzüğü yok etmek göreviyle ayrıldı. Sauron'un dokuz yüzük tayfına karşılık, dokuz kişi... Orta Dünya'nın karanlığın karşısında düşmemesi için umutlar bu dokuzluya bağlandı.

Gandalf. Kendisi arif, orta dünyaya ne zaman geldiği, yaşı başı, gücünün sınırı pek bilinmeyen birisidir. Her kralın masasında yeri hazır, her büyük olayda yeri garanti bir abimizdir. 

İnsanlardan, Aragorn ve Boromir. Bunlardan Aragorn, Numenor soyundan ve İsildur'unvarisi, var olan en büyük insan krallığının tahtının asıl sahibi. Diğeri de o tahtın Vekilharcının oğlu Boromir. İkisi de soylu. 

Elflerden Legolas, Kuyut Orman elflerinin kralı Thranduil'in oğlu Legolas. O da prens yani. 

Cücelerden Gloin oğlu Gimli var. Bu arkadaş herhangi bir tahta aday falan olmasa da, kendi ülkesinde oldukça soylu bir adamın oğlu. 

Ve hobitler. Orta Dünya'nın kimsenin umurunda olmayan kendi halindeki ahalisi. Cücelerden daha ufaklar. Büyük ahaliden ellerinden geldiğince uzak durur, Shire ve çevresinde, kedi ufak hayatlarını yaşarlar. O kadar ki, entler onların varlığından bile haberdar değillerdir. 

Bu ahaliden tam dört kişi var kardeşlikte. 

Aslında Pipin ve Marry aslında gruba Elrond'un iradesi dışında katılıyorlar. Elrond son iki kişi için kendi ahalisinden birilerini düşünürken, Gandalf "yanıma koca koca elf beyleri versen ne olur, Mordor kapılarında orduları dize getirecek değiller, kısmetin nereden geleceği belli olmaz, bu ikisinin gelesi var, bırak bunlar gelsin" mealinde bir konuşma yapar ve ikiliyi gruba dahil eder. Aslında yazdığım ayrıntının ipucu Gandal'ın bu mealdeki konuşmasıdır. 

gözde sanki hafif bir şaşılık mı var?
Şimdi bu dört hobitten, Frodo, Pipin ve Marry kendi ufak ahalileri için önemli soy adları taşıyorlar. Hepsi geniş ve zengin ailelerin çocukları. Sadece Samwise, bir gariban bahçıvanın oğludur. Yani önemsiz görülen hobitlerin arasında dahi önemsiz biridir. 

Gel gör ki, hikayenin gerçek kahramanıdır. 

Kardeşlik dağılırken Frodo'dan ayrılmamayı başaran odur. Issızda kaybolmuşken yükü yüzük olan Frodo'nun dayanağı o olur. Gollum'a karşı gözünü hep açık tutan Sam'dir. Faramir'e bile güvenmez. Shelop hanımı yaralayıp Frodo'yu örümcek maması olmaktan kurtarır. Ki o Shelop, Sauron'un iradesiyle bile içten içe dalga geçebilen bir yaratıktır. Frodo'nun öldüğünü sanınca yüzüğü alıp görevi tamamlamayı kafaya koyar ama kısa süre sonra arkadaşının ölmediğini anlayınca önce onu kurtarmaya koyulur. Ve ve ve... Frodoyu kurtardıktan sonra, yüzüğü takmış olmasına rağmen, çok az bir zorlanmayla Froda'ya geri verebilmiştir. Yüzüğün tarihin de bunun bir eşi benzeri daha yoktur. Bilbo buna en yakınıdır ancak onun bırakışında Gandalf tatlı sert ve birazda korkutucu çabalarının etkisi büyüktür. Son olarak, Sam Frodo'nun pili bittiğinde ondan yüzüğü almak yerine arkadaşını sırtında taşımıştır. 

Anlamayan için özet geçecek olursam, Orta Dünya'yı en önemsiz halkın, sıradan bir bireyi kurtarmıştır. 

Tolkien bunu bağıra bağıra değil, sessiz sedasız, fazla göze batmayacak şekilde yazmıştır. Olayların sonunda, adına şarkılar yazılan Frodo'yu esas kahraman olarak görülürken, okuyucu bilir ki, asıl kahraman Samwise Gamgee'dir. 

Ve bununla böbürlenmez. 

Sam'in başarısını getiren değerlerinden bahsetmeden bitirmeyeyim. Sevgi, sadakat, doğru bildiği yoldan bazen kalın kafalılık olsa da sapmama, zafer için doğru ve güzeli feda etmeme, moralini bozmama, umutsuzluğa kapılmama... Bence Tolkien bize anahtarı vermiş. 

En önemsiz olan halka da olsan, erdemlerinle dünyayı bile kurtarabilirsin. 

12 Eylül 2017 Salı

Gerçeğin Biraz Ötesi

Oxford Sözlük 2016 yılının kelimesi olarak "post-truth"u seçmiş. Nedir post-truth? Nesnel gerçeklerin, insanların gerçeği algılama sürecinde duygu ve inancın gerisinde kalma durumu. Aslında doksanlı yılların başında ortaya atılan bu kavramın 2016'da popülerlik kazanmasının temeli Brexit ve Trump'ın başkan seçilmesine dayanıyor. Bu iki olayda kazanan tarafta bulunan siyasilerin ve destekçilerinin bariz yalanlarının seçimin kazanılmasında etkili olduğu, seçmenin algılarını bulandırarak nesnel gerçekleri göz ardı etmelerine neden oldukları yazılıyor. Facebook, Twiter, Google gibi internet devlerinin, paylaşım filtreleri nedeniyle, isteyerek ya da istemeyerek sonuca "olumsuz" etki ettikleri söyleniyor. Bla bla...
Boş verin seçimleri falan. Gerçeğin reddi, en büyük gerçekliğimizdir. 

Gerçeği reddetmek bir beceridir. Hatta kutsal bir lütuf bile sayabiliriz. İnsanlığın temel gerçeği, ki bunu içinde yaşadığımız doğadan miras almış bulunuyoruz, güçlünün  güçsüzü ham yapmasıdır. Daha bilindik ifadesiyle "büyük balık, küçük balığı yer."

Petrol gündelik hayatın en öncelikli enerji kaynağı olduğundan beri, petrol denizinde yüzen ülkelerin insanları ölüyor. Öncesinde kömüre sahip olanlar ölüyordu. Biraz öncesinde maden de işçi olabilecekler köle haline getirildi. Ondan da önce toprak işçiliğine köle ya da yarı köle edildiler. Ondan da önce başka bir şeyler işte...

Tüm bunlar, herkesin bildiği "nesnel gerçekler" değil mi? 

Peki yüz, hatta bin yıllardır onları inkar etmiyor muyuz? Kakao tarlasında çalışan ancak çikolatanın tadını bilemeyen çocukların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunu biliyoruz ama kılımız kıpırdamıyor. Yok sayıyoruz. Apple'ın çocuk işçi çalıştırdığını biliyoruz ama telefonundan çocuk haklarıyla ilgili Tweetler atacak kadar da riyakar insanlarız. Biraz değiştirerek söyleyeyim "medeniyet kahpelik, hakikat ise yüzsüzlük" ve bu yeni bir şey değil. 

Biz buyuz. Gerçekler işimize gelmediği için kılıflar, inançlar uyduruyoruz. Atalarımız kut olayının saçmalığını içten içe bilmiyorlar mıydı? Mısır'ın mimarları, piramitleri dikebiliyorlar ama bebekken altına ettiğini bildikleri firavuna tanrı diye tapıyorlar ve bunun gerçekliğine canı gönülden inanıyorlar, öyle mi? Hitler'e inanarak mı katliamlar yapıldı yoksa katliamlar istendiği için mi Hitler yaratıldı? 

Papalar, halifeler, krallar, sultanlar, emirler, generaller, önderler... Alayı katil değil mi? onları kahramanlaştıran bizim inançlarımız, duygularımız değil mi? Bir grubun tanrısal lideri, öbürünün şeytani iblisi değil mi? Bu hep böyle değil miydi? Hep böyle olmayacak mı?

