Eğer insan beyninin yaydığı frekansların gözle görülür renkleri olsaydı, dünyanın en renkli alanları hastahaneler olurdu. Bir de "insan, beyninin %10'unu kullanır" klişesini hastahanelerde, özellikle yoğun bakımın kapısının önünde geçerli değildir. İçeride can çekişen yakınını bekleyen insanlar "an"dan bile daha kısa sürede zilyon şey düşünür. Duygudan duyguya sert geçişler yaparlar. Bir an kahkaha atmak üzereyken, sonraki anda sinir krizinin kapısına dayanır. Tüm duygular birbirine karışır. Gözlerinden bunu okuyabilirsiniz. Hiç bir uyuşturucunun büyütemeyeceği kadar büyümüş göz bebekleri, en seri vals figürlerinden daha seri hareket eder. Hatta bazen imkansız olan şey olur, gözleri hiç hareket etmeden kilitlenir kalır.
Sapıkça gelebilir ama ben hastanede olmayı seviyorum. Çoğumuzun hikayesi hastahanede başlıyor ve hastanede bitiyor. Doğuma ve ölüme en yakın durduğumuz yerler orası. Endişe, korku, rahatlama, mutluluk. Tüm duyguların en uç noktalarını hastanelerde yaşıyoruz. Daha doğrusu yaşıyorsunuz. Ben daha bir metanet oyunu içerisin oluyorum. Sakin kalmaya zorluyorum kendimi.
Sadece bir kere, daha ananem hayattayken ve aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında sakin kalamamıştım. Annemle ben hastaneye vardığımız da ananem taburcu edilmeye yakındı. Görece iyi durumdaydı yani. Hasta olduğunu, hastalığının da ölümcül olduğunu hep biliyordum ama o halini görmeye dayanamamıştım. Küçücük kalmış bedeni, burnundan karnından falan giren borular, ilaçlar. İnleyen, ağlayan diğer hastalar. Kalbim ezilmişti. Yıllar sonra babaannemi can vermeden yarım saat önce gördüğümde bile o günkü kadar kötü olmadım. Hatta hiç etkilenmedim diyebilirim. Belki o zamanlar çocuktum, belki ananem en sevdiğim insan olduğu içindi, belki kalbim bu kadar katı değildi. Tam bilmiyorum ama hastahanede duramadığım, bir an önce kaçmak istediğim tek olay oydu.
"Vay ne adam be" durumum yok. Aslında çok da duygusal biriyim. Örümcek adam izlerken bile ağlamışlığım var. Toplum içinde ağlamaktan da çekinmem. Ağlayasım varsa ağlarım, bana ne kimin ne düşüneceğinden. Ama ölmek üzere olan birine ağlamak, ne bileyim, saçma sanki biraz. Ağlamanın o anda ne hastaya, ne hastaya senin kadar yakın olanlara bir faydası var. Sadece ağlamak demeyeyim, sinirli olmanın, gergin olmanın, duygusal olmanın, zayıf hissetmenin veya panik olmanın... bunların hiç faydası olmuyor, hatta zararı oluyor. Soğuk kanlı kalmak gerek.
Ben bir şekilde soğuk kanlı kalmayı ve iyimser olmayı başarıyorum. Dedim ya, babaannem ölmeden yarım saat önce yoğun bakıma girdim diye. İşte o sırada yanımda doktor olan ablam (aslında kuzenim) vardı. Birisi öldüğünde Hak'kın rahmetine kavuştu, vefat etti, kaybettik gibi terimleri değil, ex oldu gibi bana psikopatça gelen terimi kullanacak kadar ölüm görmüş biri kendisi. Doktor en nihayetinde. İnsanın renginden bile öleceğini anlayabilir. İşte bu ablacım "Cenker, ölüyor ananem (ona anane oluyor tabii) ablacım." derken, ben "yok ya uyuyor, evde de böyle uyuyor hep." dedim. Öyle gördüm, öyle inandım ve o kadar inandırıcı söyledim ki, ablamı da kandırdım. Aslında tahliller falan ortada, tıp bilimi "Allah'tan umut kesilmez" kıvamına gelmiş, gene de benim inandırıcı söylemime inanıyoruz. Çünkü ihtiyacımız olan bu. Yarım saat sonra zaten yeterince üzülecekken, erken mateme ne gerek var.
Başkalarının yakınlarına da hep aynı umudu aşılamaya çalışıyorum. Yalan mı söylüyorum, evet ama iyi niyetli yalanlar. Hem doktor olmadığım için doğruyu söyleme zorunluluğum da yok. Geçenlerde babamın en yakın arkadaşı hastaneye kaldırıldı. Babam şehir dışında olduğu için ziyarete vekaleten gittim. Adam çok hastaydı. Hastalık ne bilmiyorum ama beyin iflasın eşiğinde. Oturup konuşurken birden uyuyor, çorba içecekken kaşığı tutamıyor ve bunu fark etmeden hayali bir çorbayı höpürdete höpürdete içiyor. Adamın karısı bizi uğurlamak ve sigara içmek için hastanenin çıkışına kadar geldi. Annem de sağlıkçı olduğu için durumu hakkında konuşuyorlardı. Doktorlar durumu iyi falan demiş, sadece tuz eksiği varmış. Bir de depresyon teşhisi konmuş. Hemen atladım, "ya depresyon yapar böyle, ben de ayakta duramıyordum" falan diyorum. Evet duramıyordum ama durduk yere de bayılır gibi uyumuyordum. Olsun, yalandan kim ölmüş? İki hafta önce falan kaybettik maalesef.
Ancak ne kadar soğuk kanlı da olsa, hatta kalbi Mars'ın çekirdeği kadar soğumuş bile olsa, bir erkek babası rahatsızlanınca soğuk kanlı kalamıyor. Otuz yıldır falan küs olsa dahi, erkeğe "baban kalp krizi geçirdi" dediğinizde bir anda koşup yanına varmak ister. Sonra saçma kırgınlığı mı, kızgınlığı mı bilmem, ne sorunu varsa, o belki babasına koşmasını engeller ama ruhu çoktan kanatlanıp babasının yanına varmıştır. Babasının ölmesi erkeği bir anda yaşlandırıyor sanki. "Ne yapacağım lan ben şimdi" diye kalakalıyor. Ve tehlike belirdiğinde öyle sakin falan da kalamıyor insan. Dört yıl falan önce yaşadım, baya dağıtıyor insan.
Bir de iki gün önce yaşadım, hiç hoş değil. Hastahaneye varana kadar ömrümden ömür gider gibi oldu. Tabii ki belli etmedim ne kadar korktuğumu. Hastaneye vardığımızda abim sapsarı, bizimle gelen komşu İsmail abi kıpkırmızıydı. Doktor gelip "sizde bir şey var mı?" diye sormak zorunda kaldı. Babam o sedye yatak karışımı şeyde EKG çektirirken ben çoktan etrafı incelemeye konulmuştum. 15 dakika önceki "assiktir yeaaa, noliyi?" halimden eser kalmamıştı. Çünkü artık elimden gelen bir şey yok. Hasta tıbbın eline ulaştı mı? E benim görev bitti demek ki.
Neyse, babama bir anjiyo yaptılar, iki stent taktılar, taburcu ettiler. Adam bir gün zor kaldı evde, gitti gene köye. O gitti de, ben fena oldum bu seferde. İki gündür yemek yiyemiyorum. Daha doğrusu ne yesem çıkarıyorum. 15 dakikalık stres midemi felç etmiş de, fark edememişim galiba. Peki, hastaneye gider miyim bunun için? İpseler gitmem lan. Evet seviyorum ama ziyaretçi olarak. Yok öyle o bu şu çıkar diye değil, inanmıyorum faydasına. Anama yengem hemşire zaten, iki serum takıyorlar düzeliyorum. Siz giderseniz haber verin ziyaretçi olmayı seviyorum.
Not: Bu arada tırstığımdan değil ama, bana öyle anjiyo falan da yapamazlar. O ne lan öyle kasıktan damara girmeler falan? Benim kasığıma girecek doktor daha anasının karnından doğmadı. Kaldı ki biri by-pass denesin. Ölürüm daha iyi kendimi öyle yardıracağıma. Biri prostata bakmaya çalışsa, ben ona el kullanmadan bakarım zaten.
Bir de iki gün önce yaşadım, hiç hoş değil. Hastahaneye varana kadar ömrümden ömür gider gibi oldu. Tabii ki belli etmedim ne kadar korktuğumu. Hastaneye vardığımızda abim sapsarı, bizimle gelen komşu İsmail abi kıpkırmızıydı. Doktor gelip "sizde bir şey var mı?" diye sormak zorunda kaldı. Babam o sedye yatak karışımı şeyde EKG çektirirken ben çoktan etrafı incelemeye konulmuştum. 15 dakika önceki "assiktir yeaaa, noliyi?" halimden eser kalmamıştı. Çünkü artık elimden gelen bir şey yok. Hasta tıbbın eline ulaştı mı? E benim görev bitti demek ki.
Neyse, babama bir anjiyo yaptılar, iki stent taktılar, taburcu ettiler. Adam bir gün zor kaldı evde, gitti gene köye. O gitti de, ben fena oldum bu seferde. İki gündür yemek yiyemiyorum. Daha doğrusu ne yesem çıkarıyorum. 15 dakikalık stres midemi felç etmiş de, fark edememişim galiba. Peki, hastaneye gider miyim bunun için? İpseler gitmem lan. Evet seviyorum ama ziyaretçi olarak. Yok öyle o bu şu çıkar diye değil, inanmıyorum faydasına. Anama yengem hemşire zaten, iki serum takıyorlar düzeliyorum. Siz giderseniz haber verin ziyaretçi olmayı seviyorum.
Not: Bu arada tırstığımdan değil ama, bana öyle anjiyo falan da yapamazlar. O ne lan öyle kasıktan damara girmeler falan? Benim kasığıma girecek doktor daha anasının karnından doğmadı. Kaldı ki biri by-pass denesin. Ölürüm daha iyi kendimi öyle yardıracağıma. Biri prostata bakmaya çalışsa, ben ona el kullanmadan bakarım zaten.