16 Eylül 2016 Cuma

Her Taraf Bok Kokuyor

Darbe, bizim için hükümdarlığın kendisi kadar eskidir. Bilinen ilk Türk hükümdarı Teoman oğlu Mete tarafından kanlı bir darbe ile yönetimden indirilmiştir. Mete'nin darbe gerekçesi ise babasının Çinli bir prensesten olma oğlunu veliaht ilan etmesiydi. Liyakate göre değil de, kafana göre iş yapmanın bedeli budur. Kişisel bir felaket. Gerçi çoğu zaman bundan çok daha fazlası...  

Aslında Tayyip'in de dediği gibi hayırlara vesile olabilecek bir olay oldu. Bu tarikatçı tayfanın başarısız girişimi zaten tıkalı olan lağımın son sızıntısını da tıkadı ve lağımı patlattı. Gel gör ki, yıllardır bok kokusunda yaşamaya alıştırıldığımız için, patlamış lağımın iğrenç kokularını alamıyoruz. 

"Balık baştan kokar" diyelim ve baştan başlayalım. Cumhurun başından. Fetonun şakirtleri kalkışmalarına başladıktan iki saat kadar sonra bir cep telefonu kameraya tutuldu ve büyük reis halkı meydanlara çağırdı. Daha doğrusu gönderdi. Çünkü kendisi nerededir bilinmiyordu. Başbakan nerede bilinmiyor. Başta içişleri olmak üzere, çoğu bakan kayıplarda. Biz yokuz ama siz halk olarak çıkın meydana, bizim rejimi koruyun. 

İnsanlardan buradaki saçmalığı görmesini beklemek boş bir beklenti mi? Biz bu devlete vergi veriyoruz. Bir kişi de çıkıp "yahu siz ne işe yararsınız, neden vergi veriyoruz" diye sormuyor. Yollar, köprüler paralı. Bazıları özelleştirilmiş. Elektrik, su desen, bu dönemde çoğu özelleştirildi. Kalan dağıtım şirketleri de özelleştirilecekler listesinde. Sağlık için bir yığın ek sigorta çıkardılar. Tüm bu yeni ödemelere rağmen hala bedava değil. Eğitim kısmen bedava. Sadece kayıt olurken zorunlu bağış var. Eğitimde asıl sorun kalite. Okula gitmeseler daha çok şey öğrenecek çocuklar.

Sen devlet olarak beni koru bari, değil mi? E cumhurunbaşı, büyük usta, has reiz onu da halka havale etti. Onun götü halk koruyor çok affedersiniz. 

Yani geldiğimiz noktada bizi korumakla yükümlü devlet, bizden onu korumamızı bekliyor.

Geçelim diyeceğim de, geçemiyorum. Bu Tayyip, her gün meydanlarda İnönü'ye hakaret etti. Bunun yalaka basını garez küfürler ettiler. Milli kahramanı vatan haini ilan eden oldu. Irkçılığından alkolikliğine... (İso'cum çok içmezdi. Savaş zamanı bile orucunu, namazını aksatmazdı.)

Dönüp düne bakıyorum. Bunların bir numaralı düşmanlarından İsmet Paşa, Talat Aydemir'in iki darbe girişimini bastırdı. Özellikle ilk girişimde kelle koltuktaydı. Her şey pamuk ipliğine bağlıydı. Belki kuvvet komutanları iktidardan yanaydı ama ordunun büyük kısmı darbeyi destekliyor yada bekle gör taktiği uyguluyordu. Böyle bir ortamda Paşa herkesten daha dirayetli durdu. Önce rejimi kurtardı, sonra girişimin kökünü kazıdı. Bunları halkı ortaya atarak değil, kafasını ortaya koyarak yaptı. İlk girişimden sonra Paşa'ya nasıl başardığını sordular. "Ben ölmeyi göze almıştım. Talat öldürmeyi göze alamadı. İnanç her zaman inançsızlık karşısında galip gelir" demişlerdir. Devlet adamı işte budur. Bu mis gibi kokudan sonra dönelim mi bugüne? Malum geçmişte yasayamıyoruz.

Tayyip ve AKP iktidarı hepimizin malumu artık. Adamlar seçimli demokraside şifre yazmış gibiler. Seçimlerde başarılı olup geri kalan her konuda başarısız oluyorlar. Sonra da "kandırıldık" diyebiliyorlar. Sahnede şarkı sözünü unutan şarkıcıya alkış ile destek veren halkımız da bu başarısızlığı ödülsüz bırakmıyor tabii.

Hani, insanın vicdanı, her türlü dış cezadan daha ağırdı? Bu adamlarda hiç mi vicdan yok? İnsanlıktan bu kadar mı nasipsizler?

İktidarları boyunca canavar haline getirdikleri dandik örgüt sonunda darbeye girişebildi. En fazla "halkımız bizi affetsin" falan dediler. Ya istifa onurlu bir davranıştır. Hata yapan onuruyla gider. Onurunuz da mı yok?

Sadece siyasi iktidar mı onursuz? Bu bok kokusu sadece onlardan mı kaynaklı? Askerler ne olacak? Hilmi'den Neco'ya kadar gelen tüm genel kurmay başkanları. Sokak köpeği kadar değeri bile saygıyı hak etmiyorlar. O köpekler bile bölgelerini korumak için canla, başla mücadele ederken, bu beceriksizler bölgelerine tecavüz ettirmiş. Öyle ya da böyle, milli ordunun şakirtleşmesine neden olmuşlar. Biri bile ne oluyor diyememiş. Ya diyememiş ya da dilsiz şeytan olmayı tercih etmiş.

Ya diğer kuvvet komutanları? Generaller? Bu yapıya dahil olmayanlar? Siz masum musunuz?

Öz dayımın içinde olduğu "ordudan kumpas ile uzaklaştırılmış subaylar" masum mu? Aciziyetleri o kadar aşikar ki! Onlar da hiç güzel kokmuyorlar. Bazıları bu adamlar ile mücadele etmiş olsa da, bir şey değişmez. Başarısız oldular. Görevini yerine getiremediler. Layık olmadılar. O kurmay havaları sadece balon çıktı.

Siz sadece öldürmek için değil, ölmek için vardınız. Yarın şehit erlerin, subayların, komutanların yüzlerine bakamayacaksınız.

Ölmekten bahsetmişken. Hulisi Akar'ı hala nefes almaya iten kuvvet nedir çok merak ediyorum. Bilerek ya da bilmeyerek büyük katkı sağladığı bir çete darbeye girişti ve şerefli genel kurmay başkanımız derdest edildi. Büyük ihtimal dayak yedi ve aşağılandı. Girişim başarısız olunca bu çöküntü halindeki büyük komutan da kurtarıldı. Dedim ki, makamı bırakır, belki de canına kıyar. Nerdeee? Adam çıkıp demokrasi mitinginde halka seslendi. Köprü açılışlarına konu mankeni oldu. Vay anasını diyorum. Bu vasattan da öte. Sefilliğin vücut bulmuş hali gibi. Bok kokuyor, bok!

Ya bunun şanlı kuvvet komutanlarına ne demeli? ORAMİRAL Bülent Bostanoğlu. Kalkışma gecesi halk devleti korurken, deveti korumakla görevli bu zat kendi götünü korumakla meşguldü. Nasıl kaçıp saklandığını, sonra da karakola nasıl sığındığını gazetelere anlatacak kadar da yüzsüz. İlk OHAL kararı bu şeref yoksunu amiralin soy adını "Bostankorkuluğu" yapmak olmalıydı. Görevin yerine getirmemekten ve Türk ordusuna hakaretten yargılanmalıydı. Askerlik görevi boyunca aldığı her kuruş geri alınmalıydı. Yok. Yakında madalya takarlarsa şaşırmam. Tüm bu bok kokusu arasında en yoğun koku bu adamdan geliyor. Aklıma geldikçe delleniyorum. Bünyesinde bulunmadığım ordu adına utanıyorum. 30 günlük askerken bu ülke için toprağa düşen erler için kahraloyorum. Şerefli Türk Ordusu tanımının yanına "ama şerefsiz komuta kademesi" diye eklenmeli.

Mit için ne desem ki? Dört buçuk yıl önce bu dandik örgütün kısmı saldırısına uğramışlardı. Alarma geçip canla başla önce devleti uyaracakları, umursanmazlar ise sızdırmalar ile milleti uyaracakları yerde yatmışlar. Bu adamların görevi kötü şeylerin olmasını önlemek. Olay olduktan sonra sorumluları bulmak değil. Muhalefetin peşine düşüp siyasi çalışmalar yapmak hiç değil. Zaten tarihi boyunca milli olamamış bu kurum hakkında ya da onun Hakan'ı hakkında konuşmak bile gereksiz.

"İstihbarat servisi hayalet gibi olmalı" mottosunu çok yanlış anlamışlar. Tersten uyguluyorlar. Yok gibi görünüp, var olmaları lazım. Bunlar biraz var gibi görünüyorlar ama aslında hiç yoklar.

Gelelim var gibi görünen ama aslında olmayan diğer kuruma. Muhalefet. AKP'nin seçim hilesi dediğim şey aslında bu arkadaşların basiretsizliğinden başka bir şey değil. Ekonomiden iç güvenliğe, dış politikadan milli eğitime, 14 yıl tek başına iktidar olup istikrar olamamaya, devletin temellerine körün görebileceği mayınlar koymaya... Her alanda başarısız olan bu iktidar, hala nasıl iktidar?

Osmanlı tarihinde "kaht-ı rical" diye bir tabir var. Günümüz diliyle yetişmiş adam yokluğu gibi bir anlamı var. Ülkenin her yerine sirayet etmiş olsa da, bu sorunun en ama en en fazla göründüğü yer siyaset. Ülkeyi yönetebilecek ciddi alternatifler yok. Bu hükumeti ABD, Rusya, İsrail, Suriye, İran, Barzani, PKK, IŞİD, Fetö... neredeyse kandırmayan kalmamış. Bunu ben değil, kendileri söylüyorlar. Kim var kandıramayan? Muhalefet.

Seks kaseti ile koltuğunu kaybeden mi, ilk seçiminde oy kullanamayan mı yoksa koltuğu uğruna partisini ateşe atan mı kandıracak bunları? Siyasi parti yerine sivil toplum kuruluşu olması gerekenlerden hiç bahsetmiyorum bile.

Aksine Akp onları kandırabiliyor. Bir örnek, 2002 seçimlerinin hemen sonrası. Tayyip millet vekili olamamış, anayasanın değiştirilmesi lazım. İmdadına Baykal yetişti. Dedi ki, halk bu partiyi ve bu lideri seçti, önünde duramayız. Anayasa değişti. Ülke bugüne göre günlük güneşlik bir halde yola devam etti. Ne zaman ki cumhurbaşkanı seçilecek, Baykal istemezük çekmeye başladı. E hani halkın isteği buydu? Yerseniz durum bu. Benim için yutması zor bir lokma bu. Mesele Baykal'ın çark etmesi değil, en baştan ne karşılığında anayasıyı değiştirmeye ikna olduğu. Nasıl kandırıldığı? Bok kokuyor.

Bu durumun müsebbibi günümüz idarecileri değil. Çok daha eskiden başlıyor çürüme. Gençlik enerjisini bilme yöneltmek yerine dinden hallice ideolojilere kim yönelttiyse, onlardır suçlu. Ve kim bu romantiklerden korktuysa, kitap okuma cezası verilmesi gereken gözü pek ama salak delikanlıları kim astıysa, onlardır suçlu. Siyaseti duvarlara afiş asmak ya da daha beteri afiş asanları dövmek sananların günahıdır bugünümüz. En sağından en soluna ya da en solundan en sağına... Nereden bakarsanız bakın, kirlettiler bu dünyayı. En çok da önemsedikleri, uğruna canlarını ortaya koydukları idealleri. Sonunda tanklar her şeyin üzerinden geçti. Geriye idealler değil, çıkarlar kaldı.

Hoş bence zaten devletlerin sadece çıkarları olmalı. Var olma nedeni de bu. Vatandaşlarına daha iyi bir hayat sunmak. Tüm vatandaşlarını eşit görmek. Her birine güzel bir yaşamını... Neyse konu dağılıyor.

Ne demiştim? İdealistler birbirlerini gırtlakladılar, sonra tankların altında ezildiler. Geriye sadece çıkarcılar kaldı. Kişisel çıkarları olan insanlar. Özal dönemine hapsetmeyin onları. 70'lerin Kara Oğlanı 90ların Eceviti aynı kişi değildir. Beceriksizliğin yenilmişlik ile kavrulmuş halidir o Ecevit. Cumhuriyet idealinden kopmuş, yaşlı bir adamdır. İdare etmeye çalışmıştır.

Siyasetin 90larına daha özel bir örnek olarak ben varım. Çocukken de en az bugün yapabildiğim kadar iyi laf salatası yapıyordum. Kelimeler bana her durumda çıkış sağlayabiliyordu. (Yazdığımdan çok daha iyi konuşurum) Tabii bir naiflik de vardı o zaman. Göstere göstere yapıyordum salatayı. Ak dediğime, beş dakika sonra kara diyebiliyordum. Ve inandırıcı bir yanım da oluyordu. İnsanlar kahkahalar ile birlikte "bunu siyasetçi yapın Ali abi(babam)" diyorlardı. Çünkü artık siyasetçi bu demekti. "Dündür, bugün gündür." saçmalaması artık 15 dakika öncesini yok saymak kadar süreyi kısaltmıştı. Anlatmak istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Özetlersem, siyaset ilk günden bugüne yalana muhtaç haldeydi ama hiç bugün olduğu kadar zavallıca muhtaç değildi.

Tayyip'i tarih unutacaktır. Beceriksizler arasında bir köylü kurnazı sadece. Tarih -eğer bugünlerin tarihi yazılırsa- ülkeyi liyakatli insan yetişmez hale getirenleri yazacaktır. Thomsen ile devrimcilik oynayanları ve onlara saldırmayı vatan sevmek sananları, işte sizleri amcalarım, dayılarım, sizleri tarih affetmeyecektir.

Geçelim.

En sevdiğim ve aslında en uzun olması gerek kısım. THE MEDİA

"Ümraniye'de bir evin bahçesinde bulunan el bombaları ile başlayan Ergenekon süreci ile..." Neler denmedi ki o süreçte? Temiz eller operasyonudur bu. Devlet bağırsaklarını temizliyor. Karanlık günler geride kaldı. Bu halka yanlış yapanlar cezalarını çekecekler. Daha neler neler?

"15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası, millet..." Hain çete çökertiliyor. FETO'nun tırnaklarını saklıyorlarmış. Milli orduya kumpası bunlar kurdu. Hainlerin itirafları kan dondurdu. Devlet FETÖ'den temizleniyor. O savcı da FETÖ'cü çıktı. Bu komutan ezelden beri... Daha neler neler deniyor şimdi.

Suçlular, örgütler, suçun niteliği... Her şey değişti. Değişmeyen merkez medya. Soru sormaktan aciz, sadece servis edilenleri haber diye kakalayan insanlar. Dün "suçlu" gösterdiklerini bugün konuk olarak yayında ağırlıyorlar. E dün konukları olanlar da bugün "sanık" durumunda. Bir ikisi ufak bir öz eleştiri yapar gibi yapıp "her şeyi biz biliriz" ayaklarına hemen geri dönüyor. Dünün ergenekon uzmanları bugün Fetö uzmanı olmuşlar. Programlar, programcılar, yapım ekipleri... Hep aynı kişiler. Hep aynı kişiler. Kendi isteği ile, beceremedik, sıçtık sıvamayalım diye giden yok.

Ve zenginler hee. İşini bu kadar yapamayıp, villa alacak kadar zengin olunacak kaç meslek var acaba? Siyaset, medya... Üçüncü de tek başına Sabri reiz mi? Yok o bunlara nazaran Messi olur.

Burası Türkiye, burada çok iyi gazetecilik yaparsanız ölmeniz gerekir. Vasatın üzerindeyseniz bir kaç yılda bir kovulmanız gerekir. Eğer 10-15 yıl aynı kanalda aynı saatlerde yayın yapabiliyorsanız gazeteci falan değilsinizdir. Ekran maymunundan hallicesinizdir.

Her hapse düşenin ya da kovulanın da gazeteci olmadığını söylemeye gerek yok tabii.

Bitti bu kadar. Gerçekten habercilik yapmaya çalışan bir avuç insana olan saygımdan mesleğe komple küfür edemiyorum. (Onlar zenginde değiller ve televizyonlarda görünemiyorlar.) İsim vererek küfür etmeye de gerek yok. Alayının...

(Demeden geçemem, ulan bari bu kadar sulandırmaydılar işi be. Yok tırnakları saklanıyormuş, yok evlilikleri hoca efendi ayarlıyormuş. Ah bir de Feto'nun seks kaseti olsa ne güzel olacaktı be, iç çekiyor alayı.)

Son olarak darbeyi durduran halkımız var. Baş'tan başladık, başın tabiriyle ayak olanlar ile bitireyim.

Medyamız ne güzel poh pohluyor. Tankları durdurdular, demokrasiyi kurtardılar. Beş para etmez siyasetçilerimiz methiyeler düzüyor. Bu milleti yenemezmiş kimse. Çanakkale ruhu, milli birlik beraberlik ruhu işte bu!

Bak, bak, bak... Biz neymişiz ulan? Peki nerede oldu bu darbe? Ankara'da belli başlı bir kaç bölge ve İstanbul'da daha az bölgede. Kaç kişi öldü bu şanlı direnişte? 200'den biraz fazla. Net bir sayı yok elimde tabii ki ama kaç kişi çıktı o gece demokrasiyi korumaya? Kendinize şunu sorun, makarna almaya çıkanlar mı daha fazla yoksa tank durdurmaya çıkanlar mı?

Kişisel günahımı çıkarayım. Darbe olacağına hiç inanmadım. Tiyatro falan da demedim. Olmazdı çünkü darbe yapabilecek adam ortada hiç bir şey yokken köprü tutarak kendini ifşa etmezdi. Olamazdı çünkü becerikli olsalar önceden yaptıkları kumpaslarda bu kadar maddi hatalar yapmazlardı. Olmazdı çünkü siyasi iktidarın desteğini kaybettiklerinden beri hiç bir işte başarılı olamadılar. Son kurşunlarını çaresizce kendi kafalarına sıktılar.

Haliyle çıkmadım tabii meydana falan. Zaten demokrasi denen bu gebeş tiyatrosuna hiç inanmıyorum. Başka bir yazıda yazarım bu demokrasi yalanını.



Gene de umudum var. Karmaşanın aleni, gizli, yoğun ya da düşük yoğunluklu olanını... her türlüsünü yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Aslında kusursuz bir anarşi içinde yaşıyoruz. Devlet ortadan kalkmış, zadece zorbalığı kalmış. İşte buradan bir yerden yeni bir düzen yükselecektir. Ne zaman, nasıl, bilmiyorum. Ben görür müyüm, onu da bilmiyorum. Elimde dile getirebileceğim hiç bir kanıtım da yok. Daha kötü günlerin yaklaştığını ise açıkça görüyorum ama... Ama işte, içimde bir yerde bir umut var. Bir parçacık ışık. Görünüp kayboluyor ama bazen o kadar güzel bir koku ona eşlik ediyor ki, tüm bu bok kokusunu bastırıyor. Belki sadece bir yanılsamadır. Çok istediğim bir hayaldir. Öyleyse bile...

İnsan beyni gerçek olamayacak bir şeyi hayal edemez.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Capone

"Hep bir bisikletim olsun istedim. Her gece Tanrı'ya dua ettim. Sonra Tanrı'nın çalışma sitilinin bu olmadığını anladım. Bir bisiklet çalıp beni affetmesini diledim." Bu muhabbeti ne kadar doğrudur bilmiyorum. Evet Capone buna benzer "anlamlı" demeçler vermeyi severdi ama bu demeci kime ne zaman vermiş muamma. Bulan olursa beni aydınlatsın. O zamana kadar bunu doğru bilinen yanlışlar listemde tutacağım. (Kurtlar Vadisi'nde kullanılan "bir kişiyi aynı günde üçün defa görürsem vururum" içerikli konuşmanın doğru olması bile bundan daha muhtemel.)

Bir de şunu söylemek lazım. Mafya kelimesi anlam genişlemesine uğramıştır. Aslında tek bir örgütün adıyken, önce Güney İtalya kökenli oluşumların genel adı olmuş, sonra tüm suç şebekeleri için kullanılmaya başlanmıştır. 




Amerikan iç savaşının üzerinden 50 yıl kadar geçmiş. Sanayi ülkesi olmuş Birleşik Devletler'in sürekli ihtiyaçlarından biri de "işçi" idi. Güneyden kurtardıkları zenci köleler yeterli gelmediği için çok esnek bir göçmen yasası uyguladılar. En çok hangi milletten göç aldılar bilemiyorum. Bildiğim şey 1940lara kadar fazla fazla Güney İtalyalı göçmen aldılar. 

Bize çok yabancı değil aslında. Batı Almanya benzer bir politika uyguladığında en çok göç veren ülkelerden biri olduk. Almanların Göçmen Bakanı (ya da bu ada yakın bir şeylere bakanı) "Biz işçi gelmesini istiyorduk, oysa sorunları, sevgileri, nefretleri, gelenekleri ile insanlar geldiler." mealinde bir açıklama yapmıştı.

Aynı durum 19.sunun sonu 20.sinin başı yüzyıllarda ABD için de yaşandı. Göçmen olarak gelen neslin çoğunluğu ötekilik durumunu korumak isterdiler. Bu insanlar Amerika'ya güle oynaya gelmediler zaten. Can derdiyle, aş derdiyle ülkelerinden kaçmak zorunda kaldılar. Göç ettikleri bu yeni ülkede ellerinden geldiğince eski ülkelerini yaşamaya çalıştılar. Onlardan önce gelen Avrupalı kuzenleri de, onları içlerine alma konusunda çok istekli değillerdi. Sonuç olarak Amerika'nın sanayi ve liman şehirlerinde Küçük İtalyalar, Küçük İrlandalar, Küçük Çinler oluşmaya başladı.

Göçmenlerin Amerika da doğan çocukları için durum farklı oldu. Onlar göz ucuyla da olsa gördüğü, seçkin (bembeyaz) vatandaşlardan biri olmak istediler. Amerikalı olmak istediler. Amerika ise onları da kucağını açıp kabullenmedi. Eski bir gelenektir bu, kölenin çocuğu köle doğar. İşçinin çocuğu da işçi olmalıdır. Amerika herkes yerinde kalsın dedi.

Çocukların anne-babaları da çocukların Amerikalı olmasını istemediler. Kendilerinden olanın, kendilerinden doğanın, kendileri gibi kalmasını, yaşamasını istediler. Güçlü bir milliyet, güçlü bir din vurgusuyla büyüttüler çocuklarını. Kapalı bir toplum olarak kalmak istediler. Her göçmen annesi, küçük oğluna baktığında "ya bizden olmayan bir kız ile evlenmeye kalkarsa" korkusu yaşamıştır.

Kısacası çocukları Amerika'nın ördüğü duvarlara tırmanmaya çalışırken paçalarından tuttular.

Amerika'nın batısının "vahşiliği" ile ilgili zilyon tane film çekildi. Bence asıl vahşi olan doğusuydu. Kimlik bunalımı ve yoksulluk bir araya gelerek cehennemi yarattılar. Bu benim tabirim değil. Aramızda Cehennem Mutfağı Mahallesi'ni bilmeyen var mı?

Suç sıradan hale geldi. Daha doğrusu yaşamak için zorunlu hale geldi. Zorlu coğrafya Arabistan'da kabileleri yaratmıştı. Zorlu toplumsal yapı Amerika'da çeteleri besledi. Güney İtalya'nın, İrlanda'nın feodal yapıları Amerika GANG'ler halinde altın çağlarını yaşadılar.



Bizim Capone çok basitçe anlattığım bu ortamda 1899 yılında doğmuş. Florida'nın İtalyan mahallesinde. Aslen Napoli kökenlidir. Bu önemli bir detay çünkü ileride içinde ve sonunda tepesinde yer alacağı İtalyan çete organizasyonları Sicilyalıların elindedir.

Çocukluğunda öyle çok ilgi çekici özellikleri yoktur. Okumaz, genç yaşta çalışmaya başlar. Genç dediğim 11 - 14 arası bir şeydi, tam hatırlayamıyorum. En belirgin özelliği kısa boyuna rağmen geniş vücududur. Yaşıtlarını pataklamakta zorluk çekmez. Bu da ona kavga konusunda kendine güven verir.

Bu yaşlarda sadece iş çalışmalarına değil, ileride gerçek işi olacak çeteciliğe de başlar. Bu çetelerden birinin gençlik kollarına* katılır. Öyle reis falan diye saygı duyulan biri değildir. Basit bir fedaidir. Bu yıllarda iki önemli şey oluyor. Bir kendisine "yaralıyüz" lakabını kazandıran yarayı burada çalışırken yanlış kıza sarkıntılık yapınca kazanıyor. Kızın abisi çiziveriyor. (Yarayı veren abi daha sonradan Capone'un fedailerinden biri olacak.) İki, bu dönemde Beş Nokta Çetesi'nin önemli adamlarından olan Johnny Torrio ile tanışır. Hayatını da bu Torrio değiştirir.

(*Cidden gençlik kolları var. Bir gurup genç ufak tefek ayak işleri yapar. Diğer yaşıtları ile sert, bazen ölümlü kavgalara girer. Adeta bir alt yapı gibi olan bu gençlik çeteleri üst yapılar ile bağlantılıdır. Sleepers izleyenler bu gençlik kollarını hatırlar.)

Torrio önemli biri. Beş Nokta Çetesi'nin önemli bir elemanı. Zeki adam. Alkol yasağı ve bunun getirilerini en erken fark edenlerden. Farketmesine ediyor ama çete lideri James Colosimo'ya fark ettiremiyor. Colosimo aşık olmuş o günlerde. Oyuncu-fahişe karışımı bir kadına. Onu mutlu etmenin peşinde. İşler ile ilgilenmiyor. Zaten ortamın kralı biziz diyor. Çetecilik savsaklanmaya gelmeyecek iş. Torrio güçten düşeceklerini fark ediyor ve Colosimo'ya darbe yapıyor. Çetecilikte kansız darbe olmaz.

(Colosimo gösterişli adamdır. Filmlerde ve GTA Vice City'de gördüğümüz ağır altın kolyeler, bileklikler falan takan adamlar bu Colosimo'nun parodisi gibi bir şey. Bu modayı ya yaratmış ya da zirveye taşımış. Torrio öyle değil. Gösterişsiz, sade biri. Hayatı da öyle. Gelir kalemlerinden ikisinden de uzak durur. Kerhane işletir, eşine sadıktır. Yasa dışı bahis oynatır, kumar oynamaz. Kaçak içki işinin getirisini ilk fark edenlerden ama öyle çok içki de içmez. Sıkı durun, koyu katoliktir.)

Torrio darbeden önce ya da hemen sonra Capone'nu Şikago'ya getirtir. Bizim Al basit bir fedai ve tahsilatçıyken keraneci olur. Evet, ilk görevi genel evlerden birinde başarı olmaktır. Olur da. Güzelce işletir mekanı. Kısa sürede kaçak içki işine geçirilir. Torrio'nun gözdesi ve sağ kolu olur.

Tabii kaçak içkinin tekeli bizim Beş Nokta Çetesi değil. Özellikle Kuzey Çetesi diye bilinen İrlandalılar ile sürekli sürtüşme halindedirler. Sonunda çatışmaya terfi edeler. Torrio ağır yaralanır ancak ölmez. Emekli olur. İşin başına Al Capone geçer.

Gerisi gazete haberleri. Bembeyaz Amerikalıların en korktuğu adam, "halk düşmanı" teriminin ilk muhataplarından olur.

Capone'un temelde 3 düşmanı vardır. Birincisi bahsi geçen Kuzey Çetesi adı ile bilinen İrlandalı çetedir. Halkı dehşete düşüren, Capone'a halk düşmanı adını kazandıran çete savaşları bu grup ile yaşanmıştır. Capone'un kelle kolutukta yaşaması da bu çeteyle olan savaşından gelmektedir.

Bir diğer düşmanı ise İtalyan çetecilik organizasyonu kontrol eden Sicilyalı yaşlılar tayfasıdır. Çeteci organizasyonda iki parti vardır. Gelenekçiler ve yenilikçiler. Capone yenilikçidir. Tek bir lider seçilip bu liderin her türlü anlaşmazlıkta karar verici olmasına karşıdır. Amerikan'ın gayri meşru çocuğu sonuçta. Daha demokratik bir yapıyı savunur. Her sorunun hep birlikte konuşularak çözülmesi gerektiğini savunur. Bu savaş daha gizli kapaklı yürür ama Kuzey Çetesi ile olan savaş kadar tehlikelidir.

Ve üçüncü savaş, Capone VS gariban Şikago Eyaleti. Bu en tehlikesiz savaştır. Çünkü kelle koltukta yürümez. Para yedirme, satın alma ve kanunlardan sıyrılmaya dayanır. Bu savaşta nadiren silahlar konuşur. Zaten düşman, Capone daha ortaya çıkmadan yozlaşmıştır. Nadiren bir kaç reformcu savcı, politikacı "çeteleri bitireceğiz, Capone'u adalete teslim edeceğiz" sloganıyla ortaya çıksa da sadece toplumun gazını alabilmişlerdir.

Biraz daha yakından bakarsak.

Siz hiç polis olan seçkin aile çocuğu biliyor musunz? Baba cerrah, oğul karakolda polis. Anne üniversitede kürsü sahibi, oğlu cinayet masa da dedektif. Dede sanayici, torun maliye polisi. Anlatmak istediğimi anlıyor musunuz? Yerel polis şefleri para ile satın alınmak için en kolay insanlar olabiliyorlar. Hepsini satın almaya da gerek yok. Bir iki üst düzey köstebek dün de işiniz görürdü, bugün de görür, yarın da görecektir.

(Darbe sonrası notu: Fetö'ye bağlı savcıların falan çocukları hep asker olmaya kalkışmış. İşin içinde bir bit yeni olduğunu anlamak için bu girişlere bakmak bile yeterliydi. Az biraz kaymak tayfadan çok az polis asker çıkar.)

Savcı hakimler daha klas adamlar olabilirler. Ancak onlar da eyaletin iç politikasına ve idaresine göbekten bağlı adamlar. Çoğu Capone'un ödeme listesinde olan Belediye tarafından engellenir. Arada birkaç göstermelik dava olsa da, jüri korkutularak, hakim satın alınarak bu davalardan kolayca yırtardı Capone. Çok sıkıştığında kısa bir süre ortadan kaybolur ya da farklı bir eyalete (Miami, Florida) tatile kaçardı.

Basın da çok güzel. Büyük çoğunluğu Capone Ödeme Listesi üyesi. Ödeme listesine girmeyenler işçi sendikaları ile sorun yaşıyorlar. Çünkü sendikalar da ödeme listesinde. Hatta sendika ile sorun yaşayan büyük bir gazete sorunu çözmesi için Capone abisinden yardım istemiştir




Ona sorulunca bir çeteci olduğunu kabul etmiyordu. Severdi gazetelere demeç vermeyi. Sorulunca "iş adamıyım" derdi. İçki kaçırdığını inkar etmiyordu. Bunun yasak olması benim suçum değil diyordu. İspatlanırsa cezama razıyım diyordu. Zenginim, beni kıskananlar var. Can güvenliğim için silahlı korumalarım var. Bunun nesi çete? Başkanın korumaları yok mu?

Aslında kendi içinde tutarlı da. Sivil hedefleri yok. Hakkında olumsuz haber yapan idealist bir gazeteci vardı, onu öldürmeye hiç yeltenmedi. Bu bakımdan tüm devletlerden daha temiz sicili var.

Çok uzadı biliyorum. Meraklısı olmayan okumayı çoktan okumayı bıraktı. Bırakmayanlara söylüyorum, asıl konuya yeni geldik.

29 buhranı parasına para katmadı ama fakir babası rolü gücüne güç kattı. Aş evlerinde ABD hükumetinden fazla yoksul doyurdu. Halkın bir kısmı için gerçek kahramandı artık. Ünü okyanusu aştı. Sadece İtalyan göçmenler için değil, bazı sosyalistler içinde kahramandı artık. Avrupadan kalkıp onu görmeye gelenler elit sosyalistler oluyordu. Gerçi Capone bu işlerden anlamıyordu. Gelen hayal kırıklığı ile ayrılıyordu. Yine de iddia ediyorum. Capone ben sadece iş adamı değilim, ezilmiş İtalyan göçmenlerin babasıyım deseydi, adı bugün çok daha farklı anılırdı.

Onu yaratan babalara, yoksulluğa ve ABD'ye meydan okumanın bedelini ödeme vakti geldi. Roosevelt bilgilendirildi. Bu işi halledin emri alındı.

Yerel mahkemeler Capone'un gücüne boyun eğdikleri için kullanışsızdı. Fedaral bir mahkemede yargılanması lazımdı. Ama işim kötü yanı, federal bir suçu yoktu adamın. Hakkındaki suçlamalar federal suç kapsamına girmiyormuş. Bu kısımlar biraz teknik olduğu için işte... Tam anlamadım ben de, yani zamanında anlamıştım da, Amerikan hukuk sitemi üzerine master yapmadığım için tabii...

Federal suç olacak bir şeyler ararken Capone için çalışan bir bahisçinin muhasebe defterlerine ulaşıldı. Kimin ne kadar geliri olduğunun kabak gibi ortada olduğu bir liste. Gerçi defter şifreli ama çözmek zor olmuyor. Gelirlerin büyük kısmı Alfonzo Capone'a ait. Çok büyük paralar kazanılmış da, ne kadar vergi ödenmiş?

Vergi kaçırmak ABD'de federal bir suçtur.

Büyük çete liderinin sonu buradan gelecektir. Adam tek kalem gelir beyanında bulunmamış. Bir kaç yıldır vergi ödememektedir. Nasıl ödesin ki? Adamın yasal bir geliri yok. Suç bahane, Capone'un ortadan kalkacak olması şahane dediler. Federal mahkeme kuruldu, kara paranın vergisi niçin vermedin diye soruldu. Kesin olmamakla birlikte avukatlara "yakarız sizi" denildi. Çünkü hayatımda duyduğum en saçma davadan müvekkilleri bir kaç yıl da olsa ceza aldı.

(Capone Alcatraz'da çürürken annesi başka bir avukat tutuyor. İlk avukatların ciddi bir savunma yapmadıklarını söyleyen de bu yeni avukat.)

Önce normal bir hapishaneye gönderiyorlar. Koğuşta kalıyor. Çevresine adam toplaması hiç de zor olmuyor. Toplamak da zorunda çünkü sürekli hayati tehlikesi olan biri bu adam. Öyle düşmanlarından gelen bir tehdide ihtiyacı yok. Müebbet yemiş herhangi bir suçlu "Capone'un katili" etiketi için ilk fırsatta öldürebilir bu adamı.

Bir iki ufak olay dışında vukuatsız geçiyor bu süre. En büyük derdi annesi ile konuşamamak. Capone da olsanız bir ananın çocuğusunuz. Annesi İngilizce bilmediği için görüş günlerinde çok konuşamıyorlar. Çünkü dünyanın her yerinde çetecilik gibi bir suçtan içeri girdiyseniz resmi dil dışında ne görüş yapabilirsiniz, ne mektup yazabilirsiniz.

Bir sabah habersizce gardiyanlar basıyor koğuşu. Apar topar alıyorlar Capone'u. Farklı bir ceza evine nakli çıkmış. Çocuğunun fotoğrafı dahil hiç bir eşyasını almasına izin vermeden bindiriyorlar trene. Yolculuk Alcatraz'a.

Geldik son kısıma. Alcatraz Adası. Adı bile bir ürpertmiyor mu yaa? Aslında Pelikan Adası gibi bir anlamı var. yine de Alcatraz deyince işte...

Bu hapishane Amerika'nın en cafcaflı şehirlerinden San Francisco'daki körfezde. Şehre sesini duyabileceğiniz kadar yakın. Ancak gidemeyeceğiniz kadar uzak. Bu işkencenin daha ilk kısmı oluyor. Alcatraz'da mahkumların isimleri yok. Sadece numaraları var. Dışarıda piyon da olsanız, şah da fark etmiyor. İçeride sadece bir numarasınız. Kişisel hiçbir eşyaya da izin yok. Tek tip kıyafet. Hatta kışlık ve yazlık giysiler bile aynı anda giyiliyor. Yok öyle ben üşüdüm bugün kışlık giyineyim falan. Tek tip hücre. Çalışmalar dönüşümlü, herkes zamanı gelince her işi yapmış oluyor. Hobi odasının falan hayali bile olamaz. 63 yılında burası kapatılırken hapishanelerden sorumlu bakanın itiraf ettiği gibi "Alcatraz ceza ile intikamın birbirine karıştığı yerdi."

Yeterli mi? Yetmez. Buradaki mahkumların çoğu cani. Diğerleri de farklı halk düşmanları, yani siyasiler. Ortam isyana ve toplu harekete müsait. Sorun şu ki; Capone lideri olmadı hareketlere katılmaz. Diğer mahkumlar ile birlik olmaz. Bu da çamaşır odasında 10 kişinin üzerinize çullanması demek oluyor.

Yeterli mi? Yetmez. Son bir sorun var. Capoen büyük ihtimal ile kerane işletirken korunması gereken bir düşmandan korunmayı atlamış. Hasta. Frengisi var. Ne var canım bunda? Tedavi olsun. Olamıyor. Çünkü mermiye kafa atan bu goril kılık abimiz iğneden korkuyor. Kan testi yapmak için kan almaya kalkılınca bile küfrün tehdidin biri bin para. Şimdi bu adamdan nasıl omuriliğinden sıvı aldırsın?

Aldıramadı tabii. Tam teşhis asla konulamadı. Alcatraz'ın muhteşem fiziki ve zihni şartları sağ olsun, hastalık kısa sürede beyine sıçradı. Bir gün Capone'u kafayı sıyırmış olarak odasında buldular. Frengi tedavisinde penisilin kullanılan ilk hasta oldu ama yetmedi. Kısa süre sonra genç yaşta ölüp gitti.



Şimdi ben bütün bunları neden yazdım? Kime ne Al Capone'dan? Ben tam anlatamamış olsam da zorlarsanız iki konuyu çok net anlarsınız.

İlki bir suçu ortadan kaldırmanın tek yöntemi onu var eden şartları ortadan kaldırmaktır. Sonuçlarını temizlemek değildir. Kaç tanesini öldürürseniz öldürün fark etmez. Bataklığı kurutmadan sivri sineklerden kurtulamazsınız.

İkincisi bir soru. Bir suçluyu suçundan dolayı mahkum edemiyorsak, farklı bir suçtan içeri tıkarak adaleti sağlayabilir miyiz? Yani adalet sistemini bir intikamcı olarak kullanabilir miyiz? Bakın bu soru önemli. Çünkü buna "evet" dersek intikamcılığı meşru kılarız. O zaman da iş herkesin kendi adaletini sağlamasına kadar varır. Bu çok anlaşılır olmadı ama daha sonra farklı bir yazıda bunu telafi ederim. 

3 Temmuz 2016 Pazar

Halk düşmanı

Baya uzun süredir bir şeyler yazmıyorum. Aslında hep niyetim var ama tembellikten bir türlü kurtulamadığım içim hep niyetlendiğim ile kalıyorum. Açıkçası artık depresyonda değilim. Yani yazmaya falan ihtiyacım yok. Gerçekleri kabullenmek lazım. Ben akademisyen olmak için değil, askerlikten kaçmak için üniversite okuyanlardanım. 

Neyse efendim, bu bahsettiğim yazma niyetlenmeleri son zamanlarda sadece Al Capone hakkındaydı. Bir yıldan fazla oldu, bu zat hakkında güzel bir biyografi kitabı okuyalı. O zamandan beri hayatı ve özellikle ortadan kaldırılması ile ilgili iki lakırdı eylemek niyetini hep taşıdım. (lakırdı eylemek) Taşıdım taşımasına da, bir türlü kendim beğenemedim yazdığımı, hep sildim yazdıklarımı. Zamanla olayların bir kısmı kafamdan silindiği içinde iş yarına kaldıkça daha da olmaz oldu. Çünkü varmaya çalıştığım yere varmak için "doğru bilgiye" ihtiyacım vardı. E kafada bayatlayan bilginin doğruluğundan da pek tabii ki şüphe ederim. 

Arkadaşlar arasında konuşurken şüpheli olan şeyleri bile gerçek gibi söylemekten pek de çekinmem. Atalar doğru demiş, söz uçup gidiyor. (Kimse gizli kayıt almıyorsa tabii) Yazı ise öyle değil ki. Yadın mı bitti. Kalır o. Şurada hepi topu yirmi-otuz okuyucumuz var, onlara da yalan yanlış şeyler yazmak istemem. Ben istemem de, bunda sakınca görmeyen çok insan var. Son gördüğüm örnek kafamı çok attırdı, ondan yazıyorum zaten bunu. 

Ahan da bu.

Ahmet Altan denen terbiyesiz, izlediği filmi gerçek sanmış, bu yalandan hareket ile bir şeyleri bir şeylere... Yaa senin temel çürük be kardeşim. Adının başına gazeteci koyunca gazeteci olmuyorsun. Bir zahmet önce filmin kurgusu gerçeklere ne kadar uyuyor onu araştır. Sonra Capone ile Tayyip arasında bağlantı kurmaya çabala. Kaldı ki bu adamdan Caponu'un ortadan kaldırılmasında yaşanan adaletsizlikleri anlayıp bu konuda düşünmesini ve yazmasını bekle. 

Canım iki şeye yandı. İlki bu adamın isminden önce yazılabilecekler. Yazar, düşünür, gazeteci, aydın... Tüm bu tanımları birileri bu adamın adından önce yazıyor. Çetin Altan'ın değil de, başkasının oğlu olsa kaçı yazılırdı acaba adının altına? Bence "halk düşmanı" tanımını Capone'dan çok daha fazla hak ediyor. Belki de Tayyip'ten bile fazla. Çünkü toplum için en önemli yerleri bu ve bunun gibi "çakma insanlar" işgal ediyor.

İkincisi daha çok canımı yaktı. Tamam, Capone'a hayran falan değilim ama Tayyip ile de kıyaslamam. İkisinin "çete reisliği" arasında dağlar kadar fark var. Biri sistemin yozluğundan doğdu, öbürü meyilli sistemi tamamen yozlaştırdı. 

Çok anlatamadım derdimi galiba. Olacak bu kadar. Hamlamışız. Hem benim de adım Ahmet sonuçta. 

1 Nisan 2016 Cuma

Asal

Yaşamın matematiği vardır. Bir de yaşamanın matematiği var. İlki çok karmaşık bir matematiktir. Fiziğin bizim evrenimizdeki yasalarınca belirlenmiştir. Kişisel değildir, herkes için aynıdır. Herkesten kastım insanlar değil sadece. Tek hücrelilerden memelilere, her yaşamdan bahsediyorum. 

Yaşamanın ise çok daha basittir matematiği. Tek işlem içerir. Bölme. Yaşamın size getirdiklerini bölersiniz. Çocukluk evresi bir bölümdür, Ergenlik farklı, olgunluk farklı, ikinci çocukluk farklı bölümlerdir. Okulda geçen yaşam ile evde geçen yaşam net bir şekilde ayrılır. İş, işte kalır. Arkadaşlar ile kafa dağıtmaya gittiğinde evdeki çocuk yaşamında yoktur. Tatildeyken iş stresi yoktur. Geçiş dönemleri bazen gri bir hal alsa bile, aslında bıçakla kesilebilecek kadar keskindir çoğu zaman. 

Büyük küçük fark etmez, hayatı bölersin. Bazı bölümler daha zorludur, bazıları daha basit. Bazı bölümler keyifli, bazıları sıkıntılı. Birbiri ardına gelirler ve geçerler işte. Yaşamanın matematiği budur. İster acı çoğunluk olsun, ister tatlı, yaşamanın esası onu bölmektir. Ve bölersin. En azından çoğunluk için böyledir. 

Fakat bazı insanlar asal sayılar gibidirler. Yaşamı bölümlere ayıramazlar. Değişmezler demiyorum. Değişirler elbette. Onların karakterinin de dün, bugünü ve yarını vardır. Asallık içlerindedir. 

Dünü yarından ayrıştırmayı başaramamaktır. Dün yaptığı hatayı bugün ve yarın kafasının içinde tekrar tekrar yaşamaktır. Geçti, güzeldi ama bitti, berbattı ama geride kaldı diyememektir. Belki de yalana kanamamaktır. Kanmış gibi görünüp, içten içe gerçeği bilmektir. 

Şanlı bir kaybetme destanı değildir asallık. O destanları asal olmayanlar yazarlar. Kaybetmek de değildir ki asallık. Kazanmak hiç değildir. Övünülecek ya da yerilecek bir farklılık değildir. Hata da değildir. Yanlış yazılmış bir kod değildir. Hayatı biraz daha zor yapar, belki bazıları için çekilmez kılar. İşte onlar kendilerine bölünürler. Sonunda gerçekliği kesin olan sayı, yani "bir" elde ederler. Yaşamda kesin olan tek şeyin ne olduğunu biliyorsunuz. Ne demek istediğimi anladınız. 

Bazen bir ideal, bazen aile bağları, bazen bir bağımlılık, çoğu kez aşk denen yanılgı insanı asal hale getirir. Ufak bir şanssızlık. Bölünmeden, yani gereğini yapamadan geçer gider ömür. İsviçreli bilim adamlarına sorarsanız size asalların genellikle erkek olduklarını söylerler. 

Bitti.