
Çıplak gözleriyle gökyüzündeki yıldızlara bakan ilk insanlar da, yörüngeye yerleştirdikleri uzay teleskoplarıyla evreni inceleyen bilim adamları da aynı sonuca vardılar. Evrenin günleri sayılıydı. Belki bizim anladığımız anlamda günler, yıllar, yüzyıllar sonra değil ama yeterince uzun bir zaman geçtikten sonra evrenimiz de ışık olmayacak.
Evrenin sonunun nasıl geleceğiyle ilgili farklı teoriler var. Çekim kuvveti tüm maddeyi tek bir kara delikte toplayabilir. Genişleme hızı artarak büyük yırtığı meydana getirir ve molekülleri bir arada tutan bağlar kopabilir. Ya da genişleme hızlanmasa da, sonsuza kadar devam ederek en yakın ışık kaynağını bile görünemeyecek kadar uzaklara taşıyabilir. Nasıl olacağını kesin olarak bilemiyoruz ama sonun devamında ne olacağını biliyoruz.
Karanlık.
Bunu aklınızda tutun, evrenin sonundaki gibi olamasa da, biz de yazımızın sonunda karanlığa döneceğiz.
Çok uzak gelecekten, yakın geçmişe dönelim. İki bin dört yüz yıl önce, Yunan filozof Platon Mağara Alegorisi’ni ortaya atmıştır. Örneğine göre bazı insanlar bir mağarada zincirli haldedirler. Görüş alanları duvarların ötesine kapalıdır. Mağaranın girişinden içeriye ışık süzülür, duvarlarda gölgeler dans eder. Zincirli insanlar gördükleri gölge oyunlarını gerçeklik sanmaktadırlar. Günün birinde, duvar izleyenlerden biri zincirlerini kırar ve mağaranın dışına çıkar. Farklı bir gerçeklikle karşılaşır. Önceden bildiğini yalanlayan bir gerçeklik. Mağaraya döner, arkadaşlarına gördüklerinden, gerçeklerden bahseder. Kimse inanmaz ona. Kimse duvardaki gölge oyunlardan öte bir gerçeklik olduğuna inanmaz.
Platon bu örnekten yola çıkarak iki faklı dünya olduğunu, bedenin nesneler dünyasına, zihninse bunun ötesine ait olduğunu açıklamaya çalışır ama bizim için gerçekliğin sorgulanabilmesi açısından bu örnek yeterlidir.
Biz çevreyi nasıl algılarız? Dokunarak, koklayarak, işiterek, tadarak ve görerek. Evet duyularımızdan bahsediyorum. Beş duyu organından beyine giden sinyaller bizim gerçeklik algılımız oluşturur.
Peki duyularımıza ne kadar güvenebiliriz?
Bir televizyon programında görmüştüm, gözleri bağlanmış yarışmacılar önlerindeki nesnelere dokunarak, dokunduklarının ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyorlardı. Fare ölüsünü, yumuşak güzel bir pelüş oyuncaktan ayırmak gerçekten zor olurdu. Sadece duyarak dijital kayıtla, gerçek kuş sesini ayırt edebileceğini iddia eden var mı? Peki, yiyecekler dışında tadını alarak nesneleri tanımlayan biri var mı? Aramızda eğitimli bir tazı olmadığına göre koklayarak çevresini tanımlayacak kimsenin olmadığını var sayıyorum.
Geriye kaldı, görme duyumuz. Gözlerimizi diğer duyu organlarının toplamından bile daha fazla kullanıyoruz. Dilimize de yansınmıştır bu. “Görmeden inanmam” deriz. Bir kuşun fotoğrafıyla, kuşun kendisini karıştırmayız. Ya da ölü bir fareyi pelüş oyuncak olarak algılamayız. İnsanları birbirinden ayırt etmede koklamadan çok daha fazla işe yarar. Demek istediğimi anladınız. Evet, görme duyumuzun yanıldığı durumlar da vardır. Bazı ilizyonlar, kandırmaya yönelik hazırlanmış tuzaklar... Günlük hayatta bize bir şey ifade etmeyen algı oyunlarından ötesi değillerdir.
Görme, kesinlikle en güvenilir duyumuzdur. Bu yüzden en büyük yanılgımızın kaynağı olmaya adaydır. Buraya da tekrar döneceğiz ama şimdi çok daha somut bir örneği incelemenin zamanı geldi.
Tarihin en ünlü bestecilerinden biri, Ludwig von Beethoven’dır. Kendisi müzikle ilgili olmayanlarca sağır olmasıyla bilinir.
İşitme engeli doğuştan değildi. Otuzlu yaşlarının başında başladı ve görece ağır ilerledi. Beethoven işitme duyusunu kaybederken, müziğine devam ediyordu. Zirve noktası sayılan 9. Senfoni’ye başladığında bizim bildiğimiz anlamıyla tamamen sağırdı. Bizim bildiğimiz anlamda diyorum çünkü dişlerinin arasına aldığı metal bir alet sayesinde enstrümandan gelen titreşimleri hissedip, bir anlamda çıkan sesi duyabiliyordu. Beethoven sağırdı ama çevresine sağırdı. Kendisine değil.
9. Senfoni’nin muhteşemliği yılların deneyiminden mi kaynaklanıyordu yoksa sağırlıktan mı? Bu sorunun kesin bir cevabını veremeyiz. Zaten mühim de değil. Bu sorunun soruluyor olabilmesi bile bizi bir noktaya getirmek için yeterli. Az önce soyut olarak anlatmaya çalıştığımız, “duyulara güvenemeyiz” önermesinin tarihe geçmiş bir örneği gibidir Beethoven.
“Sağır” olarak tanımladığımız birinin tarihin en önemli bestelerinden birine imza atması, en az Platon’un Mağara Alegorisi kadar gerçekliğimizi sarsacak bir olaydır. Zaten sanat tam olarak bu değil mi? Zihinsel dünyadan, fiziksel dünyaya düşen bir parça. Bazen meteor kadar sert ve yıkıcı, bazen kar tanesi gibi yumuşak ve örtücü.
Bir hikaye okumuştum, olay Antik Yunan Medeniyeti’nde, belki de biraz daha öncesinde geçiyordu. Şehrin hakiminin kızı, sıradan bir askere aşık olmuş. Ayın en parlak halini aldığı gecelerde, şehrin dışında bir tepede buluşur, aşklarını yaşarlarmış. Zaman geçmiş, savaş gelmiş. Askerlerin yola çıkmasından önceki gece, ayın en parlak olduğu geceymiş. Kız buluşmaya elinde katranla gelmiş. Askerin ay ışığıyla kayaya vuran gölgesini elindeki katranla kaplamış, bir nevi gölgeyi boyamış. Askerin gelemeyeceği gecelerde, bu boyalı kayaya bakarak askeri orada hissedebilecekmiş. Gerçekliği kırmak için, boyamayla yapılmış bir araç. Bildiğimiz anlamıyla, ilk resim.
Saray ahalisi kızın gölgeye aşkını görmüş, onu daha gerçekçi kılabilmek için, gölgesi kayaya aynı şekilde vuracak bir heyken dilmişler. Gerçekliği daha da kırmak için araç daha. Bildiğimiz anlamıyla heykelcilik.
Hikayede anlatıların yaşanmış olması pek muhtemel değil. Böyle anlatınca gerçekmiş gibi oluyor değil mi? Edebiyatın gerçeği kırmak için kullanımı?
Gerçekliği kırmak dediğimiz, bir başka gerçekliğin iz düşümü olamaz mı? Evrenimizin sonunun ne zaman ve nasıl geleceğini bilmediğimizi yazının başında bahsettim. Aynı şey başlangıç için de geçerli. Büyük patlamadan önce ne vardı? Mutlak tekillik mi? Peki ondan önce? Zaman ileri doğru olduğu kadar, geriye doğru da sonsuzdur.
Sonu olmayanın, başlangıcı da yoktur.
Belki bildiğimiz evrenden önce, defalarca farklı evren deneyimleri yaşandı. Gerçeklik de her deneyimde değişti. İz düşümü dediğimiz, farklı evrenlerin gerçekliğidir. Belki de, hali hazırda var olan paralel evrenlerden düşen parçalar? Konuyu daha da karmaşıklaştırmaya, gelişmiş fiziğin diliyle konuşmaya gerek yok. Söylemek istediklerimi anlamışsınızdır.
Gerçek olduğundan emin olmaya en yakın olduğumuz şey karanlıktır. Başladığımız yere döndük, karanlığa… Peki mutlak karanlığı nerede aramalıyız. Bir ağma ışığı algılayamaz. Bu yüzden onun için her şeyin karanlık olduğunu varsayabiliriz. Beethoven’ın duyamayacağını varsaydığımızda yanıldığımız gibi yanılırız.
Ters giden tıbbı müdahale sonrası görme yetisini kaybeden bir İngiliz, hayatta en fazla görmek istediği şeyin karanlık olduğunu söylemiş. Yanlış anlamadınız. Hastanın raporuna göre bildiğimiz anlamıyla ışığı algılaması imkansız. Yine de kendisi karanlıkta olmadığını, devamlı dans eden renklerin gözünün önünden gitmediğini söylüyor. Renkler devinim içinde birbirlerine dönüşüyor, şekiller oluşturup dağılıyor, Tekrar farklı bir hikayeyle var olmaya başlıyorlar.
Bunu siz de yapabilirsiniz. Yorgan altına girip gözlerinizi sıkı sıkı kapatın. Işığın can vermediği renkler gözünüzün önünde dans etmeye başlayacaklar.
Gerçekliği tanımlamak için en güvenilir duyumuzun görmek olduğundan bahsetmiştik. Bunun en büyük yanılgımız olabileceğinden de. Işığın olmadığı, duyunun çalışmadığı yerde, mağaranın duvarını görüyor olabilir miyiz?
1969 yılında, kırk yıllık görme engelinin ardından yapılan operasyonla gözleri açılan Maksut Aydoğdu “hayallerimde insanlar, dünya daha güzeldi. Gördüklerimi beğenmedim” demiş. Kendi gerçekliğinden ortak olana düşmek gibi…
Ludwig von Beethoven “bize sağır” olarak bestelenmiş en güzel eserlerden birine imza attı. Peki, gözleri bize kör olan birinin yapacağı resim? Diğer duyu organlarının yardımını kullanarak yapılan, bizim gerçekliğimizin taklidi olacak bir eserden bahsetmiyorum. Kendi gördüklerini resmedebilmesinden bahsediyorum. Başka kimsenin bilmediği, hepimize yabancı, gerçekliğe bizim hiç olamayacağımız kadar yakın. Işığın değil, karanlığın kalbinden çıkan renkler. Hepimizi içine çekecek, etkisini hücrelerimize zerk edecek bir eser.
Bir gün yapılabilir mi?