Gerçekleri konuşmak isteyeceksek, doğu batı kuzey güney, her medeniyetin bir diğerinin kanı ve teri çimento yapılarak kurulduğunu, bunun sonunun olmadığını, böyle giderse acının dinmeyeceğini, farklı yolların aranması gerektiğini konuşalım. Susmak ve devam etmek de bir tercih tabii. 

Ne de olsa...

O çikolatayı yeyip, telefonu kullanmak, benzini yakmak, kıçını yumuşacık kağıda silmek istiyor insan. Bunların bedelini ödeyenleri kabullenmek salak vicdanına sığmadığı için de gerçeği görmezden gelmeyi ya da doğrudan inkar etmeyi seçiyor. Aslında insan medeniyeti kurduğundan beri gerçeğin çok ötesinde yaşıyor. Çok çok ötesinde, kendi gerçekliğinde. 


2 Mayıs 2017 Salı

Uçan Porselen Tabaklar

Yalnız değiliz!

1947 temmuzunda ABD'nin New Mexico eyaletinin Roswell kasabasında bir şey düştü. Tez canlı bir bürokrat, olayı örtbas etmenin harika bir yolunu bulduğunu düşündü ve düşen şeyin bir uzay aracı olduğunu açıkladı. Ertesi gün bu beyan yalanlandı ve daha makul bir kılıf, meteoroloji balonu fikri bulundu. Tabii artık iş işten geçmişti. O günden bugüne zaman zaman ana akıma giren, kendi yan akımını oluşturan UFOlara merhaba demiş olduk.

1950 yıllarla birlikte dünyanın her yanından UFO gözlemleri yapılmaya başlandı. Neden bu tarihten sonra? Çünkü atom bombası kullanmıştık ve iyi niyetli uzaylı kardeşlerimiz bu yeni silahın kullanımından son derece rahatsız olmuşlardı. Gelip evi yakmayalım diye bizi kontrol ediyorlardı.

Ama yaklaşmadan, göklerden izleyerek... Yerseniz, UFO sever komplocuların açıklaması bu. Kullanılan bomba ve sonrasında yapılan yeni bomba deneyleri, galaksimizin ötesine yayılan dalgalanmalar yaratmış. Yahu ışık hızında dalgalanma yaratsa, hala en yakındaki güneş sistemine gidemeyecek dalgalar, 2 yılda nereye ulaştı da bu varlıklar bizi kontrole geldiler diye soran olunca, kem küm... Kaldı ki güneşte her saniye o bombaların füzyonundan bin kat güçlü nükleer füzyonlar oluyor, kim nasıl ayrımına varmış bizim bombanın.

Dur ama salak durumuna düşmeyeyim çünkü çooook ve çoook gelişmiş teknolojileri olan varlıklardan bahsediyoruz burada. Füzyon farkını da ayırırlar, kendilerine ulaşmayan dalgaları da algılarlar değil mi? O kadar manyak teknolojileri var ki, ışık hızından hızlı hareket ediyorlar. Yalnız biraz salak da olabiliyorlar. Mesela geceleri bizim buraları gözlerken, uçan porselenlerinin ışıklarını kapatmayı unutuyorlar. O yüzden Ayşe'den, Carl'a her insan gözüne en az bir kere yakalanıyorlar. Bir de hala ışık yansıtıcı olaylarını da çözememişler, görünmezlik  kamuflajı falan sağlayamıyorlar kendilerine.

Teknolojik gelişimlerini bilmiyorum ama estetik gelişimleri epey değişti son yıllarda. Eskiden daha sert hatlı gemileri vardı. Bizim teknolojinin yumuşak hatlara kavuşması gibi, onların gemilerin hatlar da yumuşadı. Ayrıca son yıllarda daire olmayan yeni gemiler de yaptılar ama onlar pek tutmamış olsa gerek, fazla görünmüyorlar.

Zehir bir kere bünyeye girince kolay temizlenmez. Uzaylı dostlarımız da ilgi odağı olunca serpildiler. Antik çağ uzaylıları diye bir şey ortaya çıktı.(Eric von Daniken sağolsun) Keops'un mezar yapımında çalışan emekçi uzaylılardı tabii onlar. Amerikan yerlilerine de piramitler yaptılar. Yalnız orada içine koyacak despot bulamamış olsalar gerek, rasathane süsü verdiler oradakilere. Sümerli dostlarına benzer hediyeler verdiler. Onları daha da bir sevmiş olacaklar ki, yazıyı da öğrettiler. Sonra efendim Stonehenge'de bize teknolojide ilerledikleri kadar sürreal sanatta da ilerlemiş olduklarını gösterdiler. Hala tarlalara şekil çizerek sanat severliklerini sergileyebiliyorlar.

Bu kadarla kalsa iyi. Bunlar porselenleriyle gelip giden türü. Bir de bunların gelip gitmeyeni var. Replitiyanlar. Nam-ı diğer sürüngen insanımsılar. Tüm dünyayı antik çağdan bu yana kandırıyorlar. Aslında bütün yönetici sınıf, bu replitiyanlardan ve onların insanla olan kırmalarından oluşuyor, insanlar da onların kölesi. Hepimizi kandırmalarını geçtim, bunu tarih boyunca yapmışlar. Tabii emekli futbolcu (kafa toplarına çok hakim olsa gerek) David Icke'dan kaçamadılar. Yazdığı kitaplarla ve verdiği konferanslarla bu uzaylı aileleri bir bir ifşa etti. Koçum benim be! İnsanlar seninle gurur duyuyor.

Porselenler uçmaz arkadaşlar. Uçan şeylere biz uçak deriz, zeplin, helikopter deriz. Tüm bunların yaygın kullanımı da ne tesadüf ki, 20.yy'ın ikinci yarısına rastlar.

Roswell'de madden ne düştü bilmiyorum. Bir çeşit uçak ya da gerçekten de meteoroloji balonu. Zaten bunun da pek önemi yok. Manevi olarak düşen şey üç elma...

Birinci elma hükumetlerin kafaya düştü. Artık açıklamak istemedikleri deneyler için harika bir kılıfları vardı. UFO. Komplo teorilerini, o günden beri besler dururlar. Mesela ay operasyonları aslında Hollywood'un hangarlarında yapıldı diye iddialar mı ortaya atıldı? Hemen Neil'ın orada uzaylılarla temas ettiği komplosu gündeme gelir. Daha çaf çaflı olduğu için de bu tartışılır. Ruslar casus uçaklarını ABD semalarında mı gezdirdi? Halka bu söylenebilir mi? Tabii ki porselen tabaktı onlar. Zaten soğuk savaş var, hem ortam gerilmesin, hem de vatandaşlarımız onları koruyamayacağımız hissine kapılmasın.

İkinci elma von Daniken ve Icle gibi adamların kafaya düştü. Aslında bu ikisi adı bilindik örnekler. Basında ilk günden beri bu porselen hikayesinin ekmeğini yiyen çok. Porselenlerin yarattığı ekonomi oldukça büyük. Gazetelere tiraj, belgesel kanallarına reyting, saçma sapan vizyon filmlerine gişe sağlıyorlar. Arkeoloji dünyasında Recep İvedik havaları estiren Eric von Daniken, yazdığı kitaplar ve bunlara bağlı ek gelirlerden kazandığı parayla bu yazıyı okuyan  seni de, yazan beni de hayat poyu porselen tabakta hıyar yemeye ikna eder.

Üçüncü elma milletin kafaya düşecekken zaman durdu. O elma bir düşse herkes dünya dışı bilinçli yaşam hakkında hiç bir kanıtımız olmadığına ikna olacak ama dedim ya, zaman o noktada durdu.

Not: Din saçmalıktır diyen adam İsa'nın Muhammed'in aslında uzaylıların ajanları olduğuna kolayca ikna olabiliyor. Bazı manyaklar uzaydan gelmesini bekledikleri mesihleri gelmeyince toplu halde intihar edebiliyor. Bir iki tarikat -bağlantıyı çözememiş olsam da- uzaylıları beklerken toplu seks ve uyuşturucu partisi düzenliyor. Keşke gelseler de bizim soyumuzu kırsalar, hepimiz rahatlasak